Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

‘BİR DİNOZORUN ANILARI’NDA İHTİYARLIK OLGUSU[1]

 

Emin SEMİZ[*]

 

Prof. Dr. Cahit Kavcar, emekli öğretim üyesi Mina Urgan’ın ‘Bir Dinozorun Anıları’ isimli otobiyografik çalışmasını; “Türk anı edebiyatının son yıllardaki en çok ilgi gören ve geniş yankılar uyunduran örneklerinden biri”[2] olarak değerlendirir. Yine Kavcar’a göre, “Yazarın olağanüstü içtenliği, zengin birikimi, renkli kişiliği, her şeyi açık açık yazması, küçük ayrıntıları bile yakalayıp yansıtması, Türkçe’yi büyük bir ustalıkla kullanması, esere ayrı bir çekicilik katmaktadır.”[3] Bu yönüyle ‘Bir Dinozorun Anıları’ adlı eser, okuyuculardan büyük ilgi görmüş ve uzun süre ‘çok satan kitaplar’ arasındaki yerini korumuştur.

Eseri okurken yazarın anılarını okumaktan çok dinliyorsunuz. Urgan bir okuyucu kitlesine değil de, adeta bir dinleyici kitlesine hitap ediyor gibi: “Kah ironik[4], kah didaktik[5], fakat hep aynı yalın dille; daldan dala atlayarak, ama bahçeden de çok uzaklaşmadan.”[6] Tabii ki Mina Urgan’ın bahçesinden.

‘Bir Dinozorun Anıları’ öyle bir eser ki, üç yüz elli üç sayfalık bu eseri su içer gibi okuyup bir ya da iki günde bitirebilir bir okuyucu. Sanki okuyucunun karşısında her yaştan kişiye sevgiyle yaklaşıp, onunla rahatlıkla iletişim kurabilen, sevimli, cintoş bir teyze var gibi. Müthiş canlı ve hareketli. Bir o kadar da mütevazı. Çoğu zaman Urgan’ın yaptıklarının, yaşadıklarının çok azını bile yapamayanların yanına varılamadığı düşünüldüğünde, her ne kadar toplumun geneli tarafından kabulü mümkün olmayan ve birtakım ahlaki değerlerle ters düşen davranışlar göstermiş olsa da, o sakin, düşünen ve bir yandan da ince ince hem birileriyle hem de kendisiyle gırgır geçen kişiliğiyle Urgan’ı daha bir sevgiyle ve merhametle karşılıyor insan.

Kitap genel olarak yazarın anılarından oluşmaktadır. Bu anılar, tersten yani yazarın yaşlılığından başlayarak anlatılıyor. Genel olarak kitabın savunduğu bir tez ya da bir fikir olmasa da kitabın bütünlüğü ele alındığında kardeşlik, eşitlik, adalet, erdemlilik gibi yüksek değerler üzerine kurulu, temelinde insanın bulunduğu bir görüşün benimsendiği ve bu görüş çerçevesinde yaşanılan ya da yaşanılmak istenen hayat üzerine bina edilmiş bir eser olduğu söylenebilir.

Eserden anlaşıldığına göre: Mina hanım, belli ki çok iyi eğitim görmüş, Türkiye’nin önde gelen siyasetçi ve sanatçılarının ortamında yetişmiş ya da bulunmuş, ayrıca kendi uzmanlık alanı olan İngiliz Dili ve Edebiyatında eserleriyle ustalığını kanıtlamış önemli bir bilim kadını. Onun yaşam tarzında, İstanbul’un ve bir Osmanlı hanımefendisi olan annesi Şefika hanımın verdiği soyluluk fark edilebiliyor. Bu soyluluk öyle görüntüde değil; ayağı yere basan, ciddi, söylediği sözün ardında duran, içi dışı bir olan soyluluk.

Nesiller arası büyük kopuklukların yaşandığı çağımızda, tarihe mal olmuş, cumhuriyetle yoğrulmuş bir kişinin geçmişle gelecek arasında bu eser aracılığıyla kurduğu sentezin, bir dönemin kendi şartları içerisinde daha iyi anlaşılmasına önemli katkılar sağladığı ya da sağlayacağı düşünülebilir.

Yaşının ve derin bilgisinin verdiği otoriteyle halkı eğitmeye çalışan bir profesör olan Mina Urgan’ın anıları: Sade, içten, açıkyürekli hatta saf, kendinden kuşku duyan ve yerine göre kendiyle alay etmesini bilen, sıcak ve zekice yazılmış bir eserdir. Bu eserinde Mina Urgan her ne kadar ironik bir anlatımla aksini söylese de, eskimiş, vazgeçilmiş bir dünyanın değerlerini değil, özlenen pek çok şeyi dile getirmiştir. Urgan’ın kendini ve düşüncelerini ebediyete taşımak istercesine kaleme aldığı bu kitabı okuduktan sonra insanın içinden şunu söylemek geliyor: ‘Ne mutlu bu şekilde dinozorum diyebilenlere.’

‘Bir Dinozorun Anıları’ okunduğunda, insan, bir insanın kısacık hayatına neler sığdırabileceğini görüyor ve zaman zaman da yaşananlara hayret etmekten kendini alamıyor. Eserde yazarın hayatını daha doğrusu anılarını okumuyor, sanki tarihten bir kesit yaşıyorsunuz. Aydınlık kişiliğiyle o; öğrencilerine, dostlarına, tanıdıklarına ve tanımadıklarına hep bir ışık kaynağı bir kılavuz olmuş ve bu işi yapmaktan hiç bir zaman bıkmadığını, usanmadığını bir bakıma bu kitapla haykırmıştır. Bu kitap, Mina Urgan’ın yalın, mütevazı, zengin ve bir o kadar da duyarlı kişiliğinin anıtsal bir kitabesi gibidir.

Urgan’ın anılarının “Yaşlılık ve Ölüm” başlıklı birinci bölümü diğer bölümlere oranla oldukça ilgi çekici bir öneme sahiptir. Hatta bu bölümün diğer bölümleri gölgede bıraktığı bile söylenebilir.

Urgan eserinde, bir yandan anılarını yeniden yaşarcasına anlatırken, diğer yandan da hem kendi yaşlılığından hareketle diğer yaşlıları ele alarak ‘yaşlılığın psikolojisini’ irdelemiş, hem de ‘olması gereken’ yaşlılığı anlatarak ‘yaşlılığın felsefesini’ yapmıştır.

Yaşlanmanın dünyanın sonu demek olmadığını, her dönemin kendine özgü özellikleri ve sıkıntıları bulunduğunu vurgulayan yazar, zaman zaman filozofça tavırlar almaktadır. Yaşlanmayla her şey biter mi? Gençlik dönemi insan yaşamında gerçekten en mutlu dönem midir? En azından bu durum herkes için geçerli midir? Yaşlanmakla yaş almak aynı şeyler midir? Yaşlanmak utanılacak ya da üzülecek bir durum mudur? Bir insanın yaşamında en güzel yıllar  yazara göre hangi yıllardır? Yaşlılıkta nasıl mutlu olunabilir?[7] gibi yaşlılığın felsefesi ile ilgili pek çok sorunun cevabını vermiştir:

“Anılarıma başlarken her şeyden önce, gençliliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında nerdeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiç bir gencin, ‘genç olduğum için aman ne mutluyum’ dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar ‘ah! gençken ne mutluydum!’ diyerek kendilerini aldatıp dururlar…”(s.10).

“Gençliği bir mutluluk dönemi sanmak yanılgısına düşenler, ihtiyarlığı da, acıklı, hatta biraz ayıp bir dönem sayıyorlar. ‘Artık ben ihtiyarladım’ deyince, ‘hayır ihtiyarlamadınız, sadece yaşlandınız’ diyorlar. Sanki ihtiyarlamak ve yaşlanmak aynı anlama gelmiyormuş gibi, ‘ihtiyarlamak’ hafifçe müstehcen bir sözcükmüş gibi. Bir de ‘sizi çok iyi gördüm’ lafı var. Benden genç olanlar, benimle karşılaşır karşılaşmaz, ‘sizi çok iyi gördüm’ diyorlar selam yerine. Bunu otomatik olarak söylerken, iyiniyetliler, ‘vah zavallı! Amma da çökmüş!’ diye düşünüyorlar. Kötü niyetliler de, ‘bu moruk da hala ayakta kaldı.’ diyorlar içlerinden.” (s.11.12).

“Oysa ihtiyarlamak, hiç utanılacak bir durum değil, üzülecek bir durum da değil. Bernard Shaw, yaşını açıkça söyleyen bir kadından korkulması gerektiğini; çünkü bunu açıklayan bir kadının her şeyi açıklayabileceğini söyler. Yaşımı belirtmekten hiçbir zaman çekinmedim. Hatta iyice ihtiyarlıktan sonra, biraz gururla, neredeyse öğünerek ilan etmeye başladım tam kaç yaşında olduğumu.” (s.12).

“Bana kalırsa, insan yaşamında en güzel yıllar gençlik değil, otuz beş ile kırk beş arasıdır. Gençliğin sıkıntılarından kurtulmuş, yaşlılığın sorunlarıyla henüz karşılaşmamışsınızdır. Ne çare ki, o güzel yıllar da geçer, her şeyin gelip geçtiği gibi. Atmışından sonra, çok güç bir dönem başlar. Artık genç olmadığınız, orta yaşlı da sayılamayacağınız, yaşlanmaya yüz tuttuğunuz gerçeğine katlanmak zorunda kalırsınız. Hiç de kolay değildir bu. Ama bu acı gerçeğe katlananlar, ‘artık ben yaşlıyım’ diyenler, aklın alamayacağı bir rahata kavuşurlar. Eğer sağlık durumları az çok yerindeyse, hiç kimseye muhtaç olmadan bir evde yalnız yaşayabiliyorlarsa, yaşlılığın huzurlu, hatta mutlu bir dönem olabileceğini anlarlar. Bunu anladıktan sonra da, yaşlılığın nimetlerinden yararlanabilmenin yolunu arayabilirler… ‘Dinç’ denilen türden bir ihtiyar olarak ayakta kalabilmem, talihimden başka hiçbir şey değil aslında. Bunu ben de çok iyi biliyorum. Ama şımarıklığımdan ötürü, bunu yalnız talihin değil, kendi marifetim saymaya başladım. Öğünmek gibi olmasın ama, bekli de biraz kendi marifetimdir dinçliğim. Çünkü ‘iyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir.’ sloganını benimsedim. Öteki ihtiyarların çoğu gibi, saatlerce sağlık durumundan yakınarak kimsenin kafasını şişirmiyorum. ‘Şuram ağrıyor, buram sızlıyor’ demiyorum, gerçekten de şuram ağrıdığı buram sızladığı halde.” (s.12-13).

Urgan’ın şiirlerinde de yaşlılığa övgü vardır. O amatörce olsa da; saf, sade ve iddiasız şiirimsilerinden birinde şöyle der:

“İlk sevdiğim çikolata kokardı.

Son sevdiğim ölüm.

(Aradakilerin kokusu yoktu.)

Ben ölüm kokan son sevgilimi sevdim en çok…” (s.53).

Görüldüğü üzere Urgan, yaşlılığı, hakkını vererek yaşamıştır: O, bir yandan hayatın nimetlerinden yararlanmış, bir yandan da külfetlerine rıza göstermiş, ama hiç şikayet etmemiş ‘yiğit’ birisidir.

Urgan, zaman zaman düşüncelerini, kitabın adının oluşumuna kaynaklık eden ve genelde değişime direnen yaşlılara yakıştırılan ‘dinozor’ sözcüğü ile ilişkilendirmektedir:

“Bunlar çok dinozorca düşünceler elbette. Ama dinozorca düşünmekten hiç mi hiç utanmıyorum. Günümüzün para hırsına kapılmış sözümona çağdaş kafalı kişilerinden biri olmak çok daha fazla utandırırdı beni.” (s.248).

Urgan bir ‘dinozor’ değildir elbette. İlla da ona ‘dinozor’ denecekse, ‘bilinen anlamından farklı bir dinozor’ demek gerekir. Aslında ona; ‘yarı kemalist – yarı komünist bir aydın prototipi’ demek daha doğru olacaktır belki de.

‘Dinozor’ sözcüğü, daha çok ‘eski tüfek solcular’ için, gerek aynı düşüncenin sonraki versiyondan temsilcileri, gerekse düşmanları tarafından nesillerinin tükendiğine atıfla ve biraz da alaycı bir tarzda kullanılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, bugün, sadece solcularda değil, kendini yenilemeyen ya da yenilemekte direnen her düşünceden ‘dinozor’a rastlamak mümkündür.

Bu anlamda Urgan, eğer bir dinozor sayılacaksa politik görüşlerini değiştirmediği/yenilemediği belki de daha da geliştirmediği için bir ‘dinozor’ sayılabilir ama normal yaşamında o, ne istediğini ve ne yaptığını gayet iyi bilen, bu durumuyla yani ‘dinozor’luğuyla övünecek kadar da bilinçli bir “muhabbet kuşu”[8]dur.

Bugün nice insan vardır ki, birikimlerini yazıyla gelecek nesillere aktarmak yerine mezara götürmeyi yeğlerler. Yazan ve arkasında önemli eserler bırakanları tenzih ederek ifade etmek gerekirse, bu biraz da Türk insanının düşünme, okuma ve yazma özürlü oluşundan kaynaklanmaktadır. Haksızlık olmasın; konuşma yetimiz hiç de kötü sayılmaz. Doğru-yanlış demeden konuşuruz. Ama konuşma aracı olan söz yazı gibi kalıcı değildir. ‘Söz uçar yazı kalır’ demiş büyüklerimiz. Söz; söylenmesiyle, dışa vurulmasıyla sadece orada bulunanlara etki eder ve sonra yitip gider. Belli belirsiz bir iz bırakır kafalarda, belleklerde. Ama yazı öyle değildir. Yazı, çağlar ötesinin birikimlerini günümüze taşıyan, geçmişin ve bugünün birikimlerini de geleceğe taşıyacak önemli bir iletişim aracıdır.

Urgan, adeta Türk insanındaki bu özrü kırmak istercesine bir çalışma ortaya koymuştur. Yaşlılığın, hastalığın arkasına sığınmaksızın zevk duyarak yapmıştır bu işi. Bu yönüyle onun ölümüne yakın bir zamanda ortaya koymuş olduğu bu eser, yaşlılıkta sürekli konuşarak, her şeyden şikayet ederek hayatı anlamsızlaştıran ve yakınlarının yaşamlarını da çekilmez hale dönüştüren (birikimli) ihtiyarlara iyi bir örnek teşkil etmektedir.

Not: Bu yazı, Mina Urgan sohbetiyle böyle bir yazı yazma fikrini bende uyandıran Türkiye Emekli Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin müdavimi sevimli büyüğümüz Emekli Emniyet Müdürü İsmail Baykıl’a ve bu dergide anılarını yazarak geçmişin aydınlanmasına katkı sağlayan ve geleceğe ışık tutan Emekli Emniyet Müdürü Kemal Çelebi’ye ithamımdır.



[*] Emniyet Amiri, Eğitim Dairesi Başkanlığı



[1] Mina Urgan, 2001. “Bir Dinozorun Anıları”, Yapı Kredi Yayınları, 62. Baskı, İstanbul.

[2] Cahit Kavcar, 1999. “Edebiyat ve Eğitim”, Engin Yayınevi, 3. Basım, Ankara, s.245.

[3] Cahit Kavcar, aynı, s.245.

[4] Yazarın anlatmak istediği şeyi tersini ifade ederek belirtmesi, anlayışlı okuyucunun söylenmek isteneni anlaması.

[5] Bir şeyi kafasına vura vura öğretme cabası taşıyan, öğretici.

[6] Reha Yünlüel, “Kendini ‘Dinozor’ Sanan Muhabbet Kuşu”, Web: http://www.imece.org/arsiv/dinozor.html.

[7] Cahit Kavcar, ön.ver, s.245.

[8] Reha Yünlüel, ön.ver, Web: http://www.imece.org/arsiv/dinozor.html.