Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Milli Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk

MİLLİ MÜCADELE VE

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

image002

Barbaros Hayrettin AYDIN

(E) 1. Sınıf Emniyet Müdürü TEMÜD-DER Genel Başkanı

Mondros Mütarekesi ya da Mondros Bırakışması, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkımından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin çerçevesini çizen ilk uluslararası belge olarak önem taşır. Türk Kurtuluş Savaşı‘nın siyasi manifestosu olan Misak-ı Milli Beyannamesinin birinci maddesi, “30 Ekim 1918 tarihli anlaşmanın çizdiği hudutlar dahilinde, dinen, ırken ve emelen müttehit [birleşik] Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın tamamı, fiilen ve hükmen gayrı kabil-i tecezzi bir küldür [bölünmez bir bütündür” demek suretiyle, Milli Mücadele’nin hedefi olan ulusal varlığı, Mondros Mütarekenamesine gönderme yaparak tanımlar.(1)

Osmanlı kuvvetlerinin, Filistin’de İngiliz taarruzu karşısında yenilgiye uğraması ve 1 Ekim’de Şam’ın düşmesi üzerine, Talat Paşa hükümeti 5 Ekim 1918’de İngiltere ile ateşkes sağlamak için ABD’nin arabuluculuğuna başvurur.

Türk hükümetinin İngilizler ile görüşmek üzere görevlendirdiği Bahriye Nazırı Rauf Bey (Rauf Orbay) 19 Ekim’de 1918 de Zafer römorkörüyle Foça’dan Midilli’ye geçer. Burada kendisini karşılayan İngiliz kruvazörü ile de Limni Adasına ulaşır.

Müzakerelerde Rauf Bey’e Dışişleri Müsteşarı Reşat Hikmet Bey eşlik eder. 27 Ekim 1918’den itibaren dört gün süren çetin müzakereler sonunda 30 Ekim akşamı anlaşma imzalanır. 1 Kasım 1918 sabahından geçerli olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu ile Britanya İmparatorluğu arasında nihai ateşkes ilan edilir.

28 Ekim 1918 günü Fransız hükümeti bir notayla anlaşma görüşmelerine katılma isteğinde bulunsa da, savaşın bu aşamasında Osmanlı Devleti sadece İngiltere ile fiili çatışma halinde olduğu için, Fransızların bu talebi İngiltere tarafından dikkate alınmaz.

Resmî anlaşmanın yanı sıra, Amiral Calthorpe’un sözlü açıklamalarını içeren bir mektup da Türk tarafına sunulur. Bu mektupta, işgal kuvvetlerine Yunan askerinin katılmayacağı ve benzeri taahhütler yer almaktadır.

İtalyanlar, 22 Mart 1919’da anlaşmanın 7. maddesini gerekçe göstererek tek taraflı olarak Antalya’yı işgal eder (2).Eski İttihat ve Terakki yöneticilerinin savaş ve tehcir suçları nedeniyle yargılanması ve tutuklanmasına başlanmıştır.

Mondros Bırakışması sonrası toplanan 18 Ocak 1919 tarihli Paris Barış Konferansında, Mondros’ta verilmiş sözlere aykırı olarak, İzmir’in Yunanlarca işgali kararı alınır. Aynı günlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok köşesi İtilaf devletlerince işgal edilir.

Kars ve Batum milli şura hükûmetleri İngilizler tarafından dağıtır.

Mondros Mütarekesinin 5. Maddesi gereği; Mustafa Kemal Paşa’nın komutanı olduğu Yıldırım Orduları Grubu ile 7. Ordu dağıtılınca Osmanlı hükümeti tarafından Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a çağrılır.(3).  13 Kasım 1918 günü, Mustafa Kemal’in; Adana treninden inip de Haydarpaşa Rıhtımı’na ayak bastığında karşılaştığı manzara şudur: 55 düşman gemisi ve 6 deniz altıdan oluşan İtilaf kuvvetleri donanması, zafer bayraklarını açarak İstanbul Limanı’na girmektedirler. İstanbul işgal edilmiş, savaş gemilerinin topları tehdit edercesine Osmanlı sarayına çevrilmiştir.

Rumlar ve Ermeniler işgal kuvvetlerini sevinç gösterileri ile karşılarken, Türkler acı gözyaşları ile derin bir kedere bürünmüştür….İstanbul 1453’teki fetihten tam 465 yıl sonra düşman çizmesi altında ezilmektedir.

Bu; Osmanlı için, Türk milleti için ağır bir utanç halidir. Bu manzara ve bu gösteri karşısında kılı bile kıpırdamayan Mustafa Kemal Paşa beraberindekilere “ Geldikleri gibi giderler” der.

Milli Mücadele için önem taşıyan bir Anekdot’u burada ifade etmek gerekiyor.

“Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım’da Haydarpaşa Garı’nda trenden indiğinde tren ve peron cepheden gelen subay ve askerlerle doludur. Mustafa Kemal’i tanıyan ve trenden inişini izleyen bir çavuş, gür bir sesle perondaki askerlere komut verir:

-Dikkaaat, gelen Mustafa Kemal Paşa’dır, selaamduurr!

Haydarpaşa Garı’ndaki tüm subay ve askerler bir anda yerinde çakılır, hazırola geçip askerce selam verirler…

Tüyleri ürperten bir andır….

Mustafa Kemal yavaş adımlarla çavuşun karşısına yürür, durur ve sorar:

-Nerede beraberdik?

Cevap çok şey ifade eden tek kelime ile gelir:

-Çanakkale!…

Mustafa Kemal çavuşa şöyle der:

-Emir geçir, herkes köyüne memleketine silahı ile gitsin, bir şekilde silahını götürsün….

‘Emir geçirmek’ askeri bir terimdir…

Emrin yüksek sesle değil, yavaşça kulaktan kulağa sessizce tekrarlanması demektir…

Çanakkale’den, yakın siperlerden, cephe günlerinden kalma bir önlem…

Çavuş emir geçirir, peron bir anda boşalır…

Yüzlerce asker silahı ile birlikte ortadan kaybolur, memleketine doğru yola koyulur…”

Mustafa Kemal’in Haydarpaşa Garı’nda 13 Kasım 1918’de verdiği bu ‘Silahı vermeyin’ emri, onun silah konusundaki ilk emri değildir…

Mustafa Kemal zaten Mondros Mütarekesi’ndeki silahları teslim şartına rağmen düşmana tek bir silah vermemiştir…

Güney Cephesi’nde emrinde kalan son birliklerdeki son silahların;

-Bir bölümünü (Gazi) Antep’e yollamıştır (Bu silahlar daha sonra Antep’te Fransızlara karşı direnişte kullanılmıştır)

-Bir bölümünü Kuşçubaşı Eşref’in Salihli’deki çiftliği’ne yollamıştır. (Bu silahlar daha sonra Ege’de Kuvay-ı Milliye’ye bağlı efeler tarafından Yunanlılara karşı ilk direnişte kullanılmıştır. Kuşçubaşı Eşref Teşkilatı Mahsusa’nın önde gelen isimlerindendir.

Bir bölümünü, Ali Fuat Cebesoy’un emrindeki 20. Kolordu’ya yollamıştır.Bu kolordu İstiklal Savaşı’nın Ankara’daki çekirdek gücü olacaktır.

30 Ekim Mondros Teslimiyeti’ni asla kabul etmeyen Mustafa Kemal, daha o günlerde Anadolu bozkırında bir isyan ve direniş ateşi tutuşturmayı kafasına koymuştur…

Bu yüzden tek bir silahı bile düşmana vermez ve verdirmez…

İşte 13 Kasım 1918’de İstanbul Haydarpaşa Garı’nda askerlere verdiği bu ‘silahları vermeyin, birlikte köyünüze götürün’ emri onun bu çelikten direniş iradesinin en açık göstergesidir…

O direnişi çoktan başlatmıştır…

Anadolu’ nun işgali 28 Mart 1919 da İtalyanların Antalya’yı işgali ile başlar. Yunanlıların 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e girmesiyle devam eder. Bunu Yunanlıların Denizli ve Aydın’ı işgalleri takip eder.

Fransızlar; Antep, Maraş, Adana ve Zonguldak gibi yeraltı zenginlikleri, pamuk vb. gibi yöreyle özdeşleşmiş olan tekstil, gıda ve tarım hammaddelerinin bulunduğu yerleri, İngilizler ise; İstanbul, Merzifon, Musul ve Kerkük gibi stratejik önemi büyük olan bölgelerde işgal faaliyetlerini yürütürlerken, doğuda da; emperyalist güçlerin destekledikleri Ermeni komitacıların işgal faaliyetlerini organize ederler. Amaçları; Anadolu’yu parçalayıp Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bağımsız Ermeni ve Kürt Devleti  kurabilmektir.

Samsun da işgalci devletler için önemli stratejik noktalardan biridir. Zira yoları ve bağlantıları ile Karadeniz’den Orta Anadolu’ya doğru açılan en rahat ve en güveni kapı durumundadır. Bölgenin bu özelliğini fark eden İngilizler 9 Mart 1919’da Samsun’a askerî bir birlik çıkarırlar. Ancak bu duruma tepki gösteren oradaki Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir subay, askerleriyle dağa çıkar. Bölgede onlarca Rum çetesi Müslüman halk üzerinde baskı ve zulmünü sürdürürken, yaşanan bu olay tüm dikkatleri bölgeye çeker.

Bu olay sonrası en büyük emperyalist işgalci konumundaki İngiltere, İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiserliği’nin “ Türk halkının silahlandığına dair” şikâyetleri üzerine; Türklerce oluşturulan muhtemel direniş emarelerini kırmak ve Müslüman Türk halkını susturmak için güvenilir bir Osmanlı subayının olağanüstü yetkilerle donatılarak bu bölgeye gönderilmesine karar verir. Ve bu kararlarını son Osmanlı Padişahı Vahdettin’e ilettiler. Bunun üzerine Sultan Vahdettin, daha önceki başarıları ile dikkat çekmiş ve bu sayede dünya kamuoyu tarafından tanınmış Mustafa Kemal’i  3.Ordu Müfettişi olarak bu iş için görevlendirir.

Mustafa Kemal bu görevlendirme ile ilgili Nutuk’ta şu ifadeleri kullanır.

“Anadolu’da başlıca iki ordu müfettişliği kurulmuştu. Ateşkes Antlaşması yapılır yapılmaz, birliklerin savaşçı erleri koyuverilmiş, silah ve cephanesi elinden alınmış, savaş gücünden yoksun birtakım kadrolar durumuna getirilmişti”.

“Üçüncü Ordu Müfettişliği müfettişi bendim, karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya buyruğum altında iki kolordu bulunacaktı. Biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu (Komutanı yanımda getirdiğim Albay Refet Bey). Bu kolorduya bağlı bir tümenin (5.Kafkas Tümeni) merkezi Amasya’da, öteki tümenin (15. Tümen) merkezi Samsun’daydı. Diğeri, merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi. Komutanı Kâzım Karabekir idi. Tümenlerinden birinin   (9. Tümen) merkezi Erzurum’da, komutanı Rüştü Bey. Diğerinin (3. Tümen) merkezi Trabzon’da idi. Komutanı Yarbay Halit Bey idi. Halit Bey, İstanbul’a çağrılmış olduğundan komutanlıktan çekilerek Bayburt’ta saklanmış, tümen, vekillikle yönetiliyor, kolordunun diğer iki tümeninden 12. Tümen, Hasankale doğusunda sınırda, 11. Tümen Beyazıt’ta bulunuyordu. Diyarbakır yöresinde bulunan iki tümenli 13. Kolordu bağımsızdı, İstanbul’a bağlıydı. Bir tümeni(2. Tümen) Siirt’te öbür tümeni (5. Tümen) Mardin’de idi”.

“Benim yetkim, bu iki kolorduyu doğrudan doğruya buyruğum ve komutam altında bulundurmaktan daha genişti. Müfettişlik bölgeme yakın birliklere de bildirim yapabilecektim. Bu arada bölgemde bulunan ve bölgeme yakın olan Valiliklere de bildirimde bulunabilecektim. Bu yetkiye göre, Ankara’da bulunan Yirminci Kolordu ve bunun bağlı olduğu müfettişlikle, Diyarbakır’daki Kolordu ile hemen bütün Anadolu’da sivil örgütlerin yöneticileriyle yazışabilecek ve ilişkiler kurabilecektim”.

“Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu’ya gönderenlerin bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki bana bu yetkiyi, onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Her ne olursa olsun, benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, “Samsun ve yöresindeki güvensizliği yerinde görüp önlemek için Samsun’a değin gitmek” idi. Ben, bu işin başarılmasının makam ve yetki verilmesine bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O günlerde Genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetkiyle ilgili yönergeyi de ben kendim yazdırdım. Dahası, Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa bu yönergeyi okuduktan sonra, imzalamaktan çekinmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır”.

 

“İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Orbay Bey yanıma gelmişti. Bineceğim vapurun izleneceğini ve İstanbul’da iken tutuklamadıklarına göre belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir kimselerden işitmiş, onu bildirdi. Ben İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı yeğledim ve yola çıktım. Kendisine de eninde sonunda İstanbul’dan çıkmak zorunda kalırsa yanıma gelmesini söyledim.”

“Bu açıklamalardan sonra genel durumu daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca, hep birlikte gözden geçirelim:

Düşman Devletler, Osmanlı Devleti’ne ve ülkesine nesnel ve tinsel bakımdan saldırmışlar; yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi, kendi çıkarları ve rahatları doğrultusunda çareler aramaktan başka bir yol düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda”.

“Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde olup bitecekleri bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve sezebildikleri etkilere göre kurtuluş yolu saydıkları yollara başvuruyorlar”…

“Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaşın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında kafaları çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta”…

“Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım.

Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden habersiz olmanın yanında makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken, bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce, yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun…

Bu inançla bağdaşmayan oy ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline. Hemen dinsiz, yurtsuz, hain, istenmez olur”.

“Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkeleri gücendirmemek temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren Anlaşma Devletleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı”.

 

“Bu anlayışta olan yalnızca halk değildi; özellikle seçkin denilen kimseler de böyle düşünüyordu. Öyleyse kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, Anlaşma Devletlerine karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti, sonra da Padişah ve Halifeye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel koşul olacaktı”.

 

“Şimdi Efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım: Bu durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar akla gelebilirdi?

Açıkladığım hususlara ve yaptığım gözlemlere göre üç türlü karar ortaya atılmıştır.

Birincisi, İngiliz himayesini istemek,

İkincisi, Amerikan mandasını istemek,

Bu iki türlü karar sahipleri, Osmanlı Devleti’nin bir bütün halinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı topraklarının çeşitli devletlerarasında taksimi yerine, imparatorluğu tek bir devletin koruyuculuğu altında bulundurmayı tercih edenlerdir.

Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş çarelerine başvuruştur. Söz gelişi, bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmama tedbirlerine başvuruyordu. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin taksim edileceğini oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyordu.

Bu üç türlü kararın gerekçesi yaptığım açıklamalarda yer almıştır”.

“Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti onun istiklâli padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamı kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti”.

“Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak isteniyordu?

O halde ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi?”.

“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız Şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!”.

 

“İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur”.

 

“Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu: Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez”.

 

“Yabancı bir devletin koruyup kolaycılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez”.

“Halbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!…

O halde, ya istiklal ya ölüm!”.

 

“İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.

Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!”.

“Peki efendim. Öteki karalara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi?

şu farkla ki, istiklali için ölümü göze alan bir millet, insanlık haysiyet ve şerefinin gereği olan bütün fedakarlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz, esirlik zincirini kendi elleriyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete bakarak dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur”.

 

“Sonra, Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü millet her türlü fedakârlığı göze alarak istiklalini kazanmış olsa da, saltanat sürüp gittiği takdirde, bu istiklale kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık, vatanla ve milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklâl ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde bulundurulmasına nasıl göz yumula bilirdi?”.

 

“Halifeliğin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu gerçek medeniyet dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir yanı kalmış mıydı?”.

“Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlayabilmek için daha milletin alışkın olmadığı bazı konulara dokunmak gerekiyordu. Ortaya atılmasında, kamuoyu bakımından büyük sakıncalar doğuracağı sanılan hususların dile getirilmesinde kaçınılmaz bir zaruret vardı”.

“Osmanlı Hükümeti’ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak, bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün istiklâline saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhla karşı koymak ve onlarla çarpışmak gerekiyordu”.

“Bu önemli kararın bütün gerek ve zaruretlerini daha ilk gününde açığa vurup ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak, olaylardan ve olayların akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu”.

“Nitekim öyle olmuştur. Eğer dokuz yıllık faaliyetimiz ve yaptıklarımız bir mantık silsilesi ile gözden geçirilirse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz genel doğrultunun, ilk kararın çizdiği yoldan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır”.

“Burada, zihinlerde yer etmiş olması ihtimali bulunan bazı kararsızlık düğümlerinin çözülmesini kolaylaştırmak için, bir gerçeği hep birlikte gözden geçirmeliyiz. Yapılan Millî Mücadele, dıştan gelen saldırıya karşı vatanın kurtuluşunu tek hedef olarak kabul ettiğine göre; bu Millî Mücadele’nin başarıya yaklaştıkça, safha safha bugünkü döneme kadar, millî irade rejiminin bütün ilke ve gereklerini yerine getirmesi tabiî ve kaçınılmaz bir tarihi akış idi”.

 

“Bu kaçınılmaz tarihi akışı gelenekten gelen alışkanlığı ile hemen sezmiş olan hükümdar ailesi, ilk andan başlayarak Milli Mücadele’nin amansız düşmanı kesildi. Bu kaçınılmaz tarihî akışı daha başlangıçta ben de görmüş ve sezmiştim. Ancak, sonuna kadar devam etmiş olan bu sezgimizi başlangıçta bütün yönleri ile açığa vurup ifade etmedik”.

“Gelecekteki ihtimaller üzerinde fazla konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye hayalî bir macera niteliği verdirebilirdi. Dış tehlikenin yakın etkilerini derinden duyanlar arasında, geleneklerine, düşünce kabiliyetlerine ve ruh yapılarına aykırı olan muhtemel değişmelerden ürkeceklerin, ilk anda direnme güçlerini harekete geçirebilirdi”.

“Başarı için pratik ve güvenilir yol, her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesini ve yükselmesini sağlayacak doğru yol buydu. Ben de bu yolda yürüdüm.

Ancak, bu pratik ve güvenilir başarı yolu, yakın çalışma arkadaşlarım olarak tanınmış kimselerden bazıları ile aramızda zaman zaman görüşler, davranışlar veya yapılan çalışmalardaki uygulamalar bakımından temel veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve hatta ayrılmaların da sebebi ve açıklayıcısı olmuştur”.

“Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar uzanan gelişmelerinde, kendi fikir ve ruh kabiliyetlerinin kavrayış sınırı bittikçe bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir. Bu noktalara, aydınlanmanız ve kamuoyunun aydınlanmasına yardımcı olmak için, sırası geldikçe birer birer işaret etmeye çalışacağım”.

“Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim”.( Mustafa Kemal’in Havza’ya hareketi ile devam edecek)

(1)Son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920’de oy birliği ile kabul edilmiş ve 17 Şubat’ta kamuoyuna açıklanmıştır.

(2)Madde: 7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.

(3) Madde: 5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.