Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

BİR İÇ GÜVENLİK SOHBETİ

 

 

 

Mustafa YİĞİT[*]

 

            Devletler yaşamlarını değişen dünya koşullarına uyarlayarak sürdürürler.

            Dünyamız bir dönem “Çok Milletli Devletler” diğer bir isimlendirme ile “İmparatorluklar” çağı yaşamıştır.

            Büyük Britanya İmparatorluğu

            Fransız-Cermen İmparatorluğu

            Avusturya-Macaristan İmparatorluğu

            Osmanlı İmparatorluğu ve diğerleri.

            Birinci dünya savaşı Çok Milletli Dönemi sona erdirmiş onun yerine “Tek Milletli Devletler” dönemini başlatmıştır.

     Osmanlı İmparatorluğu birinci dünya savaşına Alman İmparatorluğunun bir müttefiki olarak katılmış ve Almanya müttefiklerinin yenilgilerini kabul etmelerinden sonra 30 Temmuz 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşmasını, 10 Ağustos 1920 tarihinde de Sevr Antlaşmasını imzalayarak o da yenilmişliğini kabullenmiştir.

          Ancak Osmanlı İmparatorluğu yönetiminin yenilgiyi resmen kabul etmesine karşın, Osmanlı Ümmeti  içerisinde ana öğeyi oluşturan Türkler yenilgiyi kabul etmemiş ve büyük devlet adamı Mustafa Kemal’in yönetiminde kurtuluş savaşını başlatmıştır.

       Denebilir ki; Türk kurtuluş savaşı bir bakıma biz Türkler açısından birinci dünya savaşının devamıdır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu yönetiminin imzaladığı Sevr Antlaşması Türkler için uygulama olanağını bulamamıştır.

           Osmanlı İmparatorluğunun dağıtılmasından sonra tarih sahnesinden yirmiden fazla tek milletli devlet yer almıştır.

          24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Antlaşmasıyla Türkiye’de dünya devletler toplumunda tek milletli üniter yapıda bir devlet olarak yerini alırken Osmanlı Ümmetinin ana bölümünü oluşturan Türkler de uluslararası platformda Millet Kimliğine kavuşmuştur.

      Padişah olarak siyasi gücü, Halife olarak da dini gücü elinde bulunduran  Osmanlı Hanedanına son veren Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş genç Türk devleti Rejim olarak Cumhuriyet yönetimini seçtiğini 29 Ekim 1923 günü tüm dünyaya ilan etmiştir.

           Genç Türk Cumhuriyeti Demokratik, Laik ve Sosyal hukuk devleti olmayı hedeflemiştir.

        Bu hedefini gerçekleştirmek için bölgesindeki devletlerle siyasi ilişkilerini geliştirmiş ve öncülüğünde gerçekleştirdiği Balkan Paktı, Saadabat Paktı gibi siyasal organizasyonlarla Dünya siyasetinde saygınlığını gerçekleştirmiştir.

      Bir  diğer taraftan da ülke içerisinde gerçekleştirilen Reformlarla medeni aleme doğru emin adımlarla ilerlemeye başlanmıştır.

            Bu çalışmalar sürdürülürken ikinci dünya savaşı başlamıştır.

            Altı yıl süren bu korkunç savaşa Türkiye Cumhuriyeti katılmamıştır. Ancak ülkede olumsuz etkisi yaşanmıştır.

Savaşın sonlarına doğru müttefikler Rusya-Yalta da yaptıkları konferansta Almanya’ya savaş ilan etmiş devletlerin kurucusu olarak yeni uluslar arası bir örgütün kurulmasını karar altına almışlardır.

         Türkiye Cumhuriyeti de bu örgütün kurucuları arasında yer almak için, savaşın bitmesine 43 gün kala, 23 Şubat 1945 günü Almanya’ya savaş ilan etmiştir.

        Bu savaş ilanı sembolik bir göstergedir. Türkiye Cumhuriyetini söz konusu bu yeni uluslar arası örgütün kurucuları arasında yer almasını sağlamıştır. Bu örgüt bu günkü Birleşmiş Milletler organizasyonudur.

      Üçüncü dünya savaşı sonunda bu örgütle TEK MİLLETLİ DEVLETLER dönemi sona ermiş ve ÇOK DEVLETLİ KURULUŞLAR dönemi başlamıştır.

            Çok devletli kuruluşlar kuralı içinde her gün daha da gelişip değişen dönem içerisinde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” kuralına bağlı olarak batının katılımcı demokrasileriyle medeniyet öğelerini hedeflemiştir.

     Bu gün de gerek Kamuoyumuz  gerekse hükümetimiz Ekonomik politikası için İMF (İNTERNATİONAL MONEY FOUNDATİON) ve WB ( WORLD BANK) ile  sosyal politika itibarı ile de Avrupa Birliği (AB) ile ilişki içindeyiz.

            Toplumumuzun bu günlere erişmesinde geçirdiği evreleri özet olarak kısa başlıklar halinde şöyle özetleyebiliriz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Kurtuluş savaşının bitiminden sonra 1 Kasım 1922 günü kabul ettiği bir kararla saltanat ve hilafeti birbirinden ayırıp  saltanatı kaldırmıştır.

           17 Kasım 1922 günü son Osmanlı padişahı Mehmet IV. ( Vahdettin) bir İngiliz savaş gemisi ile Ülkeyi terk etti. 18 Kasım 1922 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Abdülmecit Efendiyi halife ilan etti.

            24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşması imza edildi.

            29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edildi.

            3 Mart 1924 tarihinde “Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmanlının Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” kabul edilerek, Hilafet tarihe karıştı.

          Fakat bu demek değildir ki her şey düzelmiştir. Özellikle iç güvenlik sorunu en önemli konu olarak her zaman Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerini uğraştırmıştır.

            Öncelikle belirtelim ki ülkemizin jeopolitiğinden kaynaklanan bir bölgesel tehdit unsuru vardır.

          Hudut komşumuz olan sekiz ülkede altı ırk yaşamaktadır. ( Helenler , Slavlar, Acemler, Ermeniler, Araplar) bunlar altı farklı dil konuşurlar. Farklı dini inanç ve geleneklere sahiptirler. Zaman zaman birbirleriyle çakışan ideolojilere ve ihtiraslara inanmış rejimler tarafından yönetilmektedir.

            Bunların bir birleriyle veya yönetimleriyle yöneticilerinin çatışmaları ülkemizde kendini gösterir.

            Örneklemek gerekirse:

  1. Ruslarla çarpışan Çeçenler Trabzon’da gemi kaçırır veya İstanbul’da otel basıp rehine alır.
  2. İran İslam Cumhuriyetinin Militanları uluslararası anlaşmalara  uygun olarak ülkemize iltica etmiş İran İslam rejimi karşıtlarını Türkiye’de öldürür veya İran’a kaçırmaya çalışır.
  3. Filistin kurtuluş örgütü militanları İsrail’e karşı eylem için Yeşilköy hava alanını basar veya kendi amaçları doğrultusunda Türk koruma görevlisi polislerini öldürüp Mısır Büyük Elçiliğini basarak diplomatları rehin alır. Diğer bir tehdit odağını da dünya güç merkezleri oluşturur.

Tarihin her döneminde güç merkezleri kendi stratejik hedeflerine varmak için bir çok ulusu etkileyecek şekilde, dönemlerinin genel yapı ve şartlarına uygun tehditler üretmişlerdir.

         Bu tehditlerde iyi niyetin kötüye kullanılma kaynağını din ve etnik yapı gibi yapmacık sebepler oluşturmaya devam etmişler ( Haçlı Seferleri, Panislamizm)

         Daha sonraları ise; Sosyo/ Ekonomi ve Siyasi etkenlerle bütünleşen ideolojileri kullanmışlardır.

         Günümüzde ise Terörizm ön plana çıkarılmıştır.

    “Bu noktada HABER ALMA, HABER NARKOTİK, İSTİHBARAT, ESPİYONAJ VE ÖZELLİKLE GİZLİ EYLEMLER sözcüklerinin tanımlamalarının çok iyi bilinmeleri gerektiğine dikkat çekmek isterim.”

        Bu dış kaymaklı tehdit odaklarından başka içten kaynaklanan tehdit odaklarını da şöylece sınıflandırabiliriz.

1-     Aşırı Sol

2-     Aşırı Sağ

a)Irkçı

b)Dinci

      81 yaşına erişmek üzere olan Cumhuriyetimin bu süre içerisinde iç güvenliği tam anlamı ile gerçekleştirebildiğini savunmak oldukça güçtür.

       Çünkü 81 yıl içerisinde ülkemizin çeşitli yörelerinde ve çeşitli sürelerde güvenlik sorununa ilişkin olarak 14 defa Sıkı Yönetim ilan edilmiştir.

Ayrıyeten ülkemizin büyük bir bölümü yirmi yılı aşkın bir süreyle, yine güvenlik sebebiyle, olağanüstü hal hükümleri dahilinde yönetilmiştir.

            Kuşkusuz gerek Sıkı Yönetim gerekse olağanüstü hal uygulamaları hukukidir. Hem Anayasal ve hem de Yasaldır.

          Ancak bu yönetim tarzlarının uygulanabilme olanağını veren yasalardaki gerekçelerin işaret ettiği tehlikelerin vahameti her türlü açıklamanın dışındadır.

            İlaveten ülkemizde üç askeri müdahale yaşanmıştır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980.

        Bu askeri eylemlerin hiç birisini, bazı çevrelerin tanımladığı gibi, hükümet darbesi, ihtilal veya inkılap gibi sözcüklerle tanımlamak doğru değildir.

            Hepsi bozulan huzuru ve sükutu sağlamak, kardeş kavgasına son vermek, demokrasiyi güçlendirmek, Atatürk ilkelerine bağlılığı sağlamak, sonrada seçimi yaptırıp kışlalarına çekilmeyi ilk bildirilerinde açıkça ifade etmişleridir.

            Diğer bir anlamla bu askeri eylemlerin  icrası da iç güvenliğe ilişkindir.

           Devlet düzenimizin sağlıklı işlemesinde ve toplumumuzun huzur ve güven  içerisinde gerek ekonomik alanda ve gerekse sosyal yaşamda kısa zamanda kazandığı gelişmeler  güvenlik güçlerimizin, özellikle Polis Örgütümüzün, özverili çalışmalarını inkar etmek olanaksızdır.

            Görüldüğü gibi ülkemizin iç güvenlik sorunu endişe edici boyuttadır.

            Buna paralel olarak iç güvenlik güçlerimizin ve özellikle de polis gücümüzün çok ihmal edildiği ortadadır.

            Sosyal bir tanımlamaya göre polis gücü Halk ile Hükümet ilişkilerini düzenler.

        Yapılan değişikliklerle yamalı bahçaya dönmüş 1932 tarihli Polis vazife ve Selahiyet  Yasası ile 1937 tarihli Emniyet Teşkilat Yasası ne Kamuoyumuzun  ne de Polis gücümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değildir.

            Polis gücümüzün durumu ayrıca ve en kısa zamanda değerlendirilmelidir.

 



[*] Emekli Emniyet Genel Müdür Yardımcısı