EKONOMİK SUÇLAR-TERÖR
M.Yavuz ELBİRLER[*]
|
1895 yılında Almanya’da yayınlanan bir dergide Bernardine Schulze-Smidtden isimli bir bayan yazar hakkımızdaki fikirlerini şöyle ifade ediyordu:
“Oruç ayı sonunda idrak edilen Ramazan Bayramı devam ettiği müddetçe, İstanbul’da zengin-fakir, tanıdık-tanımadık, Müslüman-Hıristiyan, içlerinde bayram yemeklerinin hazırlandığı evler herkese açıktır. Bayram yemeğine gelen hiç kimse geri çevrilmez. Umumi yerlerde, yoldan geçmekte olanlara pasta ve çörekte ikram edilir. İsteyen herkese, makam ve din farkı gözetilmeden bundan verilir. Bu, misafirperverliğin büyük saygı gördüğü ve Şark’ta, insanın sahip olması gereken ilk meziyetlerden biri olarak görüldüğü eski zamanları hatırlatan güzel bir adettir.”
Birçok hususlarda Türkler, biz Avrupalılara taklide değer örnek olabilirler. İsmen, şahısların karşılıklı saygısına büyük önem verilir. Büyük-küçük herkes buna riayet eder. Normal hayatta seviye farkı yoktur ve herkes eşittir. Ancak fakir, zengin nezdinde bir şeyler elde etmeyi arzu ediyorsa, şüphesiz onu hususi bir saygıyla selamlar.
Türklerde, asil sınıf bilinmez. Bir köle kadının çocuğunun bile Sultan olabildiği böyle bir memlekette, anlaşılacağı üzere menşe ve köke fazla itibar edilmez. İnsan kendisini sıradan bir vatandaşın oğlu olarak tanıtır. Osmanlılar da her şey fert ile başlar, fert ile biter. Onlarda akrabalık, biz Avrupalılarda olduğu gibi, aptalların ve kabiliyeti mahdut kimselerin makam ve şöhrete ulaşmalarını sağlayan bir merdiven değildir. Eğer bir Türk İnsanı karşısındakini gayretli ve şerefli biri olarak tanımışsa, onun kimlerden olduğunu sormaz bile. Eğer Boğaz’daki bir kayıkçıya, şükran ifadesi olarak, “Allah sana Sadrazamlık nasip etsin” diye dua edildiğinde, o bu komplimanı hiç de alay ve imkansız telakki etmez, bilakis gayet sakin, “İnşallah” “Eğer Allah isterse!” diye mukabelede bulunur.
Ve Allah ekseriye istemiştir ve en aşağıdakilerden bazıları, devletin en yüksek mevkilerine yükselmişlerdir. Bir çok Sadr-ı Azam, bahçıvan veya oduncu olarak işe başlamışlar ve yüksek mevkilerde en küçük kibirlilik alameti göstermemişlerdir, çünkü onlar bu mevkilerin ihtişamının çabucak sona erdiğinin farkındadırlar.
Türklerin dürüstlük ve alicenaplığı dillere destandır. Eğer İstanbul’da iki Rum bir anlaşma akdederler veya hukuki bir mesele ile karşı karşıya bulunurlarsa her zaman bir Türk’ü müşahit ya da tarafsız bir hakem olarak yanlarına almaları adet olmuştur.
Türk satıcının, kendisine fazla fiyatla mal satmak istemesi halinde, müşterinin “Nasıl, Allah’tan korkmuyor musun?” demesi yeter. Bu söz onun aklını başına getirecek ve malın hakiki değerini söyleyecektir.
Satıcı buna rağmen kendisine itimat edilmediğini hissedersi, İzzet-i nefsinin rencide olduğu düşüncesiyle müşteriye mal satmaktan vazgeçer ve yoluna gitmesini söyler.
Tanınmış bir seyyah, İstanbul’da iken yolunun, bir gün Kapalı Çarşı’daki zengin bir antikacı tüccarın dükkanına düştüğünü nakleder. Bu, benzerlerinin ancak Tiflis’te yapıldığını bildiği, üzeri figürlerle süslü, güzel boyanmış bir yazı takımının fiyatını sorar. Tüccarın kendisinden iki yüz kuruş istemesi müşteriyi şaşkına döndürür. Müşteri yüz kuruş vermek ister. Bunun üzerine tüccar, yazı takımını bir kuruş bile aşağıya veremeyeceğini, fakat arzu ederse, yabancı beyefendiye bunu hediye etmenin kendisini bahtiyar kılacağını ifade eder.
Evet!… yabancı yazarın hakkımızdaki düşünce, intiba ve beyanı bunlar. Hepimiz Türk-İslam ahlakı üzerine saatlerce konuşabilir ve yüzlerce misal verebiliriz.
Fakat…. Yukarıdaki yazının yayın tarihinden yüz yıl sonra bugün ülkemizde yolunda gitmeyen bir şeyler var. Öylesine var ki….
“Bizim Lonca döneminden kalma bir meslek ahlakımız vardı. Burada ne yazılı anlaşma, ne çek, ne de senet vardı. Ödeyeceğim dendiği zaman ödenir, iş yapılacaksa en doğrusu yapılır, bahşiş, katma, karıştırma olayları olmazdı. Geçmişteki sanatkar, zanaatkar ahlakı buydu.”
Bir iş adamı söylüyor bunları, işadamlarının eski itibarının kaybolduğu feryadıyla…. Çünkü İSKİ, İLKSAN, ASKİ, CİVANGATE ve daha bir çok olayların ardında bazı iş adamlarının isminin çıkması onları da feryat ettiriyor.
TÜSİAD, “Evrensel kabul gören iş ahlakı ilkelerini tanımlamak, iş yaşamında karşılıklı güven ilkesinin yerleşip gelişmesine katkıda bulunmak ve iş ahlakına uymayan tutum ve davranışların yaygınlaşmasını önlemek” amacıyla hazırladığı ahlak ilkeleriyle üyelerinin adlarının yolsuzluklardan uzak kalmasını istiyordu.
Ardından MÜSİAD’da “çağımızın hakim sistemi olan kapitalizmin kendi insan tipi olan ekonomi insanını oluşturmuş ve toplumsal hayatın hemen hemen her alanında bu insan tipinin davranışlarını veri kabul etmiştir.” diyerek ekonomi insanının her zaman kar ve maliyet ölçülerini dikkate aldığını, her hareketinde maksimum fayda düşündüğünü ve “Kişisel çıkar peşinde koştuğunu, bunun sonucunda da bir yozlaşma ve ahlaki çöküntünün kaçınılmaz olduğunu belirterek” bir nevi kendi iş ahlakı ilkelerini belirliyordu.
Ardından İzmir Ticaret Odası, üyesi iş adamları; ardı arkası kesilmeyen toplumsal kirlilik ve yolsuzluklardan bıkkınlıklarının ve buna tepkilerinin bir göstergesi olarak, kendilerinden başlamak üzere, yanlarında çalışanları ve onların ailelerini de içine alan bir “Temiz Ticaret Harekatı” başlatıyor. “Gelenek ve göreneklerine saygılı, sözü namus olan, ilişkilerinde “önce insan” diyen, “Rüşvet vermeyen”, tüccar tipini öne çıkaran bu hareketle İzmir Ticaret Odası, işadamının kaybettiği imajı geri almaya çalışıyordu.
“Ticaret hepimizin bildiği gibi aldatmalar üzerine yanlış bezenip kurulamaz. Aldatma üzerine ticaret yapmayı prensip edinen bir kişinin o işyerini yaşatması mümkün değildir.” Diyen İzmir Ticaret Odası Başkanı Sayın Ekrem DEMİRTAŞ, tespit ettikleri iş ahlakı ilkelerini ihtiva eden broşürü 35 bin üyesine gönderiyordu.
Yine İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği de “Dürüst sanatkar, onurlu esnaf” kampanyası ile bu harekete destek veriyordu.
Yasa dışı iktisadi faaliyetler ve bunlarla mücadelenin tarihi, Devletin veya yasa ve kural koyucu otoritelerin doğuşuna kadar uzanır. Ancak yasadışı faaliyetlerin ve bunlarla mücadelenin sistematik bir araştırmaya konu olması oldukça kısa bir süre önce başlamıştır.
Günümüzdeki yasa dışı iktisadi faaliyetlerin önem kazanması çeşitli nedenlere dayanmaktadır.
Öncelikle yasa dışı iktisadi faaliyetler giderek güçlenen suç örgütleri aracılığıyla yapılmaya başlamıştır. Bazı suç örgütlerinin kadro sayıları ve buna paralel olarak hareket kabiliyetleri giderek artmaktadır.
Suç örgütleri sayısı da giderek artmakta ve bazı ülkelerde kamu otoritesi ile rekabet edebilecek boyutlara ulaşabilmektedir. Rusya federasyonunda 1993’te 4352 olan suç örgütü sayısı 1994’te 5700’e yükselmiştir.
Bu örgütlerin faaliyetleri uluslararası düzeye taşmaktadır. Böylece hem uluslar arası düzeyde iktisadi ve finansal faaliyetlerin serbestleşmesinden azami ölçüde yararlanmakta, hem de uluslar arası düzeydeki yasal, idari, siyasi çelişki ve farklılıklardan istifade ederek konumlarını güçlendirmektedirler.
Gelirleri giderek artmaktadır. Sadece uyuşturucu madde kaçakçılığından elde ettikleri gelir 500 Milyar dolar düzeyine ulaşmıştır ki bu dünya toplam petrol ticaret hacminin üzerindedir.
Suç örgütlerinin faaliyet alanları da genişlemektedir.
Uyuşturucu madde kaçakçılığı
Silah ve mühimmat kaçakçılığı
Organ kaçakçılığı
Bebek, çocuk, kadın, işçi veya göçmen ticareti
Stratejik Malzemeler ve maddeler kaçakçılığı (uranyum, biyolojik ve kimyasal diğer malzemeler)
Alkollü içecekler
Altın ve diğer kıymetli madenler
Tarihi eserler
Nesli tükenmiş canlılar
Çeşitli dövizler ve sahte paralar
Lüks otomobil ve diğer dayanıklı tüketim malları
Plakalar ve kasetler
Bilgisayar programları
Markalı lüks mallar
İlaçlar, çeşitli kimyevi mamuller
Çeşitli yedek parçalar, alet ve ekipmanlar
Diğer taklit mallar kaçakçılıkları
Kamu mülkiyetinin korunması ve yaygınlığı sonucu ortaya çıkan arazi mafyaları
Çek, senet veya tahsilat mafyaları
Kamu ihalelerinin sübjektif değerlendirmelere dayalı olması ve şeffaflık eksikliğinden faydalanan ihale mafyaları
Hayali ihracat, hayali yatırım amaçlı teşvik mafyaları
İstihdam mafyaları
Kredi mafyaları
Terör örgütleriyle işbirliği
Suç örgütleri bir yandan yasadışı iktisadi faaliyet alanlarını genişletirken, diğer yandan da yasal faaliyetlere yönelmekte ve bu alanda sanayi, bankacılık, taşımacılık vb. iktisadi faaliyetleri kontrol etmektedirler.
Bazı suç örgütleri yasadışı iktisadi faaliyetleri yürütürken bazı etnik, sosyal, dini çelişkileri de istismar ederek toplumsal ve siyası destek arama yoluna gitmekte ve bu alanda önemli ölçüde başarı sağlayabilmektedirler.
Nihayet bazı ülkelerde, suç örgütleri günümüzde bireysel özgürlükleri, ulusal ve uluslar arası düzeyde iktisadi düzeni tehdit eden, kamu otoritesini ve kamu düzenini sarsan ve yasal düzeni işlemez hale getirebilecek büyük bir tehlike olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öte yandan yasadışı iktisadi faaliyet yürüten suç örgütleri rüşvet olgusunu yaygınlaştırmakta, rüşvet alan kamu personeli kamu düzenini korumak yerine suç örgütlerinin çıkarlarını koruyabilmekte ve bu hareket su yüzüne çıktığında kamuya güvenin sarsılması yanında, radikal çözüm üreten Siyasi Partilerin güçlenmesine ve antidemokratik düzen özleminin artmasına yol açmaktadırlar.
Yasadışı iktisadi faaliyetlerin gelişmesi normal yollardan kamu düzeninin işleyişini zorlaştıran ve kamu düzeninin sağladığı bazı hizmetlerin paralel mekanizmalarla suç örgütleri aracılığıyla yapılmasına yol açar. Bu çerçevede adalet hizmetleri, Emniyet Hizmetleri, tahsis hizmetleri gibi bazı hizmetler suç örgütleri aracılığıyla ya da görevlendirecekleri “güvenilir” bazı kişiler aracılığıyla gerçekleştirilir.
(Babalar, hatırı sayılır kişiler vs.)
Yasadışı iktisadi faaliyetlerin ve buna bağlı olarak suç örgütlerinin gelişmesi zaman içinde bunların yıkıcı ve bölücü ve dış destekli faaliyetler ile bütünleşmesi hatta onlara öncülük etmesi açısından müsait bir zemin oluşturur. Bu açıdan yasadışı ekonomik faaliyetler yürüten suç örgütlerinin ihtiyaçları ve imkanları ile yıkıcı ve bölücü terör örgütlerinin ihtiyaçları ve imkanları arasında etkili bir tamamlayıcılık ilişkisi mevcuttur. Yasadışı ekonomik faaliyetlerin sahip olduğu maddi imkanlar terör örgütlerinin faaliyetlerinin finansmanı için sürekli ve yeterli bir kaynak oluştururken, terör örgütlerinin sağlayabildiği güvenilir personel, gizlenme, tehdit ve yaratabildikleri destabilazyon imkanları da yer altı ekonomisi açısından riski azaltıcı faktörler olarak değerlendirilir. Bu şekilde zamanla iktisadi amaçlarla siyasi amaçların bütünleşmesi, dolayısıyla örgütlerin bütünleşmesi imkanı da gündeme gelebilir. Öte yandan her iki faaliyet uluslararası bir faaliyet ve istihbarat ağı geliştirme ihtiyacı ve bunu sağlayıcı imkanlar açısından da bütünleşebilirler.
Özetle yer altı ekonomisi; belli bir safhadan sonra elindeki parayı kayıtlı ekonomiye kaydırarak normal kayıtlı ekonomiyle bütünleşmeye ve bu şekilde elinde oluşan büyük maddi kaynakları aklama ihtiyacındadır.
Diğer yandan kayıtlı ya da normal iktisadi faaliyetlerle bütünleşerek ve ona destek vererek, ihaleler, kredilendirme ve oto finansman konularında haksız rekabeti arttırıcı bir unsur olabilir.
İster yasadışı iktisadi faaliyet gösteren suç örgütleri olsun, ister yıkıcı ve bölücü, dış veya iç kaynaklı örgütler olsun, amaca ulaşmak için araç olarak kullandıkları öncelikli hareket şiddet yani terördür. Bu ortak noktadan hareketle terör veya şiddet olgusunun Sosyo-Psikolojik sebeplerini incelemek ve anlatmakta fayda vardır.
Terör, sosyolojik açıdan sosyal şiddet kavramının bir unsurunu teşkil eder. O zaman, sosyal şiddet olgusunun içinde, terörün dışında intihar, adam öldürme, suikastlar, adam kaçırma, fidye isteme, rehine alıkoyma, yakma-yıkma, tahrip, sözlü ve yazılı protestolar, top yekun çatışma, ayaklanmalar, ırk ve mezhep kavgaları ve ayrıcalıklı eylem biçimlerini zikredebiliriz.
Günümüzde, Latin Amerika tipi terörün teorisyeni sayılan Carlos MARİGHELLA’ya göre terör, devrim için vazgeçilmez bir silahtır. Yine terör teorisyeni Regis DEBRAY ise, terörün bir savaş biçimi olduğunu savunmaktadır.
İllegal yıkıcı ve bölücü örgütlerin gelişimi, şiddet eylemleri ve takiben başkaldırmalar ve sosyal hareket biçimleri, ülkelerin tarihi gelişimi, sosyal ve kültürel şartları ile lider kadrolarının kimlikleri açısından farklılaşma gösterebilir.
Ülkemizde 1968’lerden bu yana oluşan, teorik birikim, eylem pratiği, enternasyonal Marksist stratejinin ülkemiz açısından oluşumunda asla küçümsenmemesi gereken bir zaman sürecini ortaya koyar.
Sosyal şiddet normlarının temel nitelikleri, temsil edildikleri toplumun, tarihi gelişimi, kültür özellikleri ve dünya görüşüyle yakından bağlantılıdırlar. Bu gerçeği MLSPB Lideri Şemsi ÖZKAN şöyle açıklamıştı:
Eğitim sistemi,
Hoşgörü olmayışı,
Kültürel yapı,
Yenilik ve aile ilişkileri,
Gençlik ve toplum ilişkileri…
Özkan’a göre, Türkiye’de bu beş faktör, şiddet olaylarının, toplumsal protestoların kaynağını oluşturmakta idi. O, “Türk gençlerinin savunabileceği bir ideoloji sisteminin eğitimle verilmemiş olmasını” şiddetin sebebi olarak gösteriyordu.
117’si öldürme olmak üzere 184 eylemi gerçekleştiren MLSPB Lideri görüşleri, üzerinde titizlikle durulması gereken şu dramatik gerçekleri ortaya koyuyordu:
“İlgisizlik, uyumsuzluk ve aradığını bulamamanın oluşturduğu topluma yabancılık, giderek ilk önce düzene karşı, daha sonra da ideolojik ortam içinde devlete karşı kin ve nefrete dönüşüyordu.” Nihayet: “Polise sıktığı kurşunlar, aslında kendi çelişkilerine, toplumla olan uyumsuzluklarıma idi” diyor Şemsi ÖZKAN.
Bu konuda daha birçok teröristin açıklamalarını verebiliriz. Hepsinde bir tek nokta vardır. Sosyal şiddet temelde toplumun yapısal kimliği ile birleşmektedir. Gerçekte 1960’lı yıllardan itibaren ülkemiz hızlı sosyalleştirme diyebileceğimiz bir sürecin içine çekilmiştir.
Bu dönemin tahlilini yapan bir Batılı Sosyolog LANDAV; “Sağ eğilimli gençlik grupları, daha az ve genellikle milli gururun mesajından ötürü Türkiye’nin geçmişinde ortak ideolojik köklere sahipken, solcu gençlik böylesine ortak bir esin kaynağına sahip değildi. Bunların her biri, Marx, Lenin, Mao, Che Guevara ya da MarcuseTürkçe çevirilerinden okudukları, ya da başka iki düşünürün öğretilerinden oluşan bir programı kabul etmişlerdir. Bazı üniversite ve fakültelerde Marksist yönlendirme hızı arttıkça radikal öğrenci hareketleri de güçlenmiştir.”
Ülkemizde 1960’lardan sonra başlatılan ve gittikçe hızlandırılan Marksist şartlandırma operasyonu, hemen hemen tüm Marksist klasikleri Türkiye’ye kazandırmıştır. Eskiden 3-5 kişi tarafından gizlice okunabilen kitaplar, fakültelerde yardımcı ders kitabı olarak okutuluyordu.O yıllarda 60 kadar sol yayın yapan ve dağıtan yayınevi her biri 5000 civarında basan bir çok kitap ve 30 civarında dergi, işportalara kadar yayılıyordu. Bu günde durum o günden pek farklı değildir. Yapılan kültürel yozlaşmayı ve değişimi sağlamanın yanında yazanı-çizeni, yayınevi, dağıtımcısı, satıcısı ve diğerleriyle iktisadi bir faaliyettir de.
Türkiye’de terörizmin 30 yılı aşan çıkışları esasta psikolojik bir tahlile tutulmuş değildir. Batı’da, Milli Hükümet komisyonları tarafından yürütülen araştırmalar ciltler dolusudur. Birleşmiş Milletler Sosyal Savunma Enstitüsü , toplum şiddet olaylarını inceleyen Avrupa Konseyi ilgili Dairesi bu tür çok uluslu örgüt ilişkilerinin ürünüdür.
Bir örnek olarak Fransa da, 1976 da başkan Gıncard Destaing tarafından yönetilen şiddete tepkiler adlı, on üyenin 65 genel toplantı ve 7 seminer sonucu baş çalışma grubu tarafından tamamlanan raporda;şu konular incelenmiştir:
Şiddetin psikolojik ve biyolojik görünü,
Kentleşme , çevre ve kültür değişimi,
Şiddet ve Ekonomi,
Gençliğin korunması,
Cezai görünüm ve ıslah evleri
Batı’da, Sosyal şiddetin yoğunlaşması üzerinde yürütülen sosyal incelemelerin hemen hepsinin ortak noktası yapısını sorunlarda düğümlenmektedir.
Türkiye’de 1923-1950 arası statükocu durgun bir sosyal yapıya sahipti. 1950’lerden itibaren siyasi özgürlükler , zirai makineleşme , köyden şehre göçler sosyal yapıda devam eden dalgalanmalar meydana getirdi. Büyük kentlerin marjinal alanlarında meydana gelen gecekondulaşma, hızlı sosyal değişme, teknolojik ilerleme, bunlara bağlı olarak geleneksel milli ve manevi değerlerin bozulması ve toplumun maddi hareketlilik yönünde motive edilmesi, demokratikleşme atılımları, İbn Haldun’un deyimiyle toplumun “Asabiyesini” gevşetmiş, dokusunu zayıflatmış, “Haderi” bir toplum yapısıyla karşı karşıya gelen Türkiye’de terör ve sosyal şiddet normları kurumlaşmıştır.
Evet…. Bu dönemde Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti, muasır medeniyet seviyesine çıkmak gibi ideal sloganlar bırakılmış, Büyük Türkiye yerine “Türkiye Küçük Amerika olacaktır” tezi ileri sürülmüştür. Maddeci toplum yapısı alım ve satım hırsı sosyal dengenin bozulması sürecini hızlandırmıştır.
Bugün Amerika’daki gibi organize suç örgütlerimiz var. Dallas dizisini aratmayacak olayların yaşandığı ve oradaki karakterleri aratmayacak insanların bulunduğu iş dünyası ve sosyetemiz var. Latin Amerika tipi terör örgütlerimiz ve tarihin karanlıklarından çıkıp gelen Marksist aydınlarımız var. Yasaları bilmeyen veya bilmemezlikten gelen, hukukun üstünlüğünü savunan ancak şahsi çıkarları veya egoları doğrultusunda her türlü ahlaki, manevi değeri ve kanunları kenara koyabilen birileri var.
Bütün bunlar varda; PKK’ya karşı yürütülen operasyonda ayağını kaybettiğinde, “vazife ahlakı ecdattan bize miras, bunu omuzlarımızda taşımaya mecburuz. Bizden sonrakileri devretmeye mecburuz. Vazife ahlakının şekli bir tane, ikinci bir alternatifi yok. Dürüst, şeref ve haysiyet dairesinde görev. Dolayısıyla biz de gücümüz, kudretimiz oranında bu mirası omuzlarımızda taşımaya gayret ediyoruz. Ayağımızı kaybettik. Mülkü veren, iradını geri alır, o kadar, mülk bizim değil, yaradanın olduğu için iradını almıştır” diyebilen Gazi Yzb. Ömer BULAL var. Ebed-Müddet Devlet inancını kaybetmemiş vatan evlatları var. Askere gitmemek için her türlü yolu deneyen ve onlara tavassut eden zavallıların yanında her gün mübarek kanını bu topraklar için bu toprağa akıtan Mehmetler var ki onlara RAMBO diyenlere acıyorum..
O halde …. Ne yapmalı?
Türk Milletinin temeli sağlamdır. Bu toplumun içinde bıkmış, yorulmuş, ama ahlak, fazilet, dürüstlük gibi kavramları unutmayan milyonlarca insan var. Zengin-fakir, sağcı-solcu, aydın-cahil, işçi-köylü, suni-alevi, köylü-şehirli ……sesli bir çoğunluk. Ümidediyoruz ki bu insanlarımız vermesini ve ölmesini bilen bu insanlarımız, riyasız, menfaatsiz, hasbi bir toplumsal yenileşme hareketi başlatacaklardır. Çünkü Türk insanının kaderi yaşanan olumsuzluk değildir. Yükselen yeni değer ahlaki değer olacaktır.
Bu gün; Milletimizin refah ve güveni, memleketimizin selameti, rejimin sıhhati ve istikbali için aydınlarımıza ve alın teri ile kazanmış olan iş adamlarımıza, esnafımıza, memurumuza, üniversite öğretim üyelerimize ve öğretmenlerimize kaçınılmaz vazifeler düşmektedir. Ateş bacayı daha çok sarmadan, yükü omuzlarımıza olmayı bilirler ve gereken fedakarlıktan kaçınmazlarsa; herkes şahsen kendi hayat ve servetini de teminat altına almış olur…
Geliniz….; örf ve adetlerine sadık, dinine ve inancına bağlı, vatan ve millet sevgisiyle meşbu, ahlaki nizama ve dürüstlüğe dayalı, itidal ve muvazeneyi şiar edinmiş; milletin refahını sağlayabilecek ve vatanın bütünlüğünü muhafazaya muktedir, dürüst, güçlü, bilgili yükselen bir millet yaratalım.
Sözlerime Yüce Peygamberimiz (S.A.V.) ‘in bir hadisi şerifi ile son vermek istiyorum. “Vatan sevgisi imandandır ve kişi kavmini sevmekle kınanmaz.”