Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

ERMENİLER MESELESİNİN ARKA PLANI VE ÜÇ ŞEHİDİMİZ

                                                                                           

M. Yavuz ELBİRLER

1.Sınıf Emniyet Müdürü

Polis Başmüfettişi

 

         TEHCİR KANUNU

           

        Madde 1: Vakti seferde  ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları,ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i  hukumete ve mufaa-i memlekete ve muhafazai asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve   silahla tecavüz ve mukavemet görülürse derakap kuvayi askeriye ile şiddetli suretle tedibat yapmağa ve tecavüz ve mukavemeti imha etmeye mezun ve mecburdur.

 

       Madde 2 : Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları icabatı askeriyeye mebui veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri kura ve kasabat ahalisini münferiden veya müştemian diğer mahallelere sevk ve iskan ettirebilirler

 

          Madde 3 : İşbu kanunun tarihi neşrinden itibaren muteberdir.13 Recep 1333  ve 14 mayıs 1331.

         Metninden de anlaşılacağı gibi kanunun amacı belli bir azınlık grubunun değil vatanın korunması ve asayişin sağlanması için alınacak tedbirlerin uygulanmasına muhalefet, mukavemet edenler ve silahla karşı koymaya çalışanlarla, casusluk ve ihanetleri ortaya çıkarılanların bulundukları yerlerden tehlikeli olamayacakları başka bölgelere sevklerinin sağlanmasıdır.

 

       Tehcir kanununun yürürlüğe girmesi ile Ermenilerin Suriye ve Mezopotamya’ya götürülmelerine başlanılması ile birlikte Batı “Ermeni Katliamı” propagandasına yeniden başlamış, savaş halinde bulunduğumuz devletler,  Osmanlı Devletine açık nota vererek “Hükümet üyelerinin bu kırımlara şahsen katılmış gibi sorumlu tutacaklarını” açıklamışlardır. Kendini korumaya kararlı olan devlet, yapılan bütün bu baskılara rağmen Ermenileri Anadolu dışına götürmeye devam etmiştir. Bu şekilde yurdumuzun toprakları ile ordumuzun cephe gerisi emniyete alınmıştır.

 

         MÜTAREKE YILLARI

      Müttefiklerimizin teslim olması neticesinde aleyhimize sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan  Mondros mütarekesi ile İstanbul’a gelip yerleşen işgal kuvvetlerinden , İngiliz Yüksek Komiserliği Türk savaş suçluları  yaratma gayreti içine girerek ”kara Listeler” hazırlamaya başlamıştır. Mütareke dönemi içinde yüzlerce Türk’ün canını yakan bu kara listeler İngiliz Yüksek Komiserliği içinde kurulan Ermeni-Rum şubesi tarafından hazırlanmıştır. 1919 Ocak ayından itibaren azınlıkların, İngilizci Türk’lerin yardımları ile  sözde savaş ve soykırım suçlusu olarak nitelendirilen Türk idaresi ve her rütbeden subayın isimlerini havi listeler hazırlanır.

         4 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa sadrazam olur ve  5 Mart 1919 günü “Türk Savaş Suçluları” konusundaki İngiliz planı Babıaliye verilerek sanıkların yakalanmaları istenir. Hükümet hiç vakit kaybetmeden bir insan avına girişir. Sadece 10 mart günü içlerinde Sait Halim Paşanın da bulunduğu 20 kadar ileri gelen kişi tutuklanır.

       İtilafçı Damat Ferit, milliyetçi ittihatçıları ve   bir anlamda muhalefeti yok etmek, İngilizlerde milliyetçileri yok etmek için durmadan yeni kara listeler hazırlarlar, Amerikalı ve Fransızlar da hazırladıkları listelerle onlara yardımcı olurlar.

 

         Dr. Vali M. Reşit Bey.

      İngilizlerin yakalanması için büyük dikkat gösterdikleri, Diyarbakır Vali Dr. M. Reşit Bey 1919 yılı Ocak ayı başlarında tutuklanmış ve Bekir Ağa Bölüğüne kapatılmıştır.

       1873 yılında Kafkasya’da doğan Mehmet Reşit Bey, Gülhane Mektep-i Tıbbiye-i Askeriyesinden mezun olmuş ve Tabip Yüzbaşı olarak orduya başlamıştır. 1909’da ordudan ayrılarak idarecilik mesleğine girmiş ve çeşitli bölgelerde Kaymakamlık, Mutasarrıflık ve valilik görevlerinde bulunmuştur. Balıkesir’de görevli iken yaptırdığı “Reşit bey Hastanesi” hala ayaktadır. 1910-1918 yılları arasında idari görevlerde buluna Dr. Reşit Bey, Türkiye’ye musallat olan hastalığı gayet iyi teşhis etmiş, Ermeni ihtilalinin patlama noktasına geldiği bir anda Diyarbakır Valiliği görevini ve bu görevden doğan sorumluğu tereddüt etmeden omuzlayacak cesaret ve olgunluğa sahip, milliyetçi, ülkücü bir idarecidir.

      Diyarbakır’a geldiğinde ihtilal hazırlığı içindeki Ermenilerle ilgili müşahedelerini şu şekilde anlatır; “Tekalifi Harbiye ambarları, Askeri nakliyat ve bütün önemli işler hep Ermeni Komitecilerin ellerine bırakılmıştır. Ermeni ruhani reisi valinin has müşaviri olmuş, tahsildarlık gibi basit bir vazifeyi üstüne alan yüksek tahsil görmüş Ermenilere rastlanmakta ve bunlar köyleri dolaşarak Ermenileri ikaz etmekte, hazırlamakta, ruhani reis ile papazlarda mülhakatı dolaşarak “kurtuluş günü erişti, hazırlanınız, gerekirse çift hayvanlarınızı satıp silahlanınız, muvaffak olduktan sonra Müslümanların serveti, mülkleri bize kalacaktır.” Mealinde ateşli nutuklar ve vaizlerle fikirleri zehirlemekte ve zehirlemişler, Ermeni mahallelerinde ordudan kaçan ve kaçırılan birlerce efradı toplamışlar. Polis ve jandarmaları alenen tahkire koyulmuşlar, Ermeni mahallelerine polis ve jandarma girmeyecek derecede hükümet nüfusu kırılmış, alenen Ermeni istiklal şarkılarıyla eğlenmekte ve;

          Şimdiye kadar siz hakim millet idiniz,

          Bundan sonra biz hakim, siz mahkumsunuz,

      Hitapları ile ahali açıktan açığa tahkir edilmekte, hasılı dinamitlerin ve bombaların patlaması için Rusların biraz daha ilerlemesi ve bundan gelecek emir ve işaret beklenmekte ………….”

        Durumu isabetle tespit eden ve devletin valisi olarak sorumluğunun şuurunda olan Dr. Reşit Beyin elinde 25-30 kadar jandarma ve eski sistem silahlarla donatılmış, 50-60 kadar ihtiyat askerinden başka fiziki kuvvet yoktur, ama o, tehlikenin kökünü kazımaya kararlıdır. Şehrin esnafını, ruhani reislerini ve ruhani meclis üyelerini makamına getirterek asker kaçağı ve komitecilerin bir hafta içinde teslim edilmelerini ister. Ermeniler bu uyarıya aldırış etmezler ve bundan sonrasını Dr. Reşit Bey şöyle anlatır;

         “Belli günde sabah erkenden Ermeni mahallesinin en mühim 3-4 sokağını ve bazı mühim noktalarını tutturup, evleri ani bir şekilde, birer birer araştırmaya ve birgünde 500’den fazla asker kaçağını yakalamaya muvaffak oldum.

       Ele geçirilenler arasında Ermenilerin hareket planları ve  takip edecekleri programları da vardır. Bunlardan edinilen bilgilere göre, “7 yaşından yukarınız ve erkek çocukları da dahil bütün Müslümanlar öldürülecek, şehir ve kasabalarda taarruz ve müdafaa tertibatları, kumanda heyetleri kurulacak, Ruslar biraz daha ilerleyebilirlerse resmi daireler ve şehir kapıları bomba ile havaya uçurulacak, vali, polis müdür ve jandarma komutanı gibi idare amirleri öldürüldükten sonra Müslüman ahali katledilecektir.” Yine ele geçirilen planlar ile yakalananların ifadelerinden, “vilayetin en küçük bir  Ermeni köyünde bile teşkilatı, silah ve bomba bulunduğu, büyük, küçük, kadın-erkek, bütün Ermenilerin teşkilat ve maksattan haberdar oldukları, paraca, bedence veya fikirce bu teşebbüse iştirak etmeyen hiçbir Ermeni bulunmadığı” anlaşılmıştır.

        Tehcir  kanununun çıkartılarak yürürlüğe konulmasını müteakip devletin bir Valisi olarak Dr. Reşit bey kendisine kanunda verilen bu görevini yerine getirmiş ve görevini yaparken de elinden geldiğince adil davranmıştır.

         Reşit Bey hatıratında bu konu şöyle anlatılmaktadır;

       “ Ben mümkün olduğu kadar her kafileye “kafile başı” sıfatı ile 1-2 jandarma ayırıyordum. Fakat bu her zaman mümkün olmadığı gibi etkili bir tedbirde olmuyordu. Sonunda gerek merkezde gerekse ilçelerde tatbik edilmek üzere bir özel talimatname yazıp, tamim edilmiştir. Bu talimatnameye göre, sevk olunacak ailelere birkaç gün evvel malumat verilerek, hazır bulunmaları ihtar olunacak. Beraberinde götürecekleri para ve menkul eşyayı almalarına mani olunmayacaktı.”

        Ermeni tehcirinin başlama üzerine savaşta olduğumuz devletler açık bir nota ile tehcirin durdurulmasını isterler. Amerika ve diğer bazı devletler de diplomatik temaslarda bulunarak bu konuda ricalarda bulunurlar. İttihat  ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri Mithat BLEDA hatıralarında bu konuda şunları yazar;

        “Durumu daha incelemek ve bazı radikal tedbirler almak gayesi ile Doğu vilayetlerimizdeki bazı valilerimizi merkeze davet edip yerlerine başkalarını göndermeyi münasip bulmuştuk.

        Bu arada Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey de geri çağrılanlar arasında yer almıştır. İstanbul’a geldikten sonra bir gün beni ziyaret etti. Böylece kendisi ile açık açık konuşmak ve davranışları hakkında bilgi alma imkanını buldum. Derhal kendisini kabul ettim, karşımdaki koltuğa oturduğu zaman her ikimizin de sinirli olduğu göze batıyordu. Kendisine ciddi bir lisanla sordum;

      –Siz, dedim hekimsiniz... ve bu sıfatla can kurtarmakla vazifelisiniz. Nasıl oldu da bunca insanın yakalanıp da ölümün kucağına atılmasına göz yumdunuz?

         Dr. Reşit Bey yüzüme baktı ve uzunca bir sükuttan sonra, en az benim kadar sert bir lisanla cevap verdi;

     –Hekim olma bana milliyetimi unutturamazdıReşit, elbette bir doktordur ve doktorluğun gerektirdiği çerçeve içinde davranışlarını ayarlamak zorundaydı. Ne var ki  Doktor Reşit her şeyden önce dünyaya bir Türk olarak gelmişti. Milliyetim her şeyden önce gelir, Diyarbakır’da bulunduğum süre içinde o bölgedeki Ermenileri dışarıdan ve içeriden nasıl yardım gördüklerini ve kendilerine nasıl vaatlerde bulunarak zehirlendiklerini, aldıkları yardımlar ile nasıl ferah içinde yaşadıklarını bütün bunların sonucu memlekete karşı korkunç duygularla beslenip, vatanımızın hayatına kast ettiklerine benim gibi yakından görüp tetkik etme imkanını ve fırsatını bulmuş olsaydınız bugün burada bana böyle tavizlerde bulunmazdınız. Doğudaki Ermeniler aleyhimize öylesine kışkırtılıyorlar ki şayet onlar yerlerine bırakılmış olsalardı çevremizde canlı olarak tek Türk bulmak ve bir tek Müslümanın yaşadığını görmek imkansız olacaktı. Diyarbakır’da bulunduğum zaman süresinde bunların sicillerini inceledim, yaşantılarını takip ettim, düşüncelerini öğrendim, evlerinde yaptırdığım araştırmalar gayeleri hakkında bana kesin kararlar verme imkanını bahşetti. Bazı evlerde ele geçirdiğim silah ve cephane koca bir orduyu yok edecek sayı ve vasıflarda idi. Korkunç ve müthiş bir teşkilatları var ve yalnız bulundukları bölgede değil, memleketin dört bir yanına uzanan kolları ile bu teşkilat serbest bırakıldığı takdirde çok geçmeden Anadolu da Türk’ü mumla aramamız gerekecek. Yani ya onlar bizi, ya da biz onları …… onlar bizleri yok etme kararı ile şartlandırılmışlardır.

       Şayet durum böyle olmamış ve kurdukları teşkilat bölge içinde kalmış durumda olsaydı oldukları yerde bastırıp ve herhangi bir hadise çıkarmalarını kolayca önlerdik. İyi niyetli kişilere elimizi sürmek aklımızdan bile geçmezdi. Oysa onların mütecaviz davranışları ile bizleri ortadan kaldırmak için hazırlandıkları artık gizlenemez hale gelmişti. Yani anlayacağınız, bizleri meşru müdafaa için harekete sevk eden onlardır.

         Vaziyet bu merkezde olunca kafamı ellerimin arasına alıp düşündüm. “Hey Doktor Reşit dedim kendi kendime, ortada iki ihtimal var, ya Ermeniler Türkleri temizleyecek, bu memlekete sahip çıkacak veya Türkler tarafından temizlenecekler.”

     ^Bu iki ihtimal arasında mütereddit kalamazdım. İhtimallerden birisini tercih etme zarureti vardı. Ve seçimimi yaptım. Türklüğüm hekimliğime galabe çaldı, bu başka türlü olamazdı ve olmadı da, sonunda onlar bizi ortadan kaldıracaklarına biz onları ortadan kaldırmalıyız” dedim.

         –Doktor, bu davranışınızdan dolayı vicdanınız sizi rahatsız etmiyor mu? diye sorulduğunda bana şu cevabi verdi.

       –Etmez olur mu? Fakat ben bu işi şahsi gururumu tatmin veya cebimi para doldurmak için yapmadım. Baktım ki vatan elden gidiyor, milletim hayrına gözlerimi kapattım ve pervasızca ileri atıldım…Başka milletlerin hakkımda yazdıkları veya yazacakları benim umurumda değil…

         Doktor Reşit Bey sözlerini bitirmişti, sustu, bende sustum. O devirde Doktor Reşit gibi düşünenler az değildi. Doktor Reşit Bey, o devrin en saf ve en idealist gençlerinden biri. Hürriyet severliği, dürüstlüğü, vefakarlığı, mertliği ile tanınmış ve sevilmişti.”

         Doktor Reşit Bey tutuklanarak kapatıldığı Bekir Ağa Bölüğü zindanında bir yolunu bularak 25 Ocak 1919 günü kaçar.

       İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri idam etmeyi umduğu Doktor Reşit Beyin kaçışını öğrenince tam anlamıyla küplere biner ve Baş Tercümanı Ryan’ı sadrazama göndererek şunları söyletir; “Olayı pek vahim görmekteyim, bu yalnız Türk Hükümetine karşı değil, aynı zamanda İtilaf Devletlerine karşı meydan okumaktır. Bu bir Türk oyunudur, hükümet üyelerinin kendileri de sorumluluktan kurtulamazlar.”

        Ertesi gün İtilafçı basında hükümete karşı saldırıya geçer. Bu durum üzerine İstanbul polisi seferber edilir. Doktor Reşit Bey ailesini görmek üzere saklandığı evden çıkıp Beşiktaş’a indiği bir sırada merkez memuru Ermeni Kirkor’un emrinde bir polis ekibince tanınır ve bir fulya tarlasında çember içine alınır. Yakalanacağını anlayan Dr. Reşit Bey “ Ermeni tazılarına” yakalanmaktansa, beynine bir kurşun sıkarak hayatına son verir.

         Cebinden vasiyetname mahiyetinde şu mektup çıkar;

         “Pek sevgili Refikam ve çocuklarım,

        Firarımdan dolayı…. muhafız paşa ile polis müdürü bütün şiddet ve kuvvetiyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara iltihak etmişler imiş. Gayretsiz ve hissiz bazı dostlarımın ihmali programımı sekteye uğrattı. Utanmadan teslim olmaklığımı teklif ediyorlar. Neticeyi karanlık görüyorum. Yakalanıp Hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için son dakikada intihar etmek niyetindeyim. Revolverim bir dakika yanımdan ayrılmıyor ve hazırdır. Hayatımın bence hiçbir kıymeti kalmadı. Bir müsait vakitte milletime son vazifemi yapar ve hayatımın bakiyesini size hasr ve tahsis ederim ümidiyle yaşamak isterdim. Ne çare, her istenilen olmadı. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor, halbuki sizi temin-i maişetten aciz bırakıyorum. Bu da tarihin bir cilvesi….”

       Atatürk tarafından da takdirle anılmış bulunan Vali Doktor Reşit Bey Milleti tarafından da unutulmamış, geriye bıraktığı zevcesiyle yetimlerine TBMM vatani hizmet tertibinden maaş bağlanmıştır.

 

          Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey:

 

          07 Ocak 1919’da tutuklanan Boğazlayan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey de Ermeni Kırımından sanık olduğu iddia edilerek yakalananlar arasındaydı. Kaymakamlık ve Mutasarrıf Vekilliği görevini ifa ettiği sırada Dahiliye Nezaretinden aldığı; “Kazanız dahilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikamet Suriye’dir. Şifrenin aynı iddia ile Yozgat İstinaf Mahkemesinde yargılanmış ve beraat etmiş olmasına rağmen yeniden tutuklanarak mahkeme önüne çıkarılmıştır. Dava vekili Saadettin Ferit Bey, Kemal Beyin savunmasını gönüllü olarak üstlenmiştir. Aynı suçtan daha önce yargılanarak beraat ettiğini ileri sürerek serbest bırakılmasını isteyen Kemal Beyin bu talebi Divan-ı Harb Savcısı Sami Beyin saçma sapan iddiaları ve Mahkeme Başkanı Mahmut Hayret Paşanın da savcıya katılması ile geri çevrilmiştir. Mahkemede İngiliz Yüksek Komiserliğince temin edilen Ermeniler, akıl mantık kurallarını inkar eden bir sürü suç uydurarak Kemal Bey aleyhine şahitlik etmişlerdir.

            Kemal Bey son duruşmasında şöyle der;

           “ Daha düne kadar bir hakimler heyeti halinde olan sizler şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz.

          Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının katli Müslümanların yüreklerini sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise Rus ordularının kah önüne geçerek, kah arkasında kalarak ekseriye memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar getirmekten kaçınmıyorlardı. İddia edildiği gibi, Yozgat vilayet dahilinden sevk edilen bazı Ermeni muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri fecasete şahit olmuş bazı asker kaçaklarının tecavüzü dahilindedir.

         Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği heyecanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da istediği üzerine kurbanlar verilmesi bir ziyaret icabı sayılıyorsa, bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekte değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdanı görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa herhalde bütün bu işlerin takipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir.”

        Bu müdafaa Mahkeme Başkanı Hayret Paşayı vicdanının sesine uymaya çağırmış ve Patrik Zaven’in Kemal Beyin asılması için İngilizlerle beraber yaptığı baskı karşısında Sadrazam Ferit Paşa  ile yaptığı şiddetli bir münakaşa neticesi istifa etmiştir.

        Hayret Paşanın yerine “Nemrut” lakabı ile tanınan Mustafa Paşa tayin olmuş ve tayin ile mahkeme, mahkeme olmaktan çıkmış, önceden verilmiş kararların emirlerini uygulayan bir heyet halini almıştır. Son duruşmada Nemrut Mustafa Paşa oturduğu yerden doğrularak Kemal Beyin yüzüne bağırmıştı;

       –Kış kıyamette bu kadar insanı çoluk çocuğu ile dağlara yaylara sürerken Allah’tan hiç korkmadın mı? Bir gün bunların senden sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülemesini de emretmişsin, ne dersin?

         –Hayır bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için karar vermiş değilim.

        -On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden bu Allah’ın kışında soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik sen bir idare amirisin, bunları senin himayene vermişler, memleketimiz dahilinde yaşayan vatandaşların birini diğerinin üzerine sevk ederek can ve mal tecavüzüne teşviketmenin cezası nedir bilir misin ?

         –İdamdır Paşam ….

        –Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, bizde senin için bu karara varmıştık !..

        Böylece 08 Kasım 1919 günü Kemal Bey idama mahkum edilir. Şeyhül İslam Mustafa Sabri Efendinin fetvasını alan Sultan Vahdettin Damat Ferit Paşanın elden getirdiği kararı aynen onaylar.

      10 Nisan 1919 günü henüz 35 yaşında iken Beyazıt meydanında kurulan idam sehpasına getirilen Kemal Beye son sözü sorulduğun da toplanan halka şöyle seslenir;

       “Sevgili vatandaşlarım ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptım, vicdanım emindir, ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar, eğer buna adalet diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet.”

        Sözleri yasa bürünen halkın “kahrolsun böyle adalet” gürlemesiyle kesilen Kemal Bey devam eder.

        “Benim sevgili kardeşlerim çocuklarımı asil Türk Milletine emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin.”

     Halk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O sıra da şimdiki Rektörlük binasının penceresinden devrin Adliye Müsteşarı Sait Molla cellatlara hiddetle bağırır;

         “Söyletmeyin şu alçak herifi ……hemen asın bu köpeği, ne duruyorsunuz itoğlu itler….

      Kemal Beyin “borcum var, servetim yok, üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum, yaşasın millet” sözleri halkın hıçkırıklarına karışırken cellatlar idamı gerçekleştirmişlerdi.

         Kemal Beyin üstünden şu vasiyet çıkar;

      “Merhum Sevgili oğlum Adnan’ın mefdun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayırındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’de sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanımdır. Defin masrafı teyzeme buyurulmalıdır. Kabri taşım hamiyetli Türk Müslüman Kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır. Millet ve memleket uğruna şehit olan Boğazlayan Kaymakamı Kemal Beyin ruhuna fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzeher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel Aşar memuru Sabık-ı Arif acizdir. Kardeşim Münir’de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa memnun olurum. Türk Milleti ebediyen yaşayacak Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar, inşallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır.”                                                                   30 Mart 1335

                                                                       Boğazlayan Kaymakamı Sabık ı KEMAL