Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

KORKU KÜLTÜRÜ VE BÜROKRASİYE YANSIMALARI

 

 

 

  Cengiz GÜN                                                                            Emniyet Amiri

Ankara Em.Müd.Ruh.Teb.İşl.Şb.Müd.lüğü

 

            Teşkilatımızın kıdemli mensupları, eski otoriter müdürlerimizden “öyle sert bir müdürdü ki odasına girerken salavatla girilirdi”, “öyle yetkili (ne demekse) müdürdü ki şapkasının askıda asılı olduğunu görmek yeterdi”, “koridora çıktığında herkes kaçacak delik arardı” gibi biraz da nostaljik bir ifade ile bahsederler. Tam olarak bu şekilde etrafta korku ile anılan olmasa da disiplinli olarak tanımlanabilecek müdürlerimizle ya da daha genel bir deyimle üstlerimizle, amirlerimizle zamanzaman diyaloga giriyoruz. Hiç de öyle dışarıdan anlatıldığı ya da görüldüğü gibi korku duyulacak insanlar olmadığını bizzat görüyoruz. O halde bu anlatım ve duyulan korkunun kaynağı ne?

 

            Bütün insanlar arasındaki iletişimde olduğu gibi üst-ast ilişkilerinde de esas olan bireylerin kendine olan saygısıdır. Kendinizden yaş veya konum itibariyle küçük de olsa kurulan iletişimde önemli olan belirli iletişim kurallarına uyma gerekliliğidir. Yaş veya konum olarak yukarıda olanlarla iletişimde ise daha dikkatli olmak ayrıca gereklidir. Toplumumuzda saygı konusu biraz karıştırılır ve argo deyimle “yalakalık” olarak küçümsenir. Saygı temeline dayanmayan tavır ve davranışlar da sert karşılıklara maruz kalır. Üstlerden sert davranışlar beklenir, aslında olması gereken davranışlar yanlış yorumlanıp saygısız sayılabilecek karşılıklar verilir. Bu gibi durumlarda da üst, kendisini yanlış değerlendiren astlara karşı katı tutum ve davranışlara kayabilir. Burada hemen şu noktayı vurgulayabiliriz: karşımızdakinin davranışını büyük oranda biz belirleriz. Saygı temeline dayanan tavır ve davranışlara ters ve sert karşılıklar almamız çok zayıf bir olasılıktır. Eğer böyle bir davranış varsa o da muhatabımızın o anki veya genel ruh sağlığı ile ilgili bir konudur. Yine de bizim saygısızlık yapmamıza gerekçe oluşturmaz. Asıl olan, insanın bütün ilişkilerinde belirli bir düzeyi koruyabilmesidir.

 

            Konuya bu girişten sonra bir de bilimsel temeline göz atalım. Prof.Dr. Doğan CÜCELOĞLU, İletişim Donanımları isimli eserinde toplumların kültürlerini, genel anlayışları, tepkileri açısından iki temel gruba ayırıyor: Korku Kültürü ve Değerler Kültürü. Ve Türk aydınlarının öncelikle bu konuyu tartışması gerektiğini vurguluyor. Gerçekten de davranışlarımızın altında yatan dürtüleri bilemediğimiz için birçok iletişim hatası yapıyoruz ve çoğu zaman farkında bile değiliz, nedenini bilemiyoruz. İçinde bulunduğumuz kültürden almış olduğumuz kalıplara göre de kendimize birçok haklı neden bulabiliyoruz.

 

 

 

İki Yaşam Felsefesi : Korku Kültürü – Değerler Kültürü

 

            Prof. Dr. Doğan CÜCELOĞLU toplumları ve onlara egemen olan kültürleri, yaşam anlayışlarını ikiye ayırmaktadır: korkulacak bir güç olmadıkça insanların ve kuralların dikkate alınmadığı, korku temeline dayanan “Korku Kültürü” ve iç dünyamızı, öznel benliğimizi odak olarak kabul eden, doğru olana önem veren ve doğruları paylaşmayı temel alan “Değerler Kültürü”.

 

Yaşam felsefelerini daha iyi anlayabilmek için, insan olarak var oluşumuzdan kaynaklanan ve öznel benliğimiz tarafından sezgisel olarak ihtiyacını duyduğumuz ve tatmin edilmesini beklediğimiz varoluş ihtiyaçlarını belirlemek gerekmektedir. Bu ihtiyaçlar: 1- Umursanma, 2- olduğu gibi, yargılanmadan kabul edilme, 3- Değer verilme, 4- Yeterli görülüp güvenilme, 5- Sevilme olarak belirlenmektedir. Birbirimizin farkına vardığımız andan itibaren iletişim başlamakta, söylenen ve söylenmeyen her sözün, yapılan ya da yapılmayan her davranışın bir anlamı olmaktadır.

 

Birbiri ile karşılaşan iki insanın birbirinin yüzüne bakması veya bakmaması, selamlaşıp selamlaşmaması “umursanma” ile ilgili bir mesaj değeri ifade etmektedir. Umursanma, kaale alınma varsa, umursananın, bireyin öznel benliği mi yoksa dışarıya gösterdiği sosyal yüzü mü olduğu? da dikkate alınacak iletişim temelidir. Özü itibariyle umursanan,sınırları ve sorumlulukları önemsenen birey “hesap verme” anlayışına sahip  olacaktır ki yaşamsal önemi olan bir niteliktir. İkinci boyutta yargılamadan kabul etme gelmektedir. Yargılama ile kabulde aynı zamanda bir “bozukluk iması” da vardır. Üçüncü boyutta birey kendisini, ait olduğu bütünün vazgeçilmez bir parçası olarak hissetmek ister. Bu ihtiyacı sağlıklı olarak karşılanırsa kendisini “değerli”, eksik karşılanır ya da hiç karşılanmazsa “yalnız” hisseder. Dördüncü boyutta birey kendisini güçlü, yeterli ve güvenilir görmek ister. Başarının temelinde, varoluşun bu boyutuna dayanan “özgüven” yatar. Bilgiyi temel alan akademik (zihinsel) zeka faktörünün başarıdaki oranı %4-5 dolaylarında iken özgüveni temel alan duygusal zeka faktörünün başarıdaki oranı %90’lardan fazla olmaktadır. Beşinci boyutta ise sevilme ihtiyacı vardır. Sağlıklı sevgi ile karşılaşan insanın onuru yücelir ve gelişir.

 

İletişim ve etkileşim sonucu (gelişim sürecinde) birey kendisi ile ilgili bir imaj geliştirir. Eğer varoluş ihtiyaçları sağlıklı olarak karşılanırsa özbenlik imgesi sağlıklı ve güçlü olacaktır. Sağlıksız bir ortamda varoluşunu gerçekleştirmiş ve öznel benliğini yukarıda sayılan beş boyutta besleyememiş ise özbenlik imgesi sağlıksız ve zayıf olacaktır. Bundan sonra bireyin tüm algılama ve yorumları, olaylara verdiği anlam (fenomenolojisi) özbenlik bilinci ile belirlenecektir. Korku ortamında şekillenen özbenlik bilinci güce, maddiyata, sosyal maske ve mevkiye önem verecek, insanın özünü dikkate almayacaktır. Değer ortamında şekillenen özbenlik bilinci ise insan eksenli olacak, varoluş ihtiyaçlarını karşılamaya yönelecektir. Korku kültürü insanın “insan gibi” yetişmesi ve davranmasına imkan vermez, dolayısıyla insanlar gerçek benliklerini göstererek değil “maskeler” kullanarak kendilerini ifade ederler.

 

Ailenin, eğitimin, iş yaşamının ve devlet yönetiminin değerler kültürünü temel alan bir anlayışa sahip olmadığı toplumların çağdaş ve uygar olmaları da mümkün değildir. Denizdeki balıkların suyun farkına varamaması gibi bizler de yetiştiğimiz ortamı doğru değerlendiremeyebiliriz. Değişim ve gelişimleri bir de bu gözle değerlendirerek CÜCELOĞLU’nun“İletişim Matrisi”ni üst – ast ilişkilerine uyarlayıp bir sonuca ulaşmaya çalışalım.

 

 

                 Üst – Ast  İletişim Matrisi

 

 

 

Ortam – Birey

Etkileşimi

O R T A M

( Kuralları koyan olarak)

Ü  s  t

Olumsuz

(-)

Olumlu

(+)

B İ R E Y

(Amirin Muhatabı)

A s t

 

Olumsuz

(-)

(1)

KORKU

(-) (-)

(2)

HAYAL KIRIKLIĞI

(-) (+)

 

Olumlu

(+)

(3)

ÖFKE

(+) (-)

(4)

HUZUR

(+) (+)

 

 

 

 

            Matrisin (1) numaralı bölümünde, (amirin muhatabı olan) ast da, (ortamı, kuralları koyanı temsilen) amir de   korku kültürünü benimsediğinden ilişki “KORKU” olarak tanımlanmakta ve yapılan davranışlar normal kabul edilmektedir. Göreceli bir denge hali söz konusudur.

 

(2) numaralı bölümde, ast korku kültürünü benimsemişken, amir değerler kültürüne sahip ve ona göre davranmaktadır. Sonuç her ikisi açısından da “HAYAL KIRIKLIĞI”dır. Ast amirinin davranışını, benimsediği korku kültürü çerçevesinde değerlendirerek onun acizliğine hükmetmiş, şaşırmış ve saygı göstermeye değer bulmamaktadır. Amir de hayal kırıklığı içindedir, astına normal bir davranış göstermiş, karşılığında sayılmama olarak yanıt almıştır. Bu durumda iki seçeneği vardır: 1- astının beklentisine uygun davranışa geçmek, 2- sabrederek muhatabının anlayış değiştirmesini beklemek. Birinci yol şüphesiz en kolay olandır, ama ikinci yolu tercih etmek ise erdemli bir davranıştır. 

 

 (3) numaralı bölümde ast değerler kültürünü benimsemiş ve ona uygun beklenti içerisinde, üst (amir) ise korku kültürünü benimsemiş ve gösterdiği davranışlar o doğrultuda. Bu durumda ortaya çıkan ise “ÖFKE”dir. Ast, kendisinin bir değere sahip olduğunu bilmekte, özgüven sahibi olduğundan beklentisi bu yönde olmakta, koşulları belirleyen üst ise korku kültürü davranışı gösterdiğinden beklentiler çatışmakta ve ortaya öfke çıkmaktadır. Ortaya çıkan bu durumun uzun süre devam etmesi olanaksızdır. Uzun vadede “HUZUR” ortamına dönüşmesi olasılığı yüksektir.

 

(4) numaralı bölümde ise hem ast hem de üst değerler kültürünü benimsemiş ve ona uygun davranış gösterdiğinden ortaya “HUZUR” çıkmaktadır. Her iki taraf da yükümlülük ve sınırlarını sağlıklı olarak değerlendirdiklerinden herhangi bir sorun çıkmamaktadır.

 

            Sosyal statü ve rollerimiz bir kenara, ilişkilerimiz saygı temeline dayanmadıkça iletişimimiz de sağlıklı yürümez. Özü itibariyle saygı temeline dayanan, genel anlatımı ile Türk aile terbiyesi, özelde de meslek terbiyesi olarak ifade edilen kurallara uyulması halinde herhangi bir iletişim kazasının çıkacağını tahmin etmiyorum. Burada toplumun genelinin değerler kültürü normları çerçevesinde kişiliklerini kazanmış ve kendini toplumun değerli bir parçası olarak hissediyor olması önem kazanmaktadır. Ayrıca iletişimde, beden dilinin % 55-57, ses tonunun % 30-33, mesaj içeriğinin ise % 10-15 oranında önem kazandığı da göz önünde bulundurularak mesaj içeriğinden çok beden dili ve ses tonuna dikkatin ön plana çıktığına dikkat edilmelidir. Aile terbiyesi ya da meslek terbiyesi olarak ifade edilen ve özü itibariyle aynı içerikte olan kurallarda da ön plana çıkan, iletişimde fevkalade önemli olan beden dili davranışlarıdır.

 

Burada vurgulamak istediğimiz konu, değerler kültürü çerçevesinde, demokratik tutum ve davranışların astlarca yanlış değerlendirilmemesidir. İdeal olan, toplumumuza değerler kültürünün hakim olması, herkesin kendini toplumun değerli bir parçası olarak hissetmesi ve iletişim davranışlarının normale dönmesidir. Bu bağlamda, etrafa korku salma, korkuların yön verdiği davranışlarla günü kurtarma devrinin de sonuna gelindiğini, toplumumuzun belirli bir sürece girdiğini, bu sürece karşı durmaya çalışanların, direnç gösterenlerin başına ise otoyolda geri dönmeye çalışan araçlara olabileceklerin geleceğini söyleyebiliriz. Bu süreci kazasız belasız tamamlamalı ve çağdaş dünyada hak ettiğimiz yeri almalıyız.