Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

24 Anayasası

image002

20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 2. Maddesi:

“Türkiye Devletinin dini, Din-i İslam’dır. Resmi dili Türkçedir, Makamı Ankara Şehridir” şeklinde kanunlaşmıştır. Tarihi süreçte, bu konu ile ilgili gelişmeleri Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadeleri ile Nutuk’tan aktaralım;

 “Halkın, millî hâkimiyet ve hilâfet makamının durumları ile bunların ilişkileri konusunda merak ve endişeye kapılmakta hakkı vardı. Çünkü Meclis 1 Kasım 1922 tarihli kararıyla, şahıs hâkimiyetine dayanan devlet şeklinin 16 Mart 1920 tarihinden başlayarak ve ebedî olarak tarihe karıştığını ilân ettikten sonra, birtakım Şükrü Hocalar; “Müslüman kamuoyu, şüphe ve üzüntülere düşmüştür” diyerek hareket ve faaliyete geçtiler. Bunlar: “Hilâfet demek hükümet demektir. Hilâfetin hak ve görevlerini yok etmek hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde değildir” davasını ortaya atmışlardı. Meclis’in, milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, hilâfet makamında devam ettirmek ve Padişah’ın yerine Halife’yi geçirmek sevdasına düşmüşlerdi.

Gerçekten de gerici bir grup, Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü imzasıyla “İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet Meclisi” adıyla bir broşür yayınladı. Bu broşürün, Ankara’da 15 Ocak 1923 tarihinde yayınlandığı ve bütün milletvekillerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. Broşürün üzerine sadece 1339 ( 1923 ) yılı yazılmıştı. Fakat broşürün daha ben Ankara’da iken hazırlanıp bastırıldığı ve benim Ankara’dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.

Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları, “Halife Meclis’in, Meclis Halifenindir” safsatasıyla, Millet Meclisi’ni Halife’nin danışma kurulu ve Halife’yi; Meclis’in dolayısıyla devletin başkanı” gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir…

Şunu arz etmeliyim ki, Şükrü Efendi Hoca ile onu ve imzasını ileri süren politikacılar, sultan veya padişah unvanını taşıyan bir hükümdar yerine, unvanı “Halife”  olan bir hükümdar koyacak beyan ve iddialarda bulunmuşlardı. Yalnız şu farkla ki, herhangi bir memleket ve milletin hükümdarı yerine, dünyanın dört bucağında kitleler halinde yaşayan, türlü türlü ırktan üç yüz milyonluk bir topluluğa hüküm yürüten bir hükümdardan, onun görev ve yetkilerinden söz etmişlerdi. Bu, bütün İslâm dünyasına hâkim olacak büyük hükümdarın eline kuvvet olarak, üç yüz milyon Muhammet ümmetinden yalnız on beş milyon Türk halkını lütfetmişlerdi.

Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki bütün Müslümanların işlerini yönetecek, dünya işleriyle ilgili hükümlerden, onların çıkarlarına en uygun olanları hakkında karar verecekti. Bütün Müslümanların haklarını savunacak, onların işlerine ve problemlerine etkili bir azim ve irade ile sahip çıkacaktı.

Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki üç yüz milyon Müslüman arasında adaleti sürekli olarak ayakta tutacak, vatandaş haklarını gözetecek, güvenlik ve huzur bozucu olaylara engel olacak, Müslümanlara başka dinlere bağlı olanlardan gelmesi muhtemel saldırıları önleyecekti.

İslâm topluluğunun güven içinde yaşamasını, gelişip kalkınmasını sağlayıcı çareleri hazırlamakla yükümlü bulunacaktı.

Saygıdeğer Efendiler, bu kadar kara cahil, dünya şartlarından ve gerçeklerden bu denli habersiz Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi kandırmak için, İslâmî hükümler diye yayınladıkları safsataların, gerçekte tekrarlanacak bir değeri yoktur.

Ancak bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de, milletlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve şahsî maksatla çıkar sağlamak için, din âlet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların memleket içinde de dışında da var oluşu, ne yazık ki, daha bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor.

İnsanlık dünyasında din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden arınarak gerçek bilim ve tekniğin nurlarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.

Şükrü Hoca’ların ne kadar anlamsız, mantıksız ve uygulama kabiliyetinden yoksun düşünce ve hükümler savunduklarını anlamamak için cidden Hoca Efendi gibi allahlık denilen yaratıklardan olmak lâzımdır.

Halifenin ve hilâfetin otoritesi, Onların dediği gibi, bütün dünya Müslümanları üzerinde hâkim olmak lazım gelince, bütün varlığını ve kuvvet kaynaklarını yalnız halifenin emir ve yasaklarına bırakmakla, Türk halkının omuzlarına bindirilecek yükün ne kadar ağır olacağını insaf edip düşünmek lâzım gelmez miydi?

Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre halife adını taşıyan hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın dört köşesindeki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde yetki sahibi olacaktı.

Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir. İslam topluluklarının başka başka maksatlarla birbirinden ayrıldıkları; Emevîlerin Endülüs’te, Alevilerin Kuzey Afrika’da, Fatımîlerin Mısır’da, Abbasî’lerin Bağdat’ta birer hilâfet yani saltanat kurdukları; hatta Endülüs’te her bin kişilik bir topluluğun bir halifesi ile bir minberi olduğu, Hoca Şükrü imzalı broşürde de yer almıştır.

Bu tarihî gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız olan Müslüman milletlere ve devletlere Halife adı altında bir hükümdar tayin etmek akıl ve gerçek ile bağdaştırılabilir miydi?  Hele, böyle bir hükümdarın mevkiini korumak için, bir avuç Türkiye halkını o hükümdarın emrine vermek, onu yok etmek için uygulana gelen tedbirlerin en etkilisi olmaz mıydı?

“Halifenin görevi ruhani değildir”, “Hilâfetin temeli maddî iktidar ve hükümet kuvvetidir” diyenlerin, Hilâfetin Devlet, Halifenin Devlet Başkanı olduğunu ifade ve ispat ettikleri ve maksatlarının halife unvanını taşıyan bir zatı Türkiye Devleti’nin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyordu.

Saygıdeğer Efendiler, Şükrü Hoca Efendi ‘nin ve politikacı arkadaşlarının, siyasî maksatlarını açıktan açığa ortaya koymayıp, bunu bütün İslâm dünyasına mal etmek istedikleri dinî bir konu olarak ele almaları, hilâfet oyuncağının ortadan kaldırılmasını çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.

Hilâfet konusunda halkın şüphe ve endişesini gidermek için, her yerde gerektiği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak belirttim ki, “Milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştıramayız! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuz olarak da koruyacaktır!”

Millete anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak görevi ile yükümlü imiş gibi hayal edilen bir halifenin, görevini yerine getirebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türk halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu bu kadar mantıksız bir görevi üzerine alamaz.

Milletimiz, yüzyıllarca bu anlamsız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının sayısını biliyor musunuz? Dedim. Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan şehit oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz? Dedim…

Efendiler, halka sordum: Bir İslâm devleti olan İran ve Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? Tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü böyle bir yetki devletinin istiklâlini milletinin hâkimiyetini ortadan kaldırır.

Millete şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti, artık devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir!  Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz…

Efendiler, hilâfet ve din konularıyla uğraşıldığı sıralarda, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndaki bir noktanın halkın ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Bu düğümün Cumhuriyet’in ilânından sonra da kanunda muhafaza edilmesinden başka; düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha sokulmuş olduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım:

20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 7′ nci ve 21 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 26′ ıncı maddesi Büyük Millet Meclisi’nin görevlerinden söz eder.

Maddenin başında, Meclis’in ilk görevi olmak üzere, şeriat hükümlerinin yürütülmesi yer alır. İşte bunun nasıl bir görev ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta sıkıntı çekenler vardır. Çünkü sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisi’nin, “kanunları yapmak, değiştirmek, yorumlamak, yürürlükten kaldırmak v.b” gibi belirtilen ve sayılan görevleri o kadar geniş kapsamlı ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve başlı başına bir klişenin yer alması gereksiz sayılmaktadır.

Çünkü şeriat demek kanun demektir. Şeriat hükümleri demek kanun hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü çağdaş hukuk anlayışı ile bağdaştırılamaz. Bu böyle olunca, şeriat hükümleri deyimiyle kastedilen anlam ve kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

Efendiler, ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, şer’i hükümler deyiminin bir ilişkisi olmadığını anlatmak için çok çalıştık. Fakat bu deyime, kendi zanlarınca bambaşka anlam verenleri inandırmak mümkün olmadı.

İkinci nokta Efendiler, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesinin başında yer alan “Türkiye Devleti’nin dini, İslâm dinidir” cümlesidir.

Bu cümle daha Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na geçmeden çok önce İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla yaptığımız uzun bir görüşme ve sohbet sırasında, karşımdakilerden birinin şu sorusuyla karşılaştım.

“Yeni hükümetin dini olacak mı?”.

İtiraf edeyim ki, böyle bir soru ile karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir, Çünkü vatandaşları arasında çeşitli dinlere bağlı unsurlar bulunan ve her dinden olanlar hakkında, adaletli ve tarafsız davranmak, mahkemelerinde vatandaşları ve yabancıları için adaleti eşit ölçülerle uygulamakla yükümlü bulunan bir hükümet, düşünce ve vicdan hürriyetine saygılı olmak zorundadır. Hükümetin bu tabii sıfatının, şüpheli yoruma yol açabilecek vasıflarla sınırlandırılması elbette doğru değildir.

“Türkiye Devleti’nin resmî dili Türkçedir” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle olan resmî işlemlerde Türk dilinin geçerli olması gereğini herkes tabii bulur. Fakat “Türkiye Devleti’nin dini İslâm dinidir” cümlesi aynı şekilde mi anlaşılacak ve kabul edilecektir? Bu elbette, açıklanmaya ve yorumlanmaya muhtaçtır.

Efendiler, karşımdaki gazetecinin sorusuna “Devletin dini olamaz!” diyemedim. Aksini söyledim.

Vardır Efendim, İslam dinidir, dedim.

Fakat hemen arkasından “İslâm dininde düşünce özgürlüğü vardır” cümlesiyle cevabımı açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.

Demek istedim ki, Devlet, düşünce ve vicdana saygı göstermekle kayıtlı ve yükümlü olur.

Karşımdaki gazeteci, verdiğim cevabı akla yatkın bulmadı ki, sorusunu şu tarzda tekrarladı:

“Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı?”.

 Kalacak mı, kalmayacak mı bilmem! Dedim.

Konuyu kapatmak istedim. Fakat mümkün olmadı. O halde, denildi; herhangi bir konuda inançlarım ve düşüncelerim doğrultusunda bir fikir ortaya atmaktan, Devlet beni engelleyecek veya cezalandıracaktır. Oysa herkes kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman iki şey düşündüm:

Bir; yeni “Türkiye Devleti’nde her ergin şahıs dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır”? Sorusu.

Diğeri; Hoca Şükrü Efendi’nin “ Bazı yüksek din arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında yer almış belirli ve değişmez İslâmî hükümleri yayınlayarak… Maalesef yanıltıldığı görülen İslâm kamuoyunu aydınlatmayı boynumuza borç bilip görev saydık” girişinden sonra yer alan “İslâm halifesinin görevi, dinin emirlerini korumak ve kollamakta peygamberin yerini tutmaktır. Dinî hükümler koymakta da, yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır” sözleri.

Oysa Hoca’nın sözlerini uygulamaya kalkışmak; millî hâkimiyeti,  vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca’nın bilgi dağarcığında, Yezitler zamanında yazdırılmış istibdat rejimine has formüller bulunmuyor muydu?

O halde, ne anlama geldiği ve ne kastedildiği artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış bulunan devlet ve hükümet kavramlarını ve millet meclislerinin görevlerini din ve şeriat kılıklarına bürüyerek, kim ve ne için aldatılacaktır?

Gerçek bundan ibaret olmakla birlikte, o gün İzmit’te basın mensuplarıyla, bu konuda daha fazla görüşmekte yarar yoktu.

Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, lâik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinci maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur.

Kanunun gerek 2′ nci ve gerek 26′ ncı maddelerinde fazladan yer alan, yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyet’in o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir.

Millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı Esasiye Kanun’umuzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır!…”(*).

 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanun’un 2. maddesi; 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 Sayılı Kanun ile “Türkiye Devletinin resmi dili Türkçedir. Makamı Ankara şehridir”. Şeklinde değiştirilmiştir.

10 Aralık 1937 yılında yapılan bir başka değişiklikle Teşkilat-ı Esasiye Kanun’un 2. Maddesi;

“Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” şeklinde yeniden düzenlenmiştir.

 Anayasamızın 2.nci Maddesi;

 1961 Anayasasında; Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir” şeklinde yorumlanmış,1982 Anayasası ile de;   “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” ifadeleri ile şekillendirilmiştir.

 (*)NUTUK. Mustafa Kemal ATATÜRK.1927.