TERÖRİZM SOHBETİ
Mustafa YİĞİT[*] |
15 Kasım 2003 ve 20 Kasım 2003 günleri İstanbul’da görünüşte birincinin devamı izlenimini veren iki kanlı eylem gerçekleştirilmiştir.
Olaylar; toplumumuzu derinden yaraladığı, unutulması olanaksız acılar bıraktığı gibi uluslar arası platformda da nefret, dehşet ve endişe yaratmıştır.
Eylemlerin Cumhuriyetimizin niteliklerini oluşturan “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” öğelerini hedeflediği kuşkusuzdur.
Eylemlerinin; gerek hukuk, gerek yasal ve gerekse etik açıdan savunabilmesinin olanaksızlığını, her türlü demokrasi olgusunun karşıtı olduğunun kesin kanıtıdır.
15 Kasım 2003 günü gerçekleştirilen eylem vicdan özgürlüğünün tüm kurallarıyla egemen olduğu ülkemizde değişik din ve kültürlerle bağlantılı vatandaşlarımızdan Musevileri ve onların mabetleri sinagogları hedefleyerek Cumhuriyetimizin Laiklik niteliğinin karşıtı bir durum sergilenmiştir.
Her ne kadar eylemde Museviler ve sinagoglar hedeflenmiş ise de, toplumumuzun tamamına yakın bölümünü oluşturan Müslümanlar kutsal saydıkları Ramazan günlerinde çok ama çok daha ağır, geri getirilmesi olanaksız zarar görmüşlerdir.
20 Kasım 2003 günü gerçekleştirilen eylemin İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na ve İngiltere sermayeli bir bankaya yönelik olması bir bakıma politik, bir bakıma da ekonomik hedefler olarak algılanabilir.
Cumhuriyetimizin niteliklerinden “sosyal Hukuk” düzeninin olaylar karşısında irdelenmesinde kuşkusuz zorunluluk vardır.
Bilindiği gibi hukuk;
“İnsanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük evrensel ilkeler matematiği” diğer bir tanımlamasıyla da;
“Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımı ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünüdür.”
Hukuku yaşama geçirecek ve ona yaşam gücü verecek olan da sözcüklerdir.
“Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez. Kanunda yazılı cezalardan başka bir ceza ile de kimse cezalandırılmaz .” diyen ceza yasamızın birinci maddesi konunun önemini ve geçerliliğini saptayan yasal bir hükümdür.
Bu maddenin ceza yasasında değil de Anayasada yer almasının daha uygun olacağını savunan hukukçular da vardır.
Konuya bu açıdan bakacak olursak, ülkemizde bir kavramlar kargaşası yaşandığını söylemek yanlış olmaz, yazımızın devamında bunun örnekleriyle karşılaşacağımız gibi burada da bir örnek vermek gerekirse;
1-Açık ve kapalı kaynaklardan elde edilen haberlerin TOPLANMASI,
2-Bu haberleri konularına göre; siyasi, politik, ekonomik, askeri ve saire gibi TASNİFİ,
3-Konunun bir kaynaktan mı geldiği başka kaynaklarda da aynı yolda haberler olup olmadığı bir diğer anlatımla haberin TEYİDİ,
4-Bu haberin ne değer taşıdığı yani KIYMETLENDİRİLMESİ,
5-Haberin gerçekleşmesi halinde neler olacağının saptanması yani DEĞERLENDİRİLMESİ,
6-Sonucun ilgililere iletilmesi bir diğer anlatımla DAĞITIMI.
Demek olan İstihbarat sözcüğü bugün herkes tarafından hatta en yetkili ve etkili kişilerce de olur olmaz yerlerde gelişi güzel kullanılmaktadır.
Oysa ki, İstihbarat görüldüğü gibi altılı bir çarktır. Haberin işlenmesidir. Haber Nakli hiçbir zaman istihbarat değildir.
Espiyonaj ve gizli faaliyetler ise istihbaratla asla karıştırılmamalıdır.
Görüldüğü gibi istihbaratın bir istihsali yani üretilmesi, bir dağıtımdan sonra başlayan istimali yani kullanılma safhası vardır. İstihbaratın kullanılması kuşkusuz yönetimin yetkisindedir. Fakat kullanımın hataları, yönetimi olduğu kadar olayın temelini oluşturan istihbaratın durumunu da tartışmaya açar.
Oysa ki; bilinmesi gereken istemin işlemesinden veya yasaların boşluklarından doğan hatalardan, kişileri yahut kuruluşları suçlamak yanlıştır.
İstanbul’da gerçekleştirilen vahşette polisimiz beklemeden fazlasıyla ve tüm olanaksızlara karşın şehitler vererek görevini yerine getirmiştir.
Sanıklar saptanıp yakalanmış, kanıtlar toplanmış ve olay yargıya iletilmiştir.
Bu evre polisiye bölümdür; diğer bir anlatıla tahkikattır.
Olayların arkasında ki gerçeğin saptanması, yani oluşması beklenen amacın, hedefin ne olduğunun araştırılması ve tespiti ise istihbaratın görevidir. Bu husus olayın diğer yüzünü oluşturur.
Hemen belirtelim ki; bugün ülkemizde hukuka uygun bir iç istihbarat kuruluşunun varlığını savunabilmek olanaksızdır.
Yasasına göre “Devlet istihbaratının istihsali ve kullanılması” amacı ile çalışan Milli İstihbarat Teşkilatımız ve Polis Vazife ve Selahiyet Yasasına eklenen bir madde ile “Ülke seviyesinde” istihbarat faaliyetinde bulunması gereken polisimiz tüm yasal zorluklara karşı hizmet verme gayreti içinde çalışmaktadırlar. Başarıları da inkar edilemez.
(MİT) Müsteşarlığımız iç istihbarat görevinin bünyesinden alınmasını istemektedir.
Son Milli Güvenlik Konseyi toplantısında iç istihbarat konusunun Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı sorumluluğuna bırakılması yolunda tavsiye kararı alındığı basında yer almıştır.
İç istihbaratın Milli İstihbarat Teşkilatımızdan alınması çok olumlu bir görüştür.
Fakat bu görevin silahlı bir düzenleme ve yürütme organı olan genel kolluk Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’na verilmesi kısaca anlatılabilmesi olanaksız, tüm istihbarat kurallarına aykırı ve çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir uygulama olabilir.
İç istihbaratın bir devlet başkanına veya ülkenin genel güvenliğinden sorumlu iç işlerine bağlı asgari müsteşar seviyesinde polis sıfat ve yetkisi olmayan, buna karşın ajan kullanma yetkisi bulunan çalışma usulü ve kuruluşu bir yasa ile saptanmış yeni bir örgüt kurulmasında zorunluluk vardır.
Bu örgütün çekirdeğini Emniyet Genel Müdürlüğünden ayrılacak olan İstihbarat Daire Başkanlığı görevlileri oluşturabilir. 15 Kasım 2003 ve 20 Kasım 2003 İstanbul olaylarına birde ülkemizin jeopolitiği açısından bakmak olasıdır.
Terörizm konusunda çalışmalar yapan uzmanlar, tarihte terörizm ilk defa milattan sonra 66-73 yılları arasında bugün İsrail’in bulunduğu yerde yaşamış SİCARİİ’ler adındaki mezhep mensuplarının başlattığını savunurlar.
SİCARİİ mezhebi; bugünkü Filistin topraklarında yaşayan alt kademelerde ki din adamlarının iyi bir şekilde organize ettiği ve mensuplarının giysilerine gizledikleri SİCA denilen küçük kılıçlarla Kudüs’e gelen kalabalık topluluklara saldıran kişilerin topluluğuydu.
Bunların zamanla hükümdarların saraylarını yaktıkları, kamu arşivlerini yakarak tefecilerin evraklarını yok edip borçluların borçlarını ödemekten kurtardıkları Kudüs’ün su kanallarına sabotajlar düzenledikleri, kendilerinin aşırı milliyetçi, Roma İmparatorluğu aleyhtarı oldukları, kurbanlarını Filistin ve Mısır’daki ılımlı Yahudiler arasından seçtikleri anlatılmaktadır.
Bunların; bir dini bekleyiş krizi ve gaye uğruna ölmeyi neşeli bir şey olarak görme eğiliminde oldukları saptanmıştır.
Onlarca Kudüs’ün düşmesinden sonra günahkar rejim iktidarı da olmayacağı için Romalılara karşı zafer mümkün olabilecek ve Allah kendi halkına göstererek onları kurtaracaktır.
Bir diğer harekette on birinci yüzyılda ortaya çıkmış ve onüçüncü yüzyılda Moğollarca ortadan kaldırılmıştır.
Bu eylem İran’da üstlenen Dimi İsmailliler mezhebinin bir kolu olan HASAŞİN’lerin hareketidir.
İngilizce ve Fransızca da ASSASİN sözcüğü arapçadan alınmadır. Çevirisi ise Haşhaş Yiyen veya Haşhaş Bağımlısı demektir.
Bu afyonkeşler yani narkotik bağımlıları Suriye’ye kadar yayılmışlardır. Bunların ilk liderleri Hasan Sabai; kendilerinin düşmanlarıyla açık savaşta başarılı olamayacaklarını çünkü küçük bir toplum olduklarını buna karşın disiplinli bir kuvvet tarafından yürütülecek planlı, sistematik, uzun vadeli bir uygulamanın her türlü güçlüğü yeneceğini ifade etmiş ve o yolda uygulama yapmıştır.
Hasaşinlerin terörist savaşçıları (fedayin) adı altında eylem gerçekleştiren mensupları kesin bir kompartmantasyon sistemi ile çalıştıkları saptanmıştır.
Hasaşinler eylemlerinde daima hançer kullanmışlar. Kesinlikle zehir, silah, mızrak ve ok gibi silah kullanmamışlardır. Bunun sebebi inanışlarına göre hançer ile cinayetin mukaddes ayin sayılmasıdır.
İnsanlık tarihi zamının akışı içinde, bugün terörizm diye isimlendirebileceğimiz birçok olayı değişik yerlerde ve değişik zamanlarda yaşamıştır.
Terör, terörizm, terörist sözcükleri 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilalinde siyasi birer kavram haline gelmiştir.
Fransa’da ihtilal döneminde siyasi iktidarı elinde bulunduran jirandemler 31 Mayıs 1793 günü ihtilalin diğer bir gücünü oluşturan Jakobemler tarafından iktidardan düşürüldü. Böylece başlayan Jakombemler dönemi 28 Temmuz 1794 günü eylemin öncülerinden ROBESPİRERE’nin giyotinde öldürülmesine kadar sürdü. Jakobemler iktidarda bulundukları sürede selamet komiteleri adıyla birtakım kuruluşlar yarattı. Şüpheliler kanunu diye özel kanunlar çıkarıp, ihtilal mahkemelerini düzenledi. İhtilalin gerçekleşmesine öncülük etmiş bazı kişilerde dahil binlerce kişiyi giyotinlerde öldürttü. Jakobemlerin kanla iktidarını sürdürdüğü bu döneme “TERÖR” adı verildi. Yani terör deyimi bir sürecin adıdır. Bu sözcük zaman içerisinde konuşma dilinde Büyük Korku, Dehşet, Tethiş sözcükleri eş anlamda kullanılmıştır. Terörizm ise;
Devlet terörizmi veya yasa dışı örgütlerin terörizmi olarak iki ayrı durum gösterir.
Devlet Terörizmi; hükümetlerin kendi halklarına hukuk dışı yasalarla eza ve cefa etmesi olayıdır.
Yasa dışı örgütlerce gerçekleştirilen terörizm eylemlerinin değişik tanımlamaları yapılmıştır. Bazı uzmanlar Terörizmi;
“Bir azınlığın iradesini, dehşet yoluyla milli iradeye kabul ettirmeye çalışmasıdır. Totaliter bir silah, bir strateji olup, milli hakimiyetin tecelli ettiği demokrasileri yıkmak isteyerek Milli Egemenliğin Düşmanlığının Temsilcisi”
Bir diğer uzmanlar ise;
“Bir siyasi silah veya politika olarak korkutmak veya itaat ettirmek için terör döneminde dehşetin kullanılması terörizm” demektedirler.
Bir başka görüşe göre ise;
“Bir örgütün kabul ettiği politikasının mevcut hükümetçe yürütülmesini sağlamak için yasa dışı şiddet kullanmasıdır”
Bu tanımlamalardan başka bazı ülkeler terörizmi tanımlamışlardır.
1973 Tarihli Kuzey İrlanda Olağan Üstü Durumları Kanunu (Emergency Provision Pakt)
“Halka veya halkın herhangi bir sektörüne korku salmak için şiddet kullanmaktır” diye.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ KARIŞIKLIKLAR VE TERÖRİZM HAKKINDA GÖREV KUVVETİ KANUNU İSE;
“Bir taktik veya tekniktir ki, bunun vasıtasıyla bir şiddet eylemi veya şiddet tehdidi, zorlayıcı amaçlar için ezici korku yaratmak asıl maksadı için kullanma” olarak tanımlanmışlardır.
12 Nisan 1991 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul olunan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunumuz “Terör Tanımı” başlıklı birinci maddesinde;
TERÖR; Baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletini ve Cumhuriyetinin varlığının tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacı ile bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü yöntemlerdir.
Bu kanunda yazılı örgüt, iki veya daha fazla kimsenin aynı amaç etrafında birleşmesi ile meydana gelmiş sayılır.
Örgüt terimi; Türk Ceza Kanunu ile Ceza Hükümlerini içeren Özel Kanunlarda geçen teşekkül, cemiyet, silahlı cemiyet, çete veya silahlı çeteyi kapsar.” Dedikten sonra TERÖR SUÇLUSU başlıklı ikinci maddesinde;
“Birinci madde de belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup ta, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi, örgütlerin mensubu olan kişi TERÖR SUÇLUSUDUR.
Terör örgütüne mensup olmasa dahi, örgüt adına suç işleyenler dahi terör suçlusu sayılır ve örgüt mensupları gibi cezalandırılır, denilmektedir.
Bu temel maddelerden sonra yasa üçüncü maddesi ile de Türk Ceza Yasasının birçok maddesini kapsamına almıştır.
Bu haliyle yasanın tümü ve özellikle bir ve ikinci maddeleri hukuksal ve yasa tekniği bakımından tartışmaya açıktır.
Vurgulamakta zorunluluk vardır ki; TERÖRİZM SUÇTUR. Bu niteliği ile Terör; Güvenlik güçlerinin görev alını içinde bir olgudur.
Suçun bir öğesi de milli olmasıdır. Yani her devletin ülkesinde neyin suç neyin suç olmadığına karar vermesi egemenlik hakkıdır. Bu sebeplerle terörle savaşılmaz Terörle Mücadele edilir.
Fakat hemen eklemek gerekir ki; terörist eylemin arkasında açık veya kapalı şekilde de olsa bir devlet desteği varsa onun bir terörist eylem değil saldırı (tecavüz) olduğunu savunabilmek olasıdır.
Nitekim;
28 Kanunievvel (Aralık) 1933 gün ve 2358 sayılı yasa ile onaylanan, tecavüzün tarifi hakkında Türkiye ile Estonya, Lehistan, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ittihadı, İran ve Afganistan devletleri arasında Londra’da 3 Temmuz 1933 tarihinde imzalanan mukavele ile,
Yine, 28 Kanunievvel (Aralık)1933 tarihinde 2357 sayılı yasa ile onaylanan tecavüzün tarifi hakkında Türkiye ile Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ittihadı, Çekoslovakya ve Yugoslavya arasında 4 Temmuz 1933 tarihinde imza olunan mukavelede tecavüzün tanımlaması yapılmıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun bir kararı üzerine saldırının tanımlanması için uluslar arası Hukuk Komisyonu 1950 yılında çalışmalara başlamış ve komisyonun hazırladığı metin 14 Aralık 1974 tarihinde genel kurulca onanmıştır.
Giriş kısmından başka sekiz maddeden oluşan metin üçüncü maddesinin (G) fıkrasında aynen;
“Bir devletçe yada bu devlet adına bir başka devlete karşı, çeteler yada silahlı gruplar, düzensiz kuvvetler yada paralı askerler gönderilmesi yada böyle bir harekete önemli bir biçimde karışmak” denilmektedir.
Bu anlatım 1.Dünya Savaşından önce ülkemizle bazı devletler arasında tecavüzün tarifi hakkında imzalanmış yukarıda kaydettiğimiz mukavelelerin üçüncü maddesi lahikasının 5.fıkrası ile örtüşmektedir.
Bu açık hukuksal kaynaklar karşısında Suriye, Irak ve İran’ın anlaşması olanaksız bir politika uygulamasıyla destek verdikleri PKK/KADEK Örgütünün Terörist eylem mi yoksa bu devletler açısından saldırı olarak mı değerlendirilmesi tartışılmaya açıktır.
Özellikle bugün Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetleri’nin işgali altındaki Irak’ta PKK/KADEK Terörist Örgütüne karşı bu işgal kuvvetlerinin durumu çok iyi değerlendirilmelidir.
Ülkemizde gerçekleştirilmiş olan terörist eylemlerin ülkemizin jeopolitiği göz önünde bulundurularak bu tip eylemlerin geçmişte uygulandığı gibi bugün ve yarın da uygulanabileceğini göstermektedir.
Bilindiği gibi jeopolitik;
“Bir devletin, devletler grubunun veya bölgede ki devletlerin mevcut coğrafi platform üzerindeki güç değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç merkezini inceleyen, değerlendiren, hedefleri ve bu hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştıran, ortaya koyan bir ilimdir.”
Atatürk; “Ben askeri sorunları olduğu gibi siyasi sorunları da haritadan mütaala ederim.” Demekle etkili bir şekilde jeopolitiğin önemini vurgulamıştır.
Bulunduğumuz coğrafi bölgenin sosyal ekonomik ve demografik yapısında ki karmaşa yakın çevremizde HASSAS bir durum yaratmaktadır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin dağılmasından sonra bu hassasiyet daha da artmıştır.
Komşularımız olan (Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran İslam Cumhuriyeti, Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan) on ülkede, etnik bakımdan (Türk, Elen, Slav, Arap, Acem ve Ermen) altı ırk yaşar.
En az yedi farklı dil konuşulur. (Türkçe, Rusça, Ermenice, Farsça, Arapça, Yunanca ve Bulgarca)
Farklı dini inançlara ve geleneklere sahip olan bu topluluklar zaman zaman birbirleriyle çatışan ideoloji ve ihtiraslara sahip siyasi rejimlerle yönetilmektedirler.
Bu siyasi rejimlerden kaynaklanan tehdit, “sürekli tehdit” olarak ülkemize yansımaktadır.
Diğer bir anlatımla ülkemiz jeopolitik konumu nedeniyle “daimi tehdit kuşağı” üzerindedir.
Dünya egemenliğini hedefleyen güçler ve kendi ulusal çıkarlarını bu güçlerinde bulan ortakları, dünyanın bu kesiminde kendine yeterli ve güçlü bir ülkenin varlığını istememektedirler. Fakat aynı güçler bu kesimde tamamen zayıf ve her an karşıt gücün korunmasına girebilecek kadar güçsüz bir ülkede istememektedirler.
Öyle ise; Bu topraklarda yaşayan millet, her yönü ile, kuvvetlendikçe budanan, zayıfladıkça sulanan bir ağaç misali kendilerince kabul edilen asgari ve azami ölçüler içinde kalmalıdır.
Çünkü Türkiye’nin jeopolitik değeri aynı zamanda kaderidir de.
Tüm jeopolitik uygulamaları bu görüştedir.
Tarihin her döneminde güç merkezleri bir çok milleti etkileyecek şekilde, dönemlerinin genel yapı ve şartlarına uygun tehditler üretmişlerdir. Bu tehditler önceleri din ve etnik yapı gibi hakikate dayanmayan sebeplerden kaynaklandırılmıştır. (Haçlı Seferleri, Pansilavizm Akımı gibi)
Tarihi süreç içerisinde bu kere sosyal, ekonomik ve siyasi etkenlerle bütünleşen ideolojiler rol almıştır. (Kominizm, Faşizm, Teokraşizm çatışmaları)
Uluslar arası alanda “soğuk savaş” denen dönemin son bulması ile ideolojilerde yerini etnik kaynağa bırakmıştır.
(Bölücülük ve Milliyetçilik)
Bugün ise sahneyi terörist eylemler doldurmaktadır.
Terörist bir örgütün hedef seçtiği ülkede eyleme geçilebilmesi için,
Hazırlık Aşaması
Başlangıç Aşaması
Örgütlenme Aşaması
Eğitim Aşaması ve
Uygulama safhalarını yaşaması lazımdır. Yani terörist eylemler planlı-programlı örgütsel eylemlerdir.
Ülkemizde bu eylemler;
1-Aşırı Sol
2-Aşırı Sağ
a)Irkçı
b)İrtica
3-Bölücü çevrelerle ortam bulmaktadır.
Bunlardan ayrı olarak ülkemizi hedef alan Ermeni Asala Örgütü yakın bir geçmişe kadar yurt dışında diplomat ve görevlilerimize suikastlar düzenlemiştir. Bu örgütün arkasında bir devletin desteği olmasaydı o eylemleri gerçekleştirmesi olanaksızdı.
Bu örgüt yurt dışındaki eylemlerinden başka, İstanbul’da kapalı çarşı, Ankara’da Esenboğa Havaalanı basma gibi akli olarak anlatılabilmesi olanaksız eylemlere girişmiş, kuşkusuz çok sert bir şekilde cevabını almıştır.
Ülkemizde bir de jeopolitiğinden kaynaklanan terörist eylemlere sahne olmaktadır.
Örneğin; Filistin Kurtuluş Örgütleri o zaman ki adıyla Yeşilköy Havaalanı’nda İsrail’e gidecek yolculara karşı eylem koymuştur.
Filistin Kurtuluş Örgütleri İstanbul’da Musevi vatandaşlarımızın Sinagog’unu basarak katliam yapmıştır.
Yine Filistin Örgütleri Ankara’da Mısır Büyükelçiliğini basarak bir polis ve bir bekçimizi şehit etmiştir.
Çeçenler Rusya’da özgürlükleri için mücadele vermektedir. Fakat dünyaya seslerini duyurabilmek için Trabzon’daki limandan gemi kaçırır, başka bir seferde İstanbul’da otel basıp turistleri rehin alır.
Şahı devirip İran İslam Cumhuriyetini gerçekleştiren Mollalar. Rejimlerinin karşıtı olarak uluslar arası hukuk kurallarına uygun olarak ülkemize gelen kişilere karşı ülkemizde eylem koymuşlardır.
İran, Irak ve Suriye’den destek alan bir PKK/KADEK örgütü otuzbinden fazla insanımızın katilidir.
Özetlersek Ülkemiz bir hayli zamandan beri terör dönemi yaşamıştır. Fakat bunları istihbarat ve güvenlik güçlerimizin cansiperane çalışmaları ile kontrol altına alınmıştır.
Onlara çok şey borçluyuz….