Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Anı Köşesi

Bu sayıda Polis Kolejinden yetişip, birisi eğitim alanına geçerek mezun olduğu okulda öğretmenlik ve bilahare Akademik kadroya geçen Kolej 2.devreden dayım ve diğeri daha genç bir kardeşimizin anılarına yer veriyoruz.

Ahmet Nişancı, (1962 Polis Koleji)

Nüfus kaydına göre, 26.01.1943 Malatya doğumlu. İlkokulu Malatya’da (1954), Ortaokulu İstanbul-Fatihte (Gelenbevi O.O) (1958) okuduktan sonra, bir yıl Malatya Lisesinde okudu (1958-1959). Polis Kolejine yeğeni İbrahim Yıldız’ın teşvik ve yardımıyla 1959 yılında girmiş ve 1962 yılında mezun olmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü adına burslu olarak okuduğu Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Fiziki Coğrafya ve Jeoloji Kürsüsünden Haziran/1966 döneminde mezun olmuş ve Polis Koleji Coğrafya Öğretmenliğine atanmıştır. İki yıla yakın bir süre aynı görevde kaldıktan sonra, Milli Eğitim Bakanlığının açtığı sınavı kazanarak, 1416 sayılı kanun uyarınca burslu olarak yurt dışında Almanya’da doktora öğrenimi için görevlendirilmiştir.  Mayıs/1973 ayında yurda dönerek, Erzurum-Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümünde Dr. Asistan olarak atanmış; daha sonra aynı kadroda Yardımcı Doçent unvanıyla görev yapmıştır.  Nisan/1980 ayında doçentlik sınavlarını başarıyla tamamlamıştır. Öncesinde kısa süreli (altı ay) yurt dışı görevlendirmesi (İngiltere) ile ikinci bir yabancı dil ve mesleki bilgi geliştirme imkânından yararlanmıştır. Kadrosuzluk nedeniyle atanamadığı  doçentlik kadrosunu, Samsun-Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Coğrafya Anabilim dalında bulmuş; Ailece Samsun’a  taşınmışlardır. Profesörlüğe yükselme ve atanma işlemlerini orada tamamlayarak, öğretim üyeliği görevini Samsun’da devam ettirerek, 26.01.2010 tarihinde, yaş haddinden emekli olmuştur (44 yılı aşkın bir süre sonunda). Şubat/2010 ayından beri emeklilik yıllarını Ailece yerleştikleri Ankara’da geçirmekte, yaz aylarında Ayvalık’ta bulunmaktadırlar. İki oğlan, bir torun sahibidirler.

Malatya Lisesinde geçirdiğim başarısız bir eğitim-öğretim yılının (1958-59) moral bozukluğu ile İstanbul’a dönmüş bulunuyordum. Lise öğrenimimi nerede ve nasıl sürdüreceğimi bilemez durumdaydım. O günler Ankara Polis Kolejinde birinci yılını başarı ile okumuş olan, geleceğinin parlak günlerinin hayallerini anlatarak beni de heveslendiren yeğenim İbrahim Yıldız’ın teşvikleriyle kararımı o yönde vermiş oldum. Böylece Polis Kolejine giriş için başvuruda bulunmuş ve sınavına girmiştim.

Sözlü sınavları için sonbahar aylarında Ankara’ya gitmiş, orada da başarılı olmuştum. Giriş için yapılan sınavlardan birisi Tarih dersine aitti, dersin öğretmeni Cahide Hoca Hanım, benim İbrahim’in dayısı olduğumu öğrenmişti. Bu durum benim için belki olumlu bir referans teşkil etmişti!..Benim için en zoru beden eğitimi sınavında demir direklere kollarımla tırmanmak olmuştu. Sınav sonuçlarının sonraki günde ilan edilmesiyle büyük bir  sevinç yaşamış ve yaşamımda yeni bir dönemin başladığına inanmıştım…

Polis Kolejinde öğrencilik yıllarımda her biri çok değerli öğretmenler tanımış, onlardan bilgi ve yaşam deneyimi, yurt ve toplum sevgisi kazanmıştık. Özellikle anılarımızda yer eden Cahide Hoca, Korhan Hoca, Arif Nihat Asya, Nejdet Sancar Hocalar,Sami Öngör Hoca,İbrahim  Selek Hoca ilk akla gelen örnek insanlardır. Yine o yıllarda birçok arkadaşım da girdikleri üniversite sınavlarında başarılı olmuşlardır. Eğitim-öğretimin nitelikli olduğu yapılan sınavlar ve liseler arası bilgi yarışmalarında görüldüğü gibi, sportif ve kültürel etkinliklerde de kanıtlanmıştı.

Öğretmenlik Anısı

Yıllar sonra, bir gün mezun olduğum ve çok sevdiğim Polis Kolejinde öğretmen olacağım aklıma gelmezdi… Polis Kolejinden mezuniyet sonrası (Haziran 1962 Ankara-Gazi Osman Paşa semtindeki Polis Karakolunda (27 Mayıs) deneyimli memurlar yanında büro hizmetleri hakkında gözlemlerde bulunuyor; geceleri de devriye görevine çıkıyordum. Yıllık iznimi de İstanbul’da ailemin yanında  ve akraba ziyaretleriyle geçirmiş Ankara’ya dönmüştüm. Yeni bir eğitim-öğretim yılında Polis Enstitüsü Yükseköğrenim öğrencisi olarak göreve başlıyor ve maaş alıyorduk. O arada diğer bazı arkadaşlar gibi ben de üniversite sınavına katılmıştım, ancak devam izni alınmayacağı düşüncesiyle Enstitüdeki derslere ağırlık vermiş buluyorduk. Hukuk ağırlıklı ve mesleki derslerde başarılı bir şekilde not ortalaması “üstü mizan” değerleri üzerinde tutturmuş bulunuyordum. Yine o günlerde birkaç ay öncesinden gelişen olaylar dikkatimi üniversite sınav sonuçlarına çevirmiş, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümünü kazandığımı öğrenmiştim. Bu arada, Emniyet Genel Müdürlüğünün Eğitim Şubesinden gelen bir yazıda Polis Kolejine öğretmen yetiştirmek istendiği; bu amaçla ilgili bölümleri kazanmış olanlara burs ve devam izni verileceği duyurulmuştu. Diğer bazı arkadaşlar gibi, ben de önce Enstitüden ayrılmaya istekli olmamıştım. Çünkü maaş alıyordum ve kendimi meslek mensubu olarak görüyor üç yıl boyunca yatılı okuduğum arkadaşlardan ayrılmanın zorluğunu düşünüyordum. Ancak yeğenim İbrahim ve bazı arkadaşlar ısrarla, benim burs alarak üniversitede okumamın ve Polis Kolejinde öğretmen olmamın geleceğim açısından daha iyi olacağını söylemeleri, benim bu yönde karar vermemi sağlamıştı. Geciken kayıt yaptırma işlemine de bazı tanıdıkların araya girmesiyle çözüm bulunmuştu. Artık ikinci yarıyıldan itibaren burslu olarak, on aylık bir memuriyetten sonra, sivil yaşama dönmüş, üniversite öğrencisi olmuştum.

Burslu olduğum sürece Polis Enstitüsünde öğlen ve akşam yemekleri yiyebiliyor, revir katında ayrı bir odada kalıyordum Üniversite öğrencisi olarak, her gün sivil kıyafetlerle dışarıya çıkıyor, Ankara Kızılay ve Sıhhiye’den yürüyerek Fakülteye kadar; ders saatleri dışında kızlı-erkekli öğrenci gurubu ile arkadaşlık ediyorduk. Özellikle sınav dönemleri yoğun olmak üzere, bazen gece yarılarına kadar Milli Kütüphanede çalışıyor ve sınavlarda da başarılı oluyordum. Öyle ki dört yılın sonunda hiçbir dersin bütünlemesine kalmadan “Fiziki Coğrafya ve Jeoloji” Kürsüsünden haziran döneminde doğrudan mezun olan tek öğrenciydim. İkinci yıldan itibaren iki Kolej mezunu daha burslu olarak ayrılmış ve bana katılmışlardı.

Yaz tatillerinde İstanbul’da çoğu zaman ağabeylerimde kalarak, marangoz atölyesinde çalışarak geçiriyor; hafta sonları yeğenlerimle maçlara giderek, plajlarda denize girerek eğleniyorduk. Fakültenin üçüncü sınıfında bir şubat ayı akşamında Bekir Amca’dan kuzenim Mahire Ablanın daveti üzerine gittiğim akraba düğününde gençlik aşkım ve sevgili eşim Sevgin’i tanımış oldum. Böylece yaşamımda ikinci bir dönem başlıyordu. Mutluydum. 1965-66 eğitim-öğretim yılsonunu âdeta iple çekiyordum. Hafta sonları ara sıra kaçamak yapıp müstakbel eşimin yaşadığı Yenimahalle’nin yolunu tutuyor ya da Çankaya’da amcamlarda görüşüyorduk. Öğretim yılı sonunda (Haziran/1966) mezun olmuş ve Polis Kolejinde öğretmenliğe başlamıştım. Aileler arasındaki görüşmeler sonunda söz kesme hazırlıklarına başlanmıştı. 17 Eylül 1967 tarihi evlilik için ilk adımın atılacağı gün bir aksilik yaşanmış; vefat eden Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel anısına törenler iki gün ertelenmişti. Salonda kalabalık bir topluluk vardı, İstanbul’dan yakın akrabalar gelmişti.

Polis Kolejinde öğretmenliğimin ilk yılında heyecanla derslere giriyordum. Sınıf öğretmenliği görevim de vardı. Değerli yeğenim Yusuf Vehbi de ikinci dönem öğrencim olmuştu. Benzer ilginç durumları 1975 yılı yaz aylarında kısa dönem askerlik hizmeti için bulunduğum Zonguldak Devrek ilçesinde de yaşayacaktık. İçlerinde yine yeğenim Yusuf’un da olduğu birçok kolejli öğrencilerimle buluşmuştuk! Birinci yılın sonunda öğrencilerimle hatıra fotoğrafları çektirmiş, onları evlerine göndermiştik. Biz de düğün hazırlıklarına yoğunlaşmış, ev kurma yolunda ağabeylerimden destek almıştık. 06.07.1967 tarihinde, sıcak bir yaz akşamı o tarihte Anıttepe’deki Polis Koleji ve Polis Enstitüsü bahçesinde nikâh ve düğün töreni yapılmış ve dünya evine girilmişti. Tören öncesi sağanak yağış beklentisiyle nedeniyle, büyük bir endişe yaşanmış; büyük bir endişe yaşanmış; bina içinde kapalı bir mekân temini düşünülmüş, ancak korkulan olmamıştı. Birkaç gün sonra  (2-3 gün) akrabalarla birlikte tatil amacıyla iki araba halinde İstanbul’a gidilmişti. İstanbul’da akraba ziyaretleri, gezmeler yanında, Murat ağabeyimin Tarlabaşı’ndaki atölyesinde evimiz için yapılan masa ve sandalyelerin oymacılığını da üstlenmiş ve bitirilmesi sağlanmıştı. Ankara’ya dönüşte yeni bir öğretim yılına hazırlanırken Milli Eğitim Bakanlığının açtığı sınava girmiştim. Sınavın amacı 1416 sayılı yasa uyarınca yurtdışında doktoralı öğretim elemanı yetiştirmek ve Üniversitelerde görevlendirilmek olarak planlanmıştı. Polis Kolejinde öğretmenliğimin ikinci yılındaki görevimi sürdürürken, doğrusu Bakanlığın açtığı sınav sonucunu öğrenmeyi unutmuştum. Okuldaki deneyimli bir öğretmen aynı zamanda Laboratuar Şefi olan büyüğüm Emin Bey’in önerisiyle konuyu takip etmiş, sınav sonucunu öğrenmiş ve kazandığımı öğrenince de büyük bir sevinç yaşamıştım. Sonucu tarafıma resmen duyuran jüri başkanı Sayın Hocam Prof. Dr. Rahmetli Reşat İzbırak, alnımdan öperek beni tebrik etmişti.Sonraki günler Almanya’da doktora yapmak ve dönüşte bir üniversitede görev almak hayaliyle,yol hazırlıklarına başlamıştım.Öncelikle Emniyet genel Müdürlüğünden izin almak ve zorunlu hizmet  yükümlülüğünü Milli Eğitim Bakanlığına devir etmek, pasaport çıkartılması vb gibi işleri yerine getirmek yanında, asıl duygusal zorluk meslektaşlardan,arkadaşlardan ve belli bir süre de olsa sevdiklerimden, eşimden,ayrılmak olmuştu!. Her şey çok hızlı gelişti ve ben bir ilkbahar günü (Nisan ayı başında) sevdiklerimle vedalaşarak İstanbul’dan ayrılmıştım…Dönüşte önce Erzurum,daha sonra da Samsun’da öğretim görevline devam edip emekli olunca Kışları Ankara,yazları  ise iki devremin de bulunduğu (Lütfi Zafer Aras ve Özcan Atalay) Ayvalık’ta yaşamımı sürdürüyorum..Polislikten ayrılıp üniversiteye geçtiğim yıllarda meslektaşlarım,devrelerimle hiç bağımı koparmadım, her fırsatta görüşme fırsatı bulup eski günleri yad ettik..Bu arada, Samsun ilinde de her daim Emniyet Müdürleri kardeşlerimle görüştük,karşılıklı ziyaretlerde bulunduk….

İsmet SAYAR

(Polis Koleji 1977,Polis Akademisi 1980)

               Bizim doğduğumuz zamanlarda, memleketimizin durumu, haliyle şimdiki gibi değilmiş.

               Anne-baba, hangi nüfus idaresine kayıtlı ise, doğan çocukları da o nüfus idaresine gidip kayıt ettirmek gerekirmiş.

               O zamanlar yoksulluk diz boyu tabii…

               Rahmetli babam, “Boğulsan da, büyük denizler de boğulacaksın!” diye düşünerek, Toros Dağlarının tepesinde ki Konya’nın Hadim ilçesinden göçüp, Karaman’a gelmiş…

               Dedik ya yoksulluk diz boyu… O zamanlar Karaman’ın hayli dışında bulunan bir yerden, yanında getirdiği paranın büyük bir kısmını vererek, bir dönümlük kadar arsa almış… Üzerine ev yapacak maddi gücü olmayınca, at arabasıyla köylere giderek çerçicilik yapmaya başlamış.

               1956 yılının bahar aylarının birinde; çayır çimenler, delifişek gibi topraktan fışkırıverirken, Karaman’da da ben dünyaya gelmişim…

               Bizim oralarda örftür,  adettendir; baba tarafından, erkek olan, sülalenin en yaşlı büyüğü, çocuğun kulağına önce ezan okur, sonra da uygun gördüğü ismi verirmiş. Babam yetim büyüdüğünden, bu görevi yerine getirmek rahmetli amcama düşmüş…

               O zamanlar memleketimizde iki parti, iki lider varmış.

               Demokrat parti ve lideri Adnan Menderes, Halk partisi ve lideri İsmet İnönü… Rahmetli babam koyu Demokrat partili, rahmetli amcam ise hastalık derecesinde İnönü düşkünüymüş…

               Bizim oralarda, ‘Herkes ismine çeker, ismi gibi olur’ diye bir inanış vardır. Galiba amcam da böyle düşünerek,”Bu çocuk okusun da adam olsun!” diyerek, adımı İsmet koymuş…

               Babam istemese de kabul etmek zorunda kalmış. Büyüklere ses çıkarılmaz, itiraz edilemezmiş ki…

               Adımı koymuşlar ama geçim telaşesinden olacak, bir türlü Hadim nüfus idaresine gidip kaydımı yaptıramamışlar…

1958 yılında annemin küçüğü olan, iki dayımdan, büyüğü İhsan Dayım, askerliğini yapmış, bitirmiş; “Hadim’e gitmeden bir de ablamın yanına uğrayıp hal hatırını sorayım, elini öpeyim” diyerek, bizim eve uğramış…

               Yanımızdan ayrılırken annem, beni kastederek,”Kardeşim oraya varınca, bizim şu çocuğu da nüfusa bir geçirttiriver!” demiş…

               1 Mayıs 1958 tarihi böylece benim doğum günüm oluvermiş… Tombaladan çıkar gibi…

               Ne doğum tarihim doğru, ne doğum yerim.

               Bana; doğum tarihimi sorduklarında hangisini söylesem diye düşündüğüm olur… Gerçek olan 1956 yılını mı? Resmi kayıtlardaki 1958 yılını mı?

               Dünyaya geldiğim Karaman’ı mı? Doğum yeri Hadim olarak yazan nüfus cüzdanımı mı?

               Doğrular yanlış, yanlışlar doğru olmuş…

               Doğum günümü kutlayan tüm dost ve arkadaşlarıma teşekkür ederim. İyi ki sizler varsınız, iyi ki sizleri tanıdım.

               Güzel bir memlekette güzel geleceklere yelken açarak… 🙂

DÜZTABANLILAR POLİS OLAMAZ!

             ÇALIŞ, ADAM OL!

               Bizim zamanımızda; Polis Kolejine girebilmek için, Türkiye bir kaç bölgeye ayrılır, o bölgelerin merkez şehirlerinde, ilk yazılı test imtihanları yapılırdı.

               1974 yılında, Konya’da, bu okulun test imtihanı yapılmış, ben de gidip katılmıştım…

               Epey bir süre sonra bir bekçi, elinde saman sarısı büyükçe bir zarfla gelip, kazandığımı rahmetli babamın bakkal dükkânında müjdelemişti.

               Koleje girebilmek için, yazılı testi geçmek yetmiyordu. Onun kadar, hatta ondan daha da önemli olanı; Ankara’da, Anıttepe’de bulunan Polis Koleji binasında yapılacak olan mülakat dedikleri sözlü sınavda başarılı olabilmekti.

               DÖRT YIL ÖNCE…

               Şimdi bu dünyadan göçüp gitmiş olan, rahmetli babam;

               “Okumak istiyorsan, seni Kuran Kursuna gönderir ‘Hafız’ yaparım, onun ötesine hiç karışmam, çalışır adam olursun,” demişti.

Karşı dükkân komşusu Rıfat amca da;

               “Eşşek kadar olmuşsun! Daha ne okuluymuş… Okuyacak adam; bokundan belli olur, sen kiiiim?, okumak kim?” Diyerek babama koltuk  çıkmış, moral destek vermişti…

               Oysa ortaokul birinci sınıf karnemi alınca, koştura koştura, ayaklarım kıçıma değecek şekilde babamın dükkânına varmış, sevinçle karnemi göstermiştim.

               Karnelerini getiren çocukları anne ve babaları öpüyor, hediyeler alıyorlardı. Bakalım bana ne alacaklardı?

               Karnemde dört dersten ikmale kaldığımın ne anlama geldiğini falan bilmeden…

               MAYMUNNN!.. MAYMUNNN!..

               Annemin sayesi ve desteğinde, 1971 yılında ortaokula tekrar yazılıp, okumaya başlamıştım.

Babam da kendisine göre haklıydı elbette. Çocuk denilecek bir yaşta babasını kaybettiğinden, yetim büyümüş, okul yüzü falan görmemişti.

               Toros dağlarının eteklerinde kurulmuş Hadim ilçesinden Karaman’a göçmüş gelmiş, ayakta nasıl durulduğunu, Kendi başına öğrenmeye çabalıyordu.

               Hayattaki en büyük şansı, askerlik dönüşünde, annemi kaçırarak evlenmiş olmasıydı.

               Annem; inek besler, sütünü sağar satar, yoğurt çalar (mayalar) yoğurt satar, ravağını (kaymağını) çıkarır kaymak satardı. Bahçeye her çeşit sebzeyi, meyveyi eker dikerdi. Nasıl becerirdi bilmem, boşa çıktığında, eline ‘oya’sını alır, örmeye başlar, bitirince onları da satardı. Annem, gerçekten süper bir insandı. Evimiz, şehrin en dışında olduğundan, çeşme suyumuz yoktu. Mahalle çeşmesinden, alüminyum güğümlere doldurup, eve götürürdük. Bazen ben de taşımaya yardım etmek isterdim. O kadar ağır gelirlerdi ki, kollarımız adeta sünerdi. Bazen aklıma takılır; kollarım hafif uzundur, acaba o günlerin hatırası mıdır, diye…

               Kolejde az dalga geçmediler hani; “Maymun, maymun…”

               O zamanlar, tüp gaz olsa bile, bizde yoktu. Annemin iki ocağı vardı, biri mutfağın dibinde, diğeri bahçede. Yemek yapacağında, su ısıtacağında, topladığı çalı çırpıları, bu ocaklarda yakardı. Çeşit çeşit bulgur pilavları pişirirdi. Mercimekli, patatesli, sade, domatesli… En çok mercimeklisini severdim. Onu pek sık yapmazdı, ne bileyim belki de ondandır. Biraz zenginleşince, gaz ocağı almıştık. İçine gazyağını doldurur, pompalardık. Kış günleri çalı çırpı bulmak zorlaştığında, büyük rahatlıktı. Sanırım zenginlik, güzel bir şey olmalıydı… Gaz ocağının tek kötü tarafı, içine hava basmak için fıssık fıssık yaptırdığımız pistonu iki parmağımız arasında tutarken, parmak derilerimizi sıyırmasıydı. Buraları çok kötü acı verirdi.

               Deterjan diye bir şey bilmezdik. Varsa da, bizim haberimiz yoktu. Bahçemizin kenarından akan, bahçe sınırımızı çizen, kanalizasyon sularının da içine verildiği, küçücük bir dere vardı. Suları temiz aktığı zaman, annem, yıkanacak çamaşırları alır, devamlı dere kenarında duran, üzeri nispeten düz bir taşın üzerinde, ağaçtan yapılmış tokucu vura vura kirlerini çıkarmaya çalışırdı. Çamaşırları, ellerimizde bükerek sıkardık. Avuçlarımızın içi acıdan kızarırdı. Sonraları çamaşır leğeni aldık, Arap sabunu aldık, dedim ya zenginlik güzel bir şeydi…

               FOSSUK FOSSUK!

               Karaman’dan dışarı çıkmamıştım. Bulgurhanede çalışırken, işyerine gidiş gelişlerde bindiğimiz at arabasının haricinde, arabaya da binmemiştim. At arabasına bindiğimizde, arabadan aşağı sarkıttığımız ayaklarımız, tekerlere sürtmesin diye, ya iki tekerin arasındaki yeri, ya da arabanın en arkasını kapmaya çalışırdık. Bizden önce binenler, hemen oralara el koyar, bize hava atarlardı. Arabanın arkasına oturmanın tek kötü yanı, arabacı atı hızlandırmak için kırbacı şahlandırdığında, kırbacın ucunun bize de vurmasıydı. En konforlu yerler, arabanın yanlarıydı…

               Kolej imtihanları sayesinde, ilk otobüse, Konya’ya gidip gelirken binmiştim.

O zamanlar havalı Magiruslara binmek modaydı. Konya ile Karaman’ı birbirine bağlayan yol; stabilize dedikleri, sıkılaştırılmış toprak ve taşlardan yapılmıştı. Otobüsler, arabalar geçti mi, kocaman bir toz bulutu oluşurdu.

Bu otobüsler, yollardaki çukurlara girip çıktıkça, fossuk fossuk diye sesler çıkarır, bizler de koltuklarımızdan hoplardık. Çok hoşuma gitmişti. “Neden çok daha fazla çukur olmaz!” diye hayıflanmıştım…

               Karaman’dan Ankara’ya, otobüsle tek başıma gitmiştim. Üzerimde, ortaokula başlarken aldığımız, ince beyaz çizgili, yeşil takım elbisem vardı. Kumaşı çok sağlamdı. Hiçbi yerinde delik bile açılmamıştı. Bu gidişle bütün okulları bununla bitirirdim de, kolları kısa gelmeye başlamıştı. Aslında onun bir kusuru yoktu, benim boyum uzuyordu… Bileklerimle dirseklerimin tam ortasında kalıyordu… Hiç ütü yüzü görmeden geçti gitti garibim!..

               Oysa, ayağımdaki iskarpin ayakkabılar bana hiç sorun çıkarmamışlardı. Eskiyen yerleri olursa, hemen tamirciye götürür, bir güzel yama yaptırırdık. Bu ayakkabılarımı gören insanlardan pek çoğunun kıskandıklarını bilirdim. Yamalı falandı ama gerçek deriden yapılmıştı. Kolay mı öyle köseleden yapılmış ayakkabı alıp da giyeceksin! Kaç gün amelelik yapmak lazımdı kim bilir. Ben, şansımdan, hiç para ödemeden sahip olmuştum.

               Bu ayakkabılar kendiliğinden gelmişti.

–             “Kendiliğinden ayakkabı mı gelirmiş!” diye bilemeyenler olabilir. Olur, olur! Hem de bal gibi olur! İspatlaması mesele değil! Anlatayım, nasıl olabileceğini görelim o zaman!

               ZAYIF ALIRSAN ÜZÜLME!

               Ortaokul ikinci sınıfa gidiyordum. Ders notlarım çok iyiydi. Fen bilgisi veya fizik dersimize, Vahap Aldemir adında bir öğretmenimiz girerdi.

Genç, bekâr, idealist bir öğretmendi. Dersi güzelce bir anlatır, sonra da baştan sona anlattıklarını defterlerimize birer birer yazdırır, yazarken parmaklarımıza ağrılar girerdi. Anlattığı konuların kafamıza girmesi için elinden gelen her şeyi yapardı. Onun dersinden de hep pekiyi alırdım.

               İki gün önce yazılı yapmıştı.

               Yazılı notlarımızı okuması on, on beş gün sürerdi.

               O gün de, dersini anlattı, yazdırmaya başladı.Yazdırırken, sıraların arasında dolaşır durur, yazıp yazmayanların kontrolünü de yapardı.Benim sıramın yanında durdu. Sustu. Bir hayli öylece kaldı. Elimiz kalemde, tetikte bekliyoruz… Elinin birini, dikildiği yerden omzuma koydu. Sonra, omzumu hafifçe sarstı;

               “Cumartesi günü boş musun, işin var mı?” Diye sordu.

               Hemen ayağa kalktım, gür bir sesle,

               “Boşum, öğretmenim!” Dedim.

               “Benim oturduğum evin yerini biliyor musun?” Diye sordu.

               Bizim evle, okulun tam ortasına denk gelen bir yerde, yeşil boyalı bir dairede, kiracıydı. Beden eğitimi dersimize giren, bekâr başka bir öğretmenle birlikte oturuyordu. Gelip giderken görürdük. Zemin kat dedikleri, toprak üstündeki ilk daireydi.

               “Biliyorum öğretmenim!” Dedim.

               “Cumartesi günü, saat iki buçukta gelebilir misin? Biraz işim var da…” dedi.

               “Başım üstüne öğretmenim,” dedim.

               Oturdum. Tekrar yazdırmaya başladı…

               Ders bitip teneffüs olunca, arkadaşlar çevremi sardılar. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı;

               “Bu hoca seni niye çağırdı biliyor musun?”

               “Yooo! Nereden bileyim!”

               “Seni çağırsa çağırsa, neden çağırır bilir misin?”

               “Nereden bileyim ya!”

               “Yazılı imtihan olmuştuk ya!”

               “Eeee?..”

               “Diğer sınıfların da hepsini yazılı yapmış…”

“Eeee!..”

               “Hocamızın evi şimdi yazılı kâğıtlarıyla doludur. Okuyup, notlarımızı vermesi lazım!..”

               “Eeee?”

               “Bu kadar çok yazılı kâğıdını, imkânsız yalnız başına okuyup bitiremez!..”

               “Eeee?..”

               “Sen çalışkan olduğundan… Yazılıları sana okutturup, not verdirtecek!”

               “Olur mu öyle şey ya?”

               “Olur olur! Benim kâğıdı eğer sen okursan, biraz torpil yaparsın artık!..”

               “Neden yapayım ki?”

               “Arkadaşız ya!..”

               “Yok öyle yağma! Herkesin hakkı neyse o! Kendime bile torpil yapmam!”

               Bu konu üzerinde o kadar çok konuşmuştuk ki, ben kendim de ‘yazılıları okumak için’ beni çağırdığına inanmaya başlamıştım artık. Hiç kimseye taviz vermiyordum,

               “Ne hak ettiyseniz onu veririm! Benden kütük işlemez!”

               Bazılarına moral de veriyordum artık…

               “Zayıf alırsan üzülme! Bir daha ki sefere kurtarırsın!.. Ben de ‘iyi’ aldığım zaman hiç canımı sıkmıyom, çok çalışıp ‘pekiyi’ yapıyom!..”

Kendimi basbayağı öğretmen gibi görmeye başlamıştım. Nasıl bir ruh halim vardı, anlatılması imkânsız! Ciddi, ceketimin düğmeleri kapalı, kafa dimdik, doğru düzgün gülmeyen, birisi bişey sorduğunda lafı uzatmayan… “Sana bunu nasıl anlatsam bilmem ki!” havalarında…

               Cumartesi günü tatil olduğu halde, yeşil takım elbisemi giymiş, kravatım takılı şekilde, tam saat iki buçukta, kapısına işaret parmağımı bükerek arka çıkıntısı ile vurmuştum. Heyecanım oldukça yüksekti.

               İçerden; “kim o?” diye sorduğu zaman, “Hocam ben geldim. Yapacağım bir iş için çağırmıştınız!” diye cevap verecektim. Bunları defalarca düşünüp, kafamdan provalarını yapmıştım.

               İçeriden, “Kim o?” diye ses gelmesini beklerken, Beden eğitim dersimize giren, Vahap hocamla birlikte aynı bekâr evinde kalan öğretmenimiz kapıyı açtı. Kafasını sallayarak;

               “Ne var? Niye geldin bakayım?” Diye sordu.

               Kısa bir şaşkınlık geçirdim.

               “Hocam, beni Vahap öğretmenimiz çağırmıştı,” diyebildim.

               Arkasına döndü,

               “Vahaaap! Bir öğrenci gelmiş, senin çağırdığını söylüyor,” dedi.

               Kapıyı yarı açık bırakıp içeri gitti. İçerden hemencecik Vahap hocam geldi.

               “Hoş geldin,” dedi.

               Yüzü gülümsüyordu. Yarım açık olan kapıyı, biraz daha açtı.

               “Ayakkabılarını çıkar da içeri gir!” Dedi.

Biraz bozuldum.

               Elbette ayakkabılarımı çıkaracaktım! Ben gavur muyum ki, ayakkabılarla içeri gireyim! Onlar için öyle derlerdi. Ayakkabılarını çıkarmadan evlerine girerlermiş. Pis kafirler!

               Ayağımdaki lastik ayakkabıları çıkardım, içeri girdim.

               Ermenek’teki kömür ocağı faciasında çocuğu ölen, Recep amcanın ayakkabılarının aynısını giyerdim. Ama benim ayakkabılarım onun ki gibi delik deşik değildi. Bir, bilemedin en fazla iki yırtığı olurdu. Daha eskidi mi, yenisini alırdık.

               Herkesin bir onuru, gururu vardı!.. Böyle durumlarda hassas olmak gerekirdi!.. “Dost başa, düşman ayağa bakar,” demişler… Büyükler boşa konuşur mu!..

               ALLAH’IN ŞAŞKINI!

               İleri geçmek istedim, sol kolunu açarak gitmemi önledi. Şaşırdım,

“Haydaaa! Biz hocaya yardıma geliyoruz, onun yaptığına bak!” diye içimden geçti.

               Açık kapıyı biraz kapatır gibi yaptı. Kapı arkasında duran bir çift iskarpin ayakkabıyı gösterdi,

               “Şunları ayağına bir giysene, bakalım nasıl olacak?” Dedi.

               “Biz neden geliyoruz, hoca nelerle uğraşıyor!” Diye düşündüm.

               Bir an önce şu yazılıları okuyup bitirsek olmaz mı sanki? Çocuklar not bekliyor!.. Neyse, muhakkak bir bildiği vardır! Öğretmen olmak kolay mı?

               “Şimdilik dediklerini yapalım bakalım da…” diye düşündüm.

               Ayakkabıları ayağıma giydim. Sanki benim ayaklarım için yapılmıştı. Fıkra gibi uydu…

               “Nasıl oldu ayağına?” Diye sordu.

               “Çok güzel oldu hocam,” dedim.

               “Sıkan bir yeri var mı?” Dedi.

               “Yok hocam, çok güzel oldu!” Dedim.

               Orada duran bir gazete kâğıdını aldı, bana uzattı.

               “Şu çıkardığın ayakkabıları bununla sararsın,” dedi.

               “Tamam hocam,” dedim.

               Ne yapmaya çalıştığını çözemiyordum.

               “İyi o zaman, gidebilirsin!” dedi.

               Kafam karışmaya başlamıştı. Hani yazılı kâğıtlarını okuyup, not verecektik! Niye çağırdın beni o halde?

               Bu öğretmenleri anlamak da problem valla!..

               “Kendisi bilir, dedim içimden. Biz insanlık olsun diye geldik…”

               Ayakkabıları çıkarmak için hamle yaptım.

               “Ne yapıyorsun? Çıkartma!” dedi.

               “Hocam gideceğim de, öyle söylediniz ya,” dedim.

               “Tamam, gidebilirsin. Bu ayakkabılar senin oldu!” dedi.

               “Öyle olur mu hocam? Bunlar sizin ayakkabılarınız,” dedim.

               “Ben de çok var. Bunları zaten giymiyordum. Bari bir işe yarasın!” Dedi.

               Baktım, orada üç çift ayakkabı daha vardı. İki çifti beden eğitimi öğretmenimizinse… Vahap öğretmenim iki çift ayakkabısından birini benim ayağıma giydirmişti…

               “Tamam, fazla uzatma canım! Çok işim var. Güle güle,” dedi.

               Beni, bir bakıma zorla kapı dışarı etmişti… Kapıyı kapadı. Kapı dışında öylece kala kaldım!..

               Bir tane de olsa yazılı kağıdı okuyabilseydim!..

               Pazartesi günü, okula bu ayakkabıları giyerek gitmiştim.

               Unutmam imkânsız, topuklarındaki demir ökçe, beton zeminde, ben yürüdükçe ‘çın çın’ ötüyordu.

               Arkamdan nasıl bakıyorlardır, kim bilir! Asla geri dönüp de bakmadım; alan var, alamayan var! Canı çekip bakanların, üzülmesini ister miyim?

               Kolej’de, devlet baba ayakkabı veresiye kadar hep bunları giydim…

Kendiliğinden gelen ayakkabılar ne çok işime yaramıştı be! Yepyeni sayılacak ayakkabılardı. Bu öğretmende biraz saflık olabilir miydi acaba? Varsın isterse saf olsun, bana ilaç gibi gelmişti. Bak, şimdi mülakata giderken de o ayakkabılar ayağımdaydı… Allah’ın şaşkını mı desem, bilmem ki!.. Neden kendi ayakkabılarının ikisinden birini bana verdiyse!..

               OTOGAR OTELİ

               Ankara eski otogarında, otobüsten indiğimizde, sudan çıkmış balık gibiydim. Ne kadar çok araba, insan vardı. Okulun yerini de bilmiyordum. Ne tarafa gideceğimi nasıl bilecektim? Önüme denk gelen insanlara sormaya başladım. Kim ne tarafı gösterirse o tarafa epey bir gidiyor, sonra tekrar soruyordum. Yanlış yönlere gittiğimi anladığımda korkmaya başladım. Kim kime, dum dumaydı! Okulu bulamasam da, otogarı, geri dönerek bulabiliyordum. Korkunun yanında, çaresizlik de içimi sarmaya başlamıştı. Ağlamak istiyordum, o da olmuyordu. Tıkanıp kalmıştım!..

               Birden aklıma, Karaman’da bakkal dükkânımıza uğrayan, polis Gönül abi geldi. En sağlam insanlar polisler olmalıydı. Gideceğim yer de Polis Koleji olduğuna göre, onların yanlış bilmesi imkânsızdı… Kendi kendime, bunu neden daha önce akıl edemedim diye de kızdım!

               Polis Kolejinin yerini, önüme gelen polis abilere, sora sora, Anıttepe’ye kadar geldim, En çok zorluğu, bir yolu karşıdan karşıya geçmem gerektiğinde çektim. Ne kadar çok araba vardı?   Ne kadar da hızlı geliyorlardı?

               “Gözünü sevdiğimin Karaman’ı böyle mi ya!” diye içimden geçmişti.

               Sokağımızdan bir günde, belki bir araba geçerdi, hadi bilemedin üç, beş olsun!. O da, her taraf çukur dolu olduğundan, hem yavaş, hem de sağa sola, yılan gibi kıvrıla kıvrıla giderlerdi. Bunlar; bir taraftan gelirken, diğer taraftan gidiyorlardı. Kıran sürüsü gibiydiler…

               “Gözünü sevdiğimin çukurları! Açacaksın üç-beş çukur, bak bakalım böyle gidebilirler mi? Bir de, yoldaki çukurlara kızarlar! Arabası olanlar zengin ya! Ne bilsinler bizim halimizi?” diye aklımdan o korkuyla esmişti.

               Mülakata iki gün vardı. Ankara yatılı öğretmen okulu imtihanlarını da kazanmıştım. Oraya kayıt için de, yarın son gündü. Ne yapacağıma bir türlü karar verememiştim.

               Ertesi gün mülakatın saat kaçta başlayacağını ve nerede yapılacağını öğrendim. Yürüyerek tekrar otogara döndüm. Yol aslında basitti; otogardan çıkıp sağ taraftan gittin mi Tandoğan kavşağına varıyordun. Oradan da Allah’ın izniyle karşıya geçip, sol taraftan direk gittin mi, sonunda varıyordun. Kafama haritasını çizmek kolay olmuş, Kendime güvenim artmıştı. Büyükler aralarında konuşurken bazen; “sora sora Mekke bulunur,” derler. Ne kadar da doğruymuş! Öğretmen okulunu da aynı şekilde bulurdum. Hele bir şu geceyi geçireyim de…

               Akşam olunca, oradaki yolcuların beklerken oturdukları kanepelerden birinin üzerinde uyuyup, sabahladım. Uyurken ceketimi üzerimden hiç çıkartmadım. Ne olur ne olmaz!

               Sabah uyanınca, hemen bir tane çarşı ekmeği alıp, yemeye başladım. Pamuk gibiydi, bembeyaz içi vardı. Evimizde hep ‘mayalı’ ekmek veya ‘şebit’ ekmek dediğimiz, dürüm ekmeğinin incesinden açılmışını, anamız yapar, bizler yerdik. Çarşı ekmeği dediğimiz somun ekmeği alanlara hem acır, hem de imrenirdik! Acımamızın sebebi, alırken bir sürü para vermeleriydi.

               Karnımı bir güzel doyurduktan sonra, tekrar otogardan çıktım. Yine Kolej tarafına gittiğim yoldan adımlamaya başladım. Artık kafamı kullanıyordum. Bir yanlışlık olsa bile, bildiğim yoldu. Otogarı bulması kolaydı. Önüme ilk gelen polise, öğretmen okuluna nasıl gideceğimi sordum. Şans gülmeye başlamıştı, fazla uzakta değildi. Bulmakta hiç zorlanmadım. Kendi kendimle gururlandığım bile olmuştu;

               “Oğlum sen Ankara profesörü oldun artık! Maşallah bulamayacağın yer yok! Ne akıl küpüsün len!..”

               Şimdi hatırlamakta zorlanıyorum da, bir yazı asmışlar, onu okumuştum. Duyuru yazısı.                Okulun dış giriş kapısında mıydı, yoksa içerdeki kapının birinin camında mı?… O kısım, koptuğunda parçası eksilen, eski filim makaralarındaki şeritler gibi olmuş. Kaybolmuş. Ama yazıyı çok iyi hatırlıyorum. Kesin kayıt tarihleri ile birlikte, getirilecek zorunlu belgeler sıralanmıştı. Bunlardan biri de, nüfus cüzdanının aslıydı… Bir bocalamanın içine düştüm; buraya nüfus cüzdanını verecek olsam, yarınki kolej mülakatında da istiyorlardı… Ayrıca kayıt için ‘veli’ de gerekiyordu. Ben yalnız gelmiştim.

               “Boş ver bu okulu,” dedim. “Koleje git. Kazanamazsan, doğru Tunceli Yatılı Sanat Okulu’na gidersin!”

               Binanın içine bile girmeden, geri döndüm. Geleceğimiz, okumak üzerine olacaktı da, artık hangi okul olacağı tamamen şanstı. Öğretmen olamayacağımın farkında bile olmadan kararımı vermiştim!

               O günü ve gecesini yine otogarda geçirdim. Sabah karnımı doyururken, ekmeğin yanında, parama acımadım, bir tane de üçgen eritme peyniri aldım. Her lokmada azar azar ıstırarak, ekmekle beraber bitirdim. Bu konuda uzman olmuştum zaten. Evde kardeşlerimle yarışa girerdik; bir zeytin tanesini kaç lokma ekmekle yiyeceksin! Hep ben kazanırdım; bir zeytini, tam beş lokma ekmekle yiyerek! Onlar beceremezlerdi…

               Otogardan çıktım, Koleje, yürüyerek gittim. Hiç tanıdığım yoktu ve mülakatın ne olduğunu da bilmiyordum. Mülakatların birkaç gün süreceği söyleniyordu…

               BU ÇOCUK DÜZTABAN!

               Mülakata, iyi not alanlardan başlıyorlarmış, birkaç kişi girdi, arkadan benim adımı okudular…

               İki katlı binanın, ikinci katında, mülakatı yapan heyetin bulunduğu salona girdim. Bana basit birkaç soru sordular. Sonra içi su dolu bir çamaşır leğenini gösterip;

               “Ayakkabını ve çorabını çıkart! Su dolu şu leğenin içine ayaklarını sok! Sonra şu duvardan şu duvara kadar yürü!” dediler.

               Ayaklarımı su dolu leğene sokup, beton zemin üzerinde yürümeye başladım. Ayak izlerim yerde görünmeye başladı.

               Heyetten birisi;

               «Bu çocuk ‘düztaban’,” dedi.

               Bir başkası onu destekledi,

               “Evet, evet düztaban,” dedi.

               Düztaban demeleri çok hoşuma gitmişti, düztaban denilince ben; düzgün tabanlı, muntazam, güzel ayaklı anlamı çıkarıyordum.

               İLLA KARŞI ÇIKAN BİRİSİ OLUR!

               O esnada, heyette olan ve üzerinde beyaz doktor gömleği bulunan birisi itiraz etti;

“Yok canım, ne düztabanı! Düztaban falan değil!..”

               Çok canım sıkıldı; hemen hemen herkes benim ‘düztaban’ olduğumu söylerken, bu beyaz gömlekli, olmadığımı söylüyordu… Aslında, beyaz gömlekli hariç hemen hemen herkes benim ‘düztaban’ olduğum kanaatindeydi. Beyaz gömlekli,

               “Bir baştan bir başa tekrar yürüsün, bu düztaban değil!”” dedi.

               Ayağımı tekrar su dolu leğene sokturup,

               “Baştan sona bir daha yürü bakalım!” dediler.

               Beyaz gömlekliyi de ‘düztaban’ olduğuma inandırmak için; ayaklarımı yere iyice basarak, ayak izlerimin zemine çıkması için özellikle çaba sarf ettim. Çok güzel çıkıyorlardı…

               BEYAZ GÖMLEKLİ DE

               NİHAYET YOLA GELİYOR

               Beyaz gömlekliden önce diğerleri,

               “Kesinlikle ‘düztaban’ bu!” dediler.

Keyiflendim… Beyaz gömlekli de sonunda pes etmişti;

               “Evet, düztaban bu galiba!” dedi.

Sevincim iyice arttı…

               “Ohhh!,” dedim içimden… “Allah’ım yardım etti de, bu vicdansız da sonunda benim ayağımın güzel olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.”

               Sordukları sorular zaten basitti. Adımı, soyadımı, memleketimi, babamın ne iş yaptığını sormuşlar, ben de cevaplamıştım.

               “Düztaban” işi de hallolduğuna göre, “galiba bu iş tamam diye” düşündüm.

               BİR TERSLİK VAR GİBİ!

               Heyet üyeleri arasında bir tereddüt vardı. Birisi,

               “Puanı da çok iyiymiş, konuşması da düzgündü,” dedi.

               Bir başkası,

               “Puanı iyi de, yazık! Bayağı da fakir biri…” dedi. “Şu giydiklerine bir bakın!..”

Bir başkası,

               “Ne yapabiliriz ki, puanı iyi, boyu falan da fena değil, gariban da biri, ama düztaban!” dedi.

               Beyaz gömlekli,

               “Bence ‘düztaban’ değildi, ama yazık olacak bu çocuğa…” dedi.

               Birden kafam karıştı. İçimden bir ses, işlerin iyi gitmediğini söylemeye başladı. Bir şeyler yapmalıydım ama ne yapacağımı bilmiyordum ki! Bir terslik var gibiydi. Zamana ve akıla ihtiyacım vardı. Tüm cesaretimi toplayıp,

               “Efendim, bir şey söyleyebilir miyim?” dedim.

               Galiba, heyet de ortak bir şeye karar vermekte zorlanıyordu…

               “Söyle,” dediler.

               “Efendim, ben çok heyecanlıyım, acaba herkes girdikten sonra beni tekrar mülakata alabilir misiniz?” dedim.

               Birbirlerine bakıştılar, hemen hemen hepsi birden,

               “Tamam, mülakatlar bitince seni tekrar çağıracağız” dediler.

Mülakattan çıktım.

              DÜZTABAN NEDİR Kİ?

               ‘Düztaban’ lafı çok dikkatimi çekmişti. Dışarı çıkar çıkmaz, benim gibi mülakata gelmiş birkaç akranıma sordum ama hiçbiri doğru düzgün cevap veremedi. Sanırım, onlar da benim gibi bilmiyordu…

               Sonuçta düztabanın iyi bir şey olmadığını sora sora öğrendim. Bu işte bir yanlışlık vardı. Ortaokulda 4×100 bayrak yarışında takımdaydım ve iyi bir koşucuydum. Çok da hızlı yürüyen biriydim. Halen de öyle… İstesem de yavaş yürüyemem…

               ‘Düztaban olsam’, Diyarbakır’da “korsan gösteri” yapanları çevirdiğimizde, üstüme Molotof kokteyl atan militanı, keçi gibi kaçtığı halde nasıl yakalayabilecektim ki…

               Şimdi iki sorunum vardı; birincisi, mülakatı yapan heyet beni unutur da, mülakatın sonunda ‘çağırmazsa’ ne yapacaktım. İkinci sorun da; Ankara’yı hiç bilmiyordum ve cebimde Karaman’a gidecek otobüs biletini aldıktan sonra ancak ekmek ve zeytin alacak kadar param ya vardı ya yoktu…

Otogarda geceleri tahta sıralarda yatanlara kimse bir şey demiyordu.

Orada yatmaya devam etmeliydim. Öyle yaptım…

               HİLE YAPTIM!

               Mülakata girenleri çok sıkı takip etmeye başladım. Son gireni mutlaka bilmeliydim. Sanırım, ikinci günün ikindi vaktiydi. Sonuncu da mülakata girdi, çıktı.

Beni çağıran falan yoktu…

               Ne yapacağımı ilk anda bilemedim. Mülakata girmezsem kaybedeceğimi biliyordum…

               15-20 dakika kadar bekledim ama bana sanki senelerce beklemişim gibi geldi… Böyle işleri hiç bilmiyordum ki…

               Sonunda, tüm cesaretimi topladım, heyetin olduğu salonun kapısına gittim, kapıyı çaldım. İçerden bir ses, “Gir!” dedi. İçeri girdim. Selamımı verdim,

               “Efendim, mülakatın sonunda beni tekrar çağıracağınızı söylemiştiniz, onun için geldim,” dedim.

               Galiba heyetin başkanıydı,

               “Evet ya, biz seni unuttuk, iyi ki geldin!” dedi.

               Beyaz gömlekli de,

               “İyi ki geldin evladım,” dedi.

               “Evladım” lafını duyunca üzerimdeki yükler hafifledi…

               “Çıkar, çorapla ayakkabını, suya bas yürü bakalım,” dediler.

               Artık işi biliyordum; ayaklarımı su dolu leğene soktum, çıkarttım, beton üzerinde yürürken ayak topuğum ve başparmağım üzerine basarak yürümeye başladım. Boydan boya bir gittim, bir geldim. Aralarında konuşmaya başladılar,

               “Az kalsın günahını alacakmışız, düztaban falan değil,” dediler.

               Beyaz gömlekli,

               “Ben size ta başından beri söyledim ama dinlemediniz!…” dedi.

               “Giy çorabınla, ayakkabını,” dediler.

               Altı koca koca delik çoraplarımla, ‘kendiliğinden gelen ayakkabılarımı’ giyip, hazır olda  put gibi durdum.

               “Hayırlı olsun, kazandın evladım!” dediler, “Çıkabilirsin!..”

               Herkes mülakatın sonucunu beklerken, ben çok rahattım. Galiba mülakata girenler arasında, kazandığını bilen ilk kişi bendim!