Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

TARİH İÇİNDEN SES VERİYORUZ…

 

                                                                                                                                                               

           İbrahim PEKBAY

            Gazeteci-Yazar

           Yeni Kayseri Gazetesi

 

Size, bu gün zabıtlardan bir aktarma geçiyorum sadece. Okunması gerekli diye düşündüm. Aynen “Meclis zabıtları” metni…

                                    x                                              x                                              x

Meclis konuşmasından -İş Bankası Kültür Yayınları- TBMM Gizli celse zabıtları cilt-3) 6 Mart 1922 Mustafa Kemal;

“… Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eger güçlü bir Türkiye varlıgını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra Peste ve Belgrat’ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.”

“… Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür.

Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında, çıkarları paylaşarak birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yogunlaştırılmıştır. Ve bu yogunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu gelenegin, Türkiye’nin hayatına ve varlıgına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi islahetmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle,Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.”

“…Oysa güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmustur.

Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nin emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.”

“…Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazik ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Dogu “maneviyatı” yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Dogu’yla Batı’nın birleştigi yerde bulundugumuz, Batı’ya yaklaştıgımızı zannettigimiz takdirde, asıl mayamız olan Dogu “maneviyatı” ndan tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç süphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez (bundan).”

“… Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkummuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı.  Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektigini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki “Biz adam degiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.” Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan, düşman oldugundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.”

 

…Bilelim ki, ulusal benligini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.”

 

                                                x                                              x                                              x

Konuşma bu…

Atatürk’ün 1922 yılında, gizli celsede yaptığı konuşmasının şu bölümünü tekrarlıyor ve dikkatinizi çekmek istiyorum.

 

“…Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazik ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Dogu “maneviyatı” yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Dogu’yla Batı’nın birleştigi yerde bulundugumuz, Batı’ya yaklaştıgımızı zannettigimiz takdirde, asıl mayamız olan Dogu “maneviyatı”ndan tamamıyla soyutlanıyoruz. (Bundan dolayı) Hiç süphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez.”

Atatürk, Türkiye Cumhuriyetin’nin “Muasır Milletler Seviyesi” ne ulaşması için öngördüğü ve kendi döneminde de gerçekleştirdiği bir çok devrimlerle “Batılı” olunmasını düşünürken, bu söylemi ile de “Doğulu” mayasından nasıl koptuğumuzu anlatıyor ve bunun getireceği “Vahim” sonuçlardan söz ediyor.

Osmanlı İmparatorluğunun düştüğü durumu analiz ederken ortaya koyduğu bu fikirlerini, bu gün tekrar ettiğimizde görüyoruz ki, tarih ne yazık ki tekerrür etmekte…

Oysa, Atatürk’ün “Batılılaşma”daki öngörüsü “Doğulu” mayasından vazgeçmek olmadığı açıkca ortada. Öngörülen “Batılılaşma” ise, çağın getireceği bütün bilimsel ilerlemeyi sağlamak, bilimsellik içinde kendimize de bir yer yaratmak, çalışmak ve “Güçlü” devlet olmanın yollarını ararken, gücün getireceği etkinlikle, dünaya barışın sağlanmasıdır.

Oysa, Atatürk’ün ölümünde bu yana biz ne yaptık?…

“Batılı” olmak uğruna yapmadığımız soytarılık kalmadı. Sandık ki “Batılı” olabilmek için kendi kültürümüzden de vazgeçmemiz gerekiryor. Hatta, inançlarımızdan bile…

Ne acı ki, bu gün bütün bunları “Tekrar” yaşıyoruz. Geleneklerimizi, göreneklerimizi, kendi kültürümüzü bir yana bıraktık ve “Batılı” olduk!…

Aklıma şu dakikada gelebildiğince, bakın neler yaptık.

Türk halk müziğini unuttuk. Bu gün bir çok genç “Pop” müzik dinler oldu. Türk Sanat Müziği, bazıları için “Uyutucu” müzik olarak nitelendirilir oldu.

Kılık-kıyafetimiz ise, içler acısı… Görünüme “Batılı” imajı vermek uğruna çıplaklığı ön plana çıkkarttık. Erkek evlatlarımız kulaklarına küpe takar, kızlarımız göbeklerini ortaya koyor oldu.

Ticaretanlerimize, yine yabacı isimler koyduk. Kahveleri  “Cafe” mağazaları “Shop” yaptık. Yarttığımız “Marka”lar hep yabancı isimlerden oluştu. Daha kendi yurdumuzu tanımadan “Mayami” yi tanır olduk. Kendi kayak merkezlerimizi bıraktık, Alp’lerde kayak yapar olduk. Kendi öz malımız duruken, onun kalitesini yükseltme çabası göstermek yerine, yabancı mallarına özendik. “İtalya’dan, Paris’ten, Londra’dan giyinmek” marifet sayıldı. Ayagımıza giydeiğimiz ayakkabının “İtalyan” olması, bizi batılı yaptı sandık… İşin “Özünden” uzaklaştık, fiyakasını ön plana çıkarıp “Batılılaşma”ya çalıştık…

Kırsal yerleşimlerdeki aileler ile kentsel yerleşimdeki ailelerin bir kısmı hariç, evlatlarımıza “İnanç” larımızı anlatmayı ve onlara bu konuda bilgiler aktarmayı “Gericilik” saydık…

“Aile” yapısını bir kenara bıraktık “Bireysel” yaşantıyı ön plana çıkarttık. Manevi duyguları geri plana attık, maddeyi öne çıkarttık.

Ülkemizin çıkarlarını savunmayı geri plana iteledik, kendimizi, düşmanlarımızın kucağına oturtacak davranışları öne çıkardık. Kendimizi, kendi devletimizi “Uluslararası mahkemeler(!)” e şikayet ettik.

Çevrenize bir bakın… Bu örneklerin dışında “Batılılaşma” görüntüsü vermek için ne saçmalıklar yaptık, bir bir tesbit etmeniz mümkün…

Amaaaa….

Bir türlü “Batılı” laşamadık. Batıya kendimizi kabullendirmemedik.

Bu gün geldiğimiz noktada, ne İsa’ya yaranabildik, ne Musa’ya… Ama, kendi özümüzden, duygularımızdan, kültürümüzden, gelenek ve göreneklerimizde ve en acısı da inançlarımızdan çoooook şeyler kaybettik…

Sonuç olarak, korkarım ki, Atatürk’ün 1922 yılında  “Meclis Gizli Celsesi”nde yaptığı tarihi tesbite geri döndük.