Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Şikayetlenmeye Hakkımız Var mı?

       image002

        Son günlerde başta Filistin olmak üzere Irak, Suriye, Libya, Afganistan, Pakistan ve daha başka İslam devletlerinde devam ede gelen çatışmalar konu edilerek, her birinin Müslüman olmasına rağmen neden böyle bir duruma düştükleri hakkında elitten avama hemen her kes bundan ötürü üzüntülerini dile getirmektedir. Tabiidir ki bu üzüntü ve eleme katılmamak mümkün değil.  

          Hatta bu münasebetle geçtiğimiz Temmuz ayının ortalarında İslam Âlimleri İstanbul’da bir araya getirilerek mesele, Devlet Erkânı seviyesinde tartışmaya açıldı. Yanılmıyorsam bir de yol haritası çizildi. Bundan hayra yönelik bir sonuç alınması her kes gibi bendenizin de dilek ve temennisidir. 

          Söz konusu görüşmelerin stratejisi hakkında bilgi sahibi olmak, medyaya intikal eden boyutla sınırlıdır. Naçizane kanaatimize göre bu ve benzeri stratejik girişimleri tertip edenlerin eskiye dair asla bir kast ve kusurları olmamakla birlikte girişim, oldukça gecikmelidir. Binaenaleyh tarumar olmuş veya edilmiş İslam Toplumunu böylesi bir çırpıda düze çıkarmak pek mümkün olmasa gerek. Zira bu gibi girişimlerin asırlar ve hatta çağlar ötesinden ele alınması gereken hayati bir konu olduğu şüphesizdir.

          İslam inkılâbı üzerine de eğitim ve araştırma yapan biri olarak, bu tarumarlığın temellendiği noktayı, Hz. Peygamber’in vefatını müteakip seçimle iş başına gelen dört halife döneminden sonra, Hilafetin Emeviler tarafından saltanata dönüştürülmesi zamanına kadar uzatmanın olanaklı olduğunu düşünmekteyim. Bu nokta aynı zamanda mezhepçiliğin de ortaya çıkmaya başladığı noktadır.

          Bu girizgâhtan sonra, işin esasına girilecek olursa dene bilir ki özellikle bizim toplumumuz, ortaya çıkışı 900. yıllara dayanan Karahanlılar döneminde yoğun olarak İslamla tanıştı. Ne hikmetse tâ o günden bu güne, dualar da dâhil olmak üzere dinî ritüeller hep Arapça ile halkın önüne çıkarıldı. O gün böyleydi, bu gün de öyle.

          Ve ne yazık ki, en son İlahî Mesajı ifade eden Kur’ân, hayat kitabı değil de ahiret kitabı olarak anlatıldı ve maalesef anlatılmaya devam edilmektedir. İlle de Arap diliyle okunmasının daha mübarek olduğu halka dayatılarak işin aslı ve esasının öğrenilmesine, kasten değilse de cehaletle mani olundu. Öğrendiklerimizden anlaşıldığına göre her bir ayet günlük herhangi bir problemin düzenlenmesi maksadına yönelik olarak Yaratıcı tarafından Elçisine yol göstermek üzere tebliğ edilmiştir. Dolayısıyla Hz.Kur’ân’ın dua anlamındaki ayetleri hariç olmak üzere tamamı -ahiretin de buradan kazanılacağı- dünya hayatıyla alakalıdır. Bilindiği üzere ilk emri de Oku! şeklindedir.  Bu emir o muazzez elçiye verildiği zaman, daha ortada okunacak her hangi bir metin yoktu. Bu emir kâinatın yani evrenin, yani üzerinde yaşadığımız yer kürenin ve onu çevreleyen atmosferin, kısacası yaşamın okunması anlamındaydı. Bu mesaj, yazılı metin olan Kur’ân tebliğ edildikten sonra için de geçerlidir.  Bu cümleden olarak dünyaya yön vermek üzere yaratılan insanın, incelenmesi ve irdelenmesi istenenler arasındadır. Bunun böyle olduğu, daha sonra tebliğ edilecek olan vahiyle sabittir. İbret alınmak bakımından, insanın ilk defa nasıl yaratıldığı ve daha sonra nasıl yaratılmakta olduğu açık ve net olarak anlatılmaya başlanmıştır. Ama bu mesajı “Baş üstüne efendim” diyerek kabul edenler, bunu anlamadık bir dille okudukları için, suda yaşadıkları halde sudan habersiz olan balıklara dönmüştür. 

          Asıl adı Stephen Demetre Georgio olup, müzik kariyerinin başlangıcında Cat Stevens olarak adını değiştiren ve 1976 yılında geçirdiği bir kazadan bir yıl sonra Müslümanlığı kabul edip, buna göre kendine isim seçen Yusuf İslam’ın, Kur’ân sayesinde İslamiyeti seçtiğini, eğer bundan önce Müslümanları şimdiki gibi yoğun olarak tanımış olsaydı her halde Müslümanlığı seçmeyebileceği şeklinde ifadelerde bulunduğunu, muhtelif yayın organlarından öğrenmiş bulunuyoruz. Bu tespit, zannediyorum kanaatimizi çok çarpıcı olarak desteklemektedir. 

          Galiba İsevilerin dört tane İncilinin olmasına özenenlerimiz de dört tane mezhep icat etmiş oldu. Haddi zatında mezhep imamı olarak referans kabul edilen o seçkin insanların yazdıkları bakımından böyle bir niyetleri de yoktu. Görüşlerinin aslı esası ilahî Mesaja dayanan ve adına mezhep denen her bir grubun detayda ayrılığa düştüğü görülmektedir. Bu da ezelden ebede İslam’a düşman olanların işine gelmiştir ve gelmektedir. İlim, Hz. Kur’ân’ın ve dahi O’nun tebliğcisi olan HZ.Peygamber’in emri olmasına rağmen İslam toplumu bunu bırakarak safsata ile meşgul olmuştur ve dahi olmaktadır. Ne acıdır ki, her bir grup kendi şeyhinin su üzerinde yürüdüğü safsatasına canı gönülden inanmıştır. Bunun böyle olduğunu çok iyi tespit eden İslam düşmanları bu doğrultuda halkı ifsat etmeye başlamıştır. Buna bir örnek olarak, şimdilerde kan gölüne dönmüş Irak ve Suriye topraklarında at oynatan meşhur İngiliz casusu Lavrens’in, muhaliflerin Allahuekber diyerek biri birlerini boğazlamakta olduğu topraklardaki icraatı verilebilir. Bu kişi, buralar halkının bu tür safsatalara inandığını çok iyi bildiği için sakalının arasına fosfor yerleştirmek suretiyle geceleyin halkın karşısına çıkarak, ışıksız ortamda parlayan sakalı sayesinde halkı kendisine secde ettirdiği gibi bu sayede kendi emellerine maşa edebilmiştir. Hâlbuki Hz. Peygamber’in dahi böyle bir sakalı yoktu. Ne var ki buna medyun ve meftun olanlar o durumdan bihaber oldukları için zokayı yutmuş ve bu günkü ahfadının başına onulmaz yaralar açmışlardır. 

          Yine görsel ve yazınsal medyadan öğrendiğimize göre, Nijerya’da ortaya çıkan ve genç kız ve kadınları yuvalarından ederek ırzına geçen Boko Haram terör örgütü kurucusunun, kilise emrinde misyoner olarak çalışan Hıristiyan bir general olduğu anlaşılmaktadır. Bu asla tesadüf olamaz. 

          Hiç kimse yadırgamasın. Mesele, Haçla Hilal’in kavgasıdır. Dün böyleydi, bugün de öyle. Hiç gücenip gocunmayalım, eğer bu kafa ile yola devam edilecek olursa yarın da böyle olacaktır. Kur’ân düşmanlığını hedefe koyan Batılı şer odakları, İslami Fobi adı altında iki koldan hareket etmekteler. Bir taraftan insanları mezhep yoluyla bölerken, diğer taraftan onlar arasında liderlik sevdası pompalamaktalar. Bu liderliğin elde edilmesi için de yine kendi icatları olan bomba ve diğer silahları ellerine kadar götürerek biri birlerini öldürtmekteler. 

          Bu işin arkasında Batılı silah üreticilerinin olduğunu, sağır sultan bile duymuş haldedir. Ama gelin görün ki hedef seçilmiş olanlar maalesef bunu hâlâ duyamamışlardır.    Daha önce de vurgulandığı üzere; Osmanlı Devletini, sırf ilimden uzaklaştığı için yıkma başarısına ulaşan bu şer odakları-ki bunların başında Kilise gelmektedir- bu gün de aynı yöntemi kullanmaktalar. Dikkat edilecek olursa Batı menşeli silah ve bombalar, Osmanlı’dan boşaltılan sahalarda egemendir. Hiç bu tesadüf olabilir mi? 

          Kilisenin Kur’ân düşmanlığı; Kur’an’ın, Teslisi (Üçlü Birlik; Baba-Oğul-Kutsal Ruh) kısacası “Allah Üçün Üçüdür”-ne demekse- safsatasını reddetmesi noktasına dayanmaktadır. Zira bu konudaki hükümler eğer Batı toplumunca bilinecek olursa Kilisenin pabucu derhal dama kalkar. Esasen bu anlayış, M.S. 200’lere kadar yoktu. Bu inancın fikir babası felsefeci Eflatun’dur. Hıristiyanlığa yamatılması da bir Yahudi olan Pavlos tarafından anılan tarihte olmuştur. Bu Yahudi, kurduğu kilise anlayışına taraftar bulamayınca, Yahudilikte de halen var olan erkek nüfusun sünnet olmasını kendi bağlılarından kaldırarak kendisine taraftar bulmayı kolaylaştırmıştır. 

          Tekrar başa dönecek olursak dene bilir ki; İslam Toplumu, tamamen bir Hayat Kitabı olan Kur’ân hükümlerinden yeterli olarak nasiplenemediği için dört tane kitabı olan Batı toplumunun oyuncağı olmuştur, olmaktadır. Dilemeyiz ama galiba bu gidişle daha da olacaktır.

          Bir tespitle sözü bağlayalım: Camiyle hem hal olan hemen her birimizin vaazlarda sıkça duyduğumuz şu haber, murat etmekte olduğumuz hususu teyit eder mahiyettedir. Vaazlarda deniyor ki: Hz. Ayşe validemize, Hz. Peygamber’in ahlakının nasıl olduğunu soran sahabelere, Müslümanların annesi:“-Siz hiç Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’ân’dı” diyordu. Her ne hikmetse bunu cemaate haykıranlar, hâlâ insanların Kur’ân’ı orijinalinden, yani Arapçasından okumasını tavsiye etmekteler. Peki, şimdi sormak lazım değil midir ki bu yöntemle Hz. Peygamber’in ahlakını insanlar nasıl öğrenecek. Ahlak ise günlük davranışlar bütünü değil midir?  İşte merhum Atatürk, bunun mücadelesini verdi. Ama anlatamadan rahmet-Rahman’a uçtu gitti.  O uzak görüşlü insan o günkü tedbirleri almasaydı acep halimiz şimdi ne olurdu. Bizler, Kur’ân’ı anlayamadığımız gibi O’nu da anlayamadık ya!