Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Kutlu Rejim Cumhuriyet Üzerine

polis_dergi_ekim_2013_baski_015 polis_dergi_ekim_2013_baski_016 polis_dergi_ekim_2013_baski_017

          Bilindiği üzere devletleşebilmiş her bir toplumun mutlak surette bir idare tarzı olagelmiştir. Günümüzde bu tarz, genellikle rejim terimiyle ifade olunmaktadır. Bir önceki yüzyılda adına monarşi denen tek otoriteye dayalı idare tarzları vardı ki Batı’da bu idarecilere kral deniyorken bizde bunlar için daha çok padişah sözcüğü kullanılmaktaydı.

          Özellikle Fransız İhtilâli’nden (1789) itibaren, bu yönetim tarzları yerlerini, halk idaresi anlamına gelen ve fakat toplumdan topluma farklılık arz eden yönetim tarzlarına bırakmış oldu. Batı’da bu tarz yönetimler, nüfus demek olan demografiden kök alarak demokrasi diye ifade olunurken bizde de halk sözcüğünün Arapçası olan cumhurdan kök alarak cumhuriyet olarak ifade olundu ve olunmaktadır.

          Bu yıl, kuruluşunun 90. Yılını idrak edip kutlayacağımız bu kutlu rejimin ne denli zor şartlarda kurulduğu, hemen her kesin malumudur. Bu bakımdan işin bu tarafına değinmek niyetinde değiliz. Zira irili ufaklı hemen hepimiz bu işin nasıl bir badire ve maceradan sonra vücuda getirildiği hakkında az veya çok bir bilgiye sahip olduğumuz bilinmektedir. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti denen en son devletimizin, üzerinde kurulu bulunduğu Türkiye coğrafyasının, çok uzaklardan gelen istila ve işgalcilerin elinden nasıl kurtarıldığını da –bazı bedbahtlarımız hariç olmak üzere-artık kavramış durumdayız.

          Bu gün bazı okumuşlarımızın okumak suretiyle ancak edinilebilecek olan cehaletleri sayesinde – bu rejimin yegâne kurucusu olan- Atatürk sözü her geçtiğinde suretleri karararak tepki veren ve bazen de saygısızlık yaparak saygı duruşuna kalkmamak edepsizliğini gösterenlerimiz maalesef hâlâ azalmadı. Bu efendiler acaba biliyorlar mı ki eğer o kahraman insan olmasaydı bu güzelim Türkiye de o tarihlerde Osmanlı devletinden koparılarak keyiflerine göre birer yönetici atadıkları ve şimdilerde ise onları halklarına boğdurup yerlerine acep kimi getirelim dertleri ile cebelleştikleri Tunus, Mısır, Suriye, Libya ve Irak gibi hemen her gün herkesin yekdiğerini boğazlamakta olduğu beldelerden farklı olabilecek miydi?

Asla!

Adam kafayı harf inkılâbına takmış. Harf diyor da başka bir şey demiyor. Efendim neymiş? Bir gecede herkes cahil oluvermiş. Vay o cehalet kadar kafasına taş düşesi zavallı. Araştırmamış, araştırmıyor ve asla bilmek ve dahi öğrenmek istemiyor. A yavrucuğum o inkılâp yapıldığı gün benim 90 hanelik köyümde -o tutkunu bulunduğun harflerle- sadece iki kişi okuyup yaza biliyordu. Adamın bundan haberi yok ve bundan başka da kafaya takacak başka bir şeyi yok ya! İşte ha bire o teranesini işliyor. İşlesin bakalım. O mezunu (!) bulunduğu fakültenin dahi hangi zor şartlarda ve çar naçar bir halde nasıl kurulduğunu ise ne bilmek istiyor ne de kabullenmek istiyor. İşine gelmiyor ya! Affa mazhar olarak denecek olursa mesele tamı tamına bir devekuşu misali. Adam kafayı kuma gömmüş ve gerisinden haberi yok. Şayet kendisine gülenleri bir bilmek istese var ya yemin olsun bir daha sokağa bile çıkamaz.

Bir de vay efendim adına cumhuriyet denen bu yönetim biçimi acep İslâmî bir yönetim şekli midir değil midir? Bunun-güya- hesabını yapıyor. Ama buna mukabil İslâm’ın ne olup ne olmadığı hakkında zerre kadar araştırması ise hiç yok. Sadece kulaktan dolma şeylerle yetinip ahkâm kesmek suretiyle gülünç duruma düşüyor o kadar. Sanki öyle olmadığı takdirde bir şey yapabilecekmiş gibi havalara bile girmekte. Ne yazık ki bu anlayış konusunda bu günün dünden hiç farkı yok. Adam İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân’ı ha bire Arapçasından okuyup -güya- hatmettiği sebebiyle de bu en son İlâhî mesajın toplum yönetimlerinde şura ve danışmayı emrettiğinden haberi dahi yok. Haberi olsa hiç böyle abesle iştigal eder mi? Oysa Cumhuriyetin banisi/bina eden/ Atatürk bu noktaya dikkat çekmek için ilk iş olarak Kur’ân’ı Türkçeye çevirtti. Ama bu boş düşünce sahibi “Hiç Kur’ân’ın Türkçesi olur mu?!” diyerek o yoğun emek ürünü kitabı raflara kaldırarak ille de Arapçasını okumaya devam etti. Maalesef hâlâ da devam etmekte. Bu enteresan cehalet, ne yazık ki saf ve temiz halkın inançlarının sıhhatini bozabilmektedir. Bunun önüne geçmek için Kur’ân’ın toplumun dilinden anlatılması seferberliğinin derhal başlatılması, zaruretten öte bir zorunluluk gibi gözükmektedir. Zira Kur’ân zannedildiği gibi sadece bir ahiret kitabı olmayıp, dünyalıların aklını inşa etmek üzere Yüce Yaratıcı tarafından elçisi eliyle insanlığa tebliğ edilmiş bir hayat kitabıdır. Ve dahi kendisinin çok önemli bir mesaj olduğu bizzat kendi içeriğinde vurgulanmaktadır(Sad Suresi, 68. ayet). Öncelik dünya hayatıyla ilgili olmakla beraber bu meyanda insanın ebedi hayatını da garanti eder içeriktedir. İşte merhum Atatürk bunun için ilk iş olarak böyle bir girişimde bulunmuştur. Bu sayede kafalardaki örümcek ağlarını yok etmek istemiş ama ne yazık ki kısacık ömrü buna yetmemişti.

Diğer taraftan ve ne yazık ki cumhuriyet neslinin azımsanmayacak bir kesimi maalesef Batı hayranı kesilmiş durumdadır. Ne var ki bu hayranlık Atatürk’ün kendilerine tavsiyesi olan bilime değil modaya ve kültüre yönelik olmuştur. Hâlbuki Rönesans ve Reform Endülüs’teki İslâmî kaynaklardan ve dahi Orta Doğu’ya kadar gelebilmiş Haçlıların keza İslâmî ilke ve akideleri kendi memleketlerine taşımasıyla vücut bulmuştu. Bu noktayı teyit eder mahiyette olarak Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 24.08.2013 tarihinde 24 TV’de yaptığı bir mülakatta şöyle diyordu : ”Protestanlığın kurucusu Martin Luther ilkelerini Endülüs’ten, yani İslâm’dan almıştı. Bunlar: Doğruluk. Çalışkanlık. Ve Sözünde Durmak gibi akidelerdi”. Bunların Kur’ân’ın omurga söylemleri olduğunu Kur’ân’ı inceleyenler pekâlâ bilirler. İşte biz naçizane olarak iddia edip diyoruz ki cumhuriyeti bize armağan eden Atatürk bunun için Kur’ân’ı Cumhuriyet Nesli için Türkçeleştirdi. Ama ne yazık ki ömrü vefa etmediği için meseleyi softaların tasallutundan kurtarmak pek mümkün olmadı. Merhum, camileri de okul gibi yararlanılan birer mekân yapmak azmindeydi ama olmadı.

          Kurucusunun rahmet-i Rahmana ilticasından sonra bu ulu nimetin kıymetini ve dahi stratejisini idrak edemeyenler, mükerrer defalar milleti şucu-bucu şeklinde yaftalayarak yekdiğerine boğazlatmak provalarıyla birkaç kez uçurumun kenarına kadar götürmelerine rağmen bir İlâhî lütuf olarak uçurumun kenarından nasıl dönüldüğünü bilmem kim inkâr edebilir. Hâlbuki o muazzez insan, kurduğu devletin adını coğrafyasından koymuştu. Türkiye Cumhuriyeti. Yani Türkiye’de yaşayan cumhurun, yani herkesin devleti demek istemişti. Nasıl ki Milli Mücadele’de herkes ama herkes yani Alevi’si, Sünni’si, Gürcü’sü, Abaza’sı, Boşnak’ı, Çerkez’i, Türk’ü, Kürt’ü hep birlikte savaşarak Türkiye’yi istilacıların elinden kurtarmışlardı o halde bu devlet onların hepsinin devleti olacaktı.

          Özellikle vazettiği Halkçılık İlkesiyle devlet nazarında ve kanun önünde her kesi ama herkesi eşit kabul ediyordu. O diyordu ki Cumhuriyetin hekime, hâkime ihtiyacı olduğu gibi çiftçiye, çobana ve esnafa da o kadar ihtiyacı vardır. Bunlardan birini diğerinden üstün tutmak asla mümkün değildir. Aksi halde tırnağı etten koparırsınız. Zira sosyal doku buna izin vermez.. Bu ilkesini, bir çarkın irili ufaklı dişlilerinden esinlenerek anlatıyor ve benimsetmeye çalışıyordu. Ama O’ndan sonra devlet üzerinde egemen olmaya başlayanlar bu ilkeden fersah fersah uzaklaştılar. Onlar, köylüyü ve sade vatandaşı kastederek “Hassonun Mammonun reyi nasıl olur da bizlerin reyine eşit olabilir” diyorlardı. Ve ne yazık ki bunu da Atatürkçülük adına söyleyebiliyorlardı. Bu gün de bu yavelere şahit olunmuyor değil. Peki, bu cehalet öğrenim olmadan hiç edinilebilir mi?

          Diğer taraftan kendilerini şeyh, molla, hacı, hoca, dede vs. vasıflandırarak halk üzerinde egemenlik kurmaya çalışanları bu emellerinden uzaklaştırmak üzere Tekke ve Zaviye tabir edilen ve dahi İslâm ile hiçbir alakası kalmayan bazı odakları kapatmak suretiyle Türkiye insanını gerçek İslâm ile buluşturmanın yolunu açtı. Bu cümleden olarak esası tamamen Kur’ân’î olan “dinde hür irade” anlamına gelen bir ilkeyi, Batı dillerindeki adını kullanarak, Batı ile bütünleşme nişanesi ve bir bakıma emsal olarak Laiklik İlkesi adıyla anayasal hale getirdi. İslam Âlemi diye tarif edilen ülkelerin yekdiğerini boğazlamada kullandıkları sebeplere bakıldığında bu ilkenin ne denli isabetli ve dahi yaşamsal olduğu pekâlâ anlaşılmaktadır. Peki, bunca nimeti bağrında barındıran Kutlu Rejim Cumhuriyet ve onu bizlere armağan edenlere minnet duyulmaz da ne yapılır. Bazı kendini bilmez bedbahtlar o minneti duymaya dursunlar. Ama biz bu konuda teri ve kanı pahasına emeği geçenleri minnet ve rahmetle anıyoruz. Ruhları şad, mekânları cennet olsun. Kendilerine layık evlatlar olamadığımız için de haklarını bizlere helal etmelerini dileriz. Çünkü onlar aç ve biilaç savaşarak bu vatanı ve bu rejimi bize armağan ettiler. Ne mutlu onlara! Çünkü onlar İlâhî huzura, cennetin en âlâsını hak ederek uçtular. Bu ebedi yurtları kendilerine kutlu olsun.