Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

FRANSIZ POLİSİNİN UYGULAMA VE MANTALİTESİNDEN ÖRNEKLER (2)

 

 Erdoğan ALIVEREN[*]

 

            Fransa’ya teknik işbirliği bursundan yararlanarak 1961 yılı Eylül başında gittim. Vardığımın ertesi günü Etoile “yıldız” meydanı civarındaki la perousse sokağı 23 numarada bulanan teknik işbirliği genel müdürlüğünü buldum. Burada bursluları kabul ve ağırlama bürosuna baş vurdum. Bana plastik bir çanta içinde 3-5 kilo kadar gelen bir dokümantasyon dosyası verdiler. Ayrıca bir de tanıtma kartı hazırladılar. Öğleden sonra üniversiteler sitesindeki özel muhasebe gişesinden aylık 750 FF tutarındaki bursumu alabileceğim bildirildi. Gene benim gibi yeni gelen bursluların Fransa ve Paris hayatına kolay intibak etmeleri için önümüzdeki pazartesi gününden itibaren bir haftalık ön staj hazırlandığı ve sabah saat 9.30 da aşağıdaki salonda bulunmam gerektiği tebliğ edildi.

            Öğle yemeğini oranın tabldotunda yedikten sonra Eylül 1961 bursumu almak üzere Üniversiteler sitesindeki gişeye gittim. 27.sırada olarak kuyruğa girip beklemeye başladım.Tahminen 1-1,5 saat sonra sıranın bana geleceğinin umarak beklediğim halde 12 dakika sonra sıra bana geldi. Sabahleyin bana verilen tanıtma kartını gişedeki bayan memureye ibraz ederek beklemeye başladım. Memure hanım bordrodan ismimi bulduktan sonra önündeki çekmeceden 7 adet 100 ve ayrıca 5 adet 10 franklık ayırarak bana ödedi. Teşekkür ederek parayı cebime koydum ve beklemeye başladım. Memure hanım “M.Alıveren işiniz bitti, gidebilirsiniz” deyince itiraz ettim ve henüz bordroyu imzalamadığımı söyledim. Cevaben “imzanıza gerek yok ki, zira ben parayı ödediğime dair isminizin hizasına bir işaret koydum” dedi. Şaşırmıştım, yapacak başka bir şey olmadığı için sıradan çıktım.

             Düşündüm ki ben Türkiye’de kaymakam olarak 24 saat sorumlulukla sadece 590 lira maaş alarak çalışırken bu parayı almak için bordroyu ödeme evvel ve sonrasında 3 defa imzalamak zorundaydım. Burada ise hiçbir sorumluluğum olmadığı halde 590 liranın üç misli olan takriben 2100 Türk lirasına tekabül eden bir parayı bana hiç imzalamadan (ilerde ben almadım deme ihtimalime binaen hiç çekinmeden) ödemişlerdi.

***

         Devlet memuriyetine 31 Ekim 1952 günü, kaymakamlık stajının ilk kademesi olarak İstanbul İli maiyet memuru olarak başladım. O tarihte İstanbul’da vilayet ile belediye, müşterek idare olarak yönetiliyordu. Vali ordinaryus Prof.Dr. Fahrettin Kerim Gökay’dı ve merkez ilçenin 14 kaymakamı aynı zamanda o ilçenin belediye işlerinden sorumlu müdürü idi. Nahiye müdürleri ise mıntıkalarında aynı zamanda belediye hizmetlerinden de sorumlu idiler. (1956, 1 Mart’ından itibaren vilayet ile belediye ayrıldı ancak belediye başkanlığı gene valinin uhtesinde kaldı. İlçelere ise belediyeden müdürler tayin edildi.)

            İşe başladığımın 27nci günü Üsküdar İlçesi Kısıklı (Çamlıca) bucak müdürlüğüne atandım. İşe başladığımın üçüncü günü bir ihbar geldi. Filan adresteki binanın çatı katını tam kata çevirmek üzere kaçak çalışma yapılıyormuş. Belediye zabıtası da henüz o tarihte kurulmadığı için bu hizmeti polisten ayrılmış özel bir grup ifa ediyordu. Yanıma Süleyman ve İrfan Beyler adında 2 belediye polisini alarak kaçak inşaat yapıldığı ihbar edilen binaya gittik. Bina inşaatı bitmiş ve içinde oturulmaya başlanmıştı. Ama kapının önünde çimento, kum, kireç ve tuğla gibi inşaat malzemeleri yığılmıştı. Onları yukarıya taşıyan ameleler ise bizi görünce kaçtılar. Çatı katının zilini çaldık, oradan şirret bir kadın bağırmaya başladı. (komşular evimi polisler bastı, hamile olan gelinime tecavüz edecekler yardıma gelin), bu çığlıkları galis küfürler takip etti, şaşırmıştım. Yanımdaki polislerden Süleyman Bey yaşlı ve tecrübeli bir memur idi, bana dedi ki “ müdür bey, bunlar edepsiz insanlar yarın öbür gün civardan ve hemşerilerinden yalancı şahitler bularak bizi şikayet eder ve başımızı belaya sokabilirler, biz girmeye teşebbüs etmeyelim, dairemize dönüp gördüklerimizi bir zabıtla tespit edelim” dedi. Birkaç ay önce tahsildeyken okuduğumuz anayasa hukukundaki “mesken masuniyeti” (dokunulmazlığı) bahsini hatırlayarak öneriyi olumlu karşıladım ve daireye dönüp gerekli zabtı hazırladık. Sanıklara imzalatmamız gereken yere ise “imzadan çekindiler” yazarak zabtı tamamladık.

            Paris polis valiliğinde beledi hizmetler genel müdürlüğünün komiserlerinden M.Jean Paul Berson ile görüşürken bu olayı hatırlayıp bu gibi hallerde onların ne yaptıklarını öğrenmek istedim. Cevap gene beni hayrete düşürecek şekildeydi;

          “Ben devletin komiseriyim, hiçbir kanun maddesi haksızı ve suçluyu koruyacak şekilde tefsir edilemez, kapıyı açtırırım, açılmazsa kırar girerim ve gereken zaptımı olay yerinde tutar ve işleme koyarım.”

***

       Paris’e gittiğimde İstanbul Belediyesinin iktisat işleri müdürüydüm. 1930 tarihli ve 1580 sayılı belediyeler kanunu 15.maddesinde belediyelerin yapmakla yükümlü oldukları görevlerden mecburi mahiyette olanları 46 fıkra halinde saymaktadır. Bunlar;

            -Halkın yiyip içmesine,

            -yatıp kalkmasına,

            -taranıp temizlenmesine

            -eğlenmesine, ayrılmış olan bütün yerlerin açılma ve çalışma şartlarını, açık ve kapalı kalacağı saatleri ve uygulayacağı tarifeleri tespit etme yetkisi ve görevidir.

            O tarihlerde İstanbul’da 300 küsür adet fırın ekmek çıkarmaktaydı. Bu fırınlar sabah saat dörtte çalışmaya başlıyor ilk ekmeklerini çıkartıyor ve bu ekmekler hemencecik satılıyordu. Ayrıca bu ekmekler belediyenin belirlediği gramajdan 30-50 gram kadar eksik yapılıyordu. Aradaki fark fırıncının gayri meşru kazancı oluyordu. Sabah saat dokuz sıralarında belediye zabıtası göreve başladıktın sonra çıkan ekmekler ise gramaja uygun oluyordu. Bu sebeple ben belediye zabıtasından ve iktisat müdürlüğünün murakıplarından 5 ayrı ekip kurarak sabah saat dörtten itibaren fırınlara baskınlar yaptırarak bu durumu izliyordum. Bu konuda önümdeki en büyük engel yargıtayın daha önceki yıllarda vermiş olduğu bir tevhidi içtihat kararı idi. Bu karara göre gramaj noksanlığının sadece tartı ile tespiti ile yetinilmeyip hıfzısıhha enstitüsü laboratuarlarından alınacak tahli analiz raporları ile eksik gramajın ekmekte bulunması gereken katı madde ( un, tuz, maya) den mi yoksa rutubetin zamanla uçmasından dolayı sudan mı olduğunun tespit edilmeden ceza verilmesini engelliyordu. Bu konuyu da Paris’te tetkik etmek istedim.

        31 Aralık 1961 günü yanıma verilen iktisat polisinden 2 gardien de la paix çavuşu ile beraber Paris sokaklarında dolaşmaya çıktık. Fransa’da biz de olduğu gibi özel ekmek fırınları yoktur. Patisserie denilen şeker, pasta, çikolata gibi şeyleri satan dükkanlar günde 3-5 çuval un işleyerek baget denilen her biri 300’en gram ağırlığında ve 50 cm.uzunluğunda ekmekler imal ederler. Böyle bir dükkana girdik yanımdaki memurlardan biri çavuş bütün ekmekleri 10’ar tanelik gruplar halinde tarttı ve her grubun ne kadar eksik geldiğini kendi cebinden çıkardığı not defterine kaydetti. Dükkan sahibini yanına çağırarak sordu “hafta tatili gününüz ne zaman” Salı günü cevabını alınca, “4 Ocak Salı günü bana gelebilir misiniz?” sorusuna ise kadın “ o gün benim çamaşır günümdür ama 18 Ocak Salı günü gelebilirim” dedi. Bunun üzerine çavuş kartvizitini vererek sizi o gün saat 10-11 sularında bekliyorum cevabını vererek dükkandan çıktı. Yolda yürürken ben sorularıma başladım;

           Neden zabıt tutmadınız? Cevaben “Gördüğün gibi dükkan çok kalabalıktı ayrıca yanımızda da daktilo makinesi olmadığı için zaptı dairemde sakin bir durumda tutacağım.”dedi.   

            Ben tekrar sordum “kadın geldiğinde senin tuttuğun zabtı okuduktan sonra imzalamakta çekinirse, benim ekmeklerim o kadar noksan değildi diye itiraz ederse ne olur? Cevap çok kısa “olmaz” dedi. Ben ısrar ettim ya derse dememe rağmen ısrarla “hayır öyle bir şey olmaz bugüne kadar da hiç öyle bir durum olmadı” cevabını verdi. Bütün ısrarlarıma rağmen aynı fikirde ısrar etti durdu. Ben o zaman kadını niye yanına çağırdığını sordum. “Tuttuğum zabtı eline verip basit suçlar polis mahkemesine göndereceğim cevabı üzerine kadının aynı itirazı mahkemede tekrarlaması ihtimalini sordum. Gene cevaben bu ihtimalin de olmasına imkan bulunmadığını ifade etti. Bense bu ihtimal tahakkuk ederse hakimin zabtı tutan memuru itirazcı ile karşılaştırmak üzere mahkemeye çağırıp çağıramayacağını sordum. Cevaben böyle bir şeyin hiç olmadığını ve esasen hakimin zabıtta tutulan hale göre kadını para cezasına mahkum edip işlemi sonuçlandıracağını ifade etti. Konu üzerinde ısrarlarım üzerine verdiği cevapların doğruluğunu beraber geldiği diğer çavuş arkadaşına da onaylattı. Benim tatmin olmadığımı fark etmesi üzerine o özür dileyerek söze başlayarak bana bir soru sormak istediğini söyledi. (M.Alıveren kusura bakmayın ama siz çok şüphecisiniz, neden kafanız böyle olumsuz konulara takılıyor?)

           Verecek cevap bulamadım. Yukarıdan beri anlattığım bu hikaye polis arkadaşlarımın kendi yaşadıkları pek çok hususu göstermektedir. Zabtın mahallinde tutulması, zabıtta sanığın imzasının bulunması, bu tip itirazlarda zabtı inceleyen hakimin zabtı tutan memurları huzuruna çağırıp sanıkla yüzleştirmesi, yargıtayın yukarıda bahsettiğim kararına göre hakimin laboratuar raporu istemesi vs.

***

            Paris metrosunda çalışan trenler beşer vagondan teşekkül eder. Başta ve sonda dışı haki ve kirli yeşil renkte ve oturma yerleri tahtadan olan ikişerden dört vagon bulunur. Bunlar ikinci mevki olup ücreti nereden nereye gidersen git, hatta bütün bir gün metro içinde aktarma istasyonları ile tren değiştirerek devamlı seyahat etsen bile 0.37 franktır (1970 lere kadar). Oradaki dışı kırmızı renkli ve koltukları maroken kapı ve vagonları ise birinci mevki olup ücreti 0.55 franktı. İlk gidişimde bir sene oturup ve daha sonraki gidişlerimde gene toplam bir sene kadar oturduğum ve her gün en az üç beş defa metroya bindiğim halde hiçbir zaman trende bilet kontrolü yapıldığına rastlamadım ama 1961’de Paris’e gelen yüksek seviyede görevli bir Türk Memuru yanlışlıkla ikinci mevki biletle birinci mevki vagonda seyahat ederken kontrolöre yakalanmış bereket pasaportu ile bir gün önce Paris’e geldiğini ispat ederek bu detayı bilmediğini söylemiş ve memurun insafı ile cezadan kurtulmuştur.

           Bu durumda yakalanan kişiye kontrolör sorar. (ikinci mevkide biletle birinci mevkide seyahat etmek suçunu işlediğinizi kabul ediyor musunuz? Cevap ya “evet” yada “hayır”dır. Hayır diyenler hakkında zabıt tutulur ve o kişi bizdeki sulh ceza mahkemelerine benzeyen acil haller için polis mahkemesine sevk edilir. Mahkeme ise suçu kabul etseydi ödeyeceği cezanın beş misli fazlasına hükmeder. Sorguya verilecek cevap esnasında çeşitli mazeretler uydurarak suçu kabul etmeme halinde kontrolör sizi dinlemez ve cezanız olan 100 frankı ödemenizi ister. İki mevki fiyatları arasındaki 0.18 frank gibi küçük bir fark için itirazınız cezanızı 3 dakika içinde 100 franktan 200 franka çıkartır. Zira Fransız kanunları bütün medeni ülke kanunları gibi yalanı affetmez.

            Televizyonlarda seyrettiğimiz yabancı dizilerde ki mahkeme sahnelerinde avukatlar ve onların adına delil toplayan kişiler gerekli gördükleri kişilere mahkeme davetiyelerini elden verirler ama hiçbirisi tebliğ ve tebellüğ için imza almak ihtiyacını hissetmezler ve bu şekilde elden aldıkları celpnamelere itiraz edemezler ve tıpış tıpış mahkemeye giderler. Zira mahkemeye gitmemekle adaletin gerçekleşmesini engellemek suçunu işlerler ki bu suçun cezası çok ağırdır. 28.01.2004 tarihinde seyrettiğim discovery kanalda benzer bir olayda belirtildiği üzere bu ceza , Amerika Birleşik Devletlerinde bir eyalet hapishanesinde 10 yıl hapistir.

            Bütün bunlardan çıkan mana Avrupa’da yalanın ağır bir suç olduğu ve asla affedilmediği olup bir ülkenin eğitim düzeyi ve mantalite farklılığını gösterdiğidir. Bizde bir yalan ifade veren kişiyi tespit eden hakim onu derhal tevkif eder ama 2 gün içinde yalancı şahidin aklı başına gelip ifadesini düzelttikten sonra genellikle salıverilir veya çok düşük bir para cezası ile kurtulmuş olur.

            İşte batı ile aramızdaki mantalite farkı.



[*] Emekli Emniyet Genel Müdür Yardımcısı