Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

TATLI OLMAYAN TATLI

 

        Kemal ÇELEBİ

    Emekli Emniyet Müdürü

 

            Kesintili kesintisiz 25 yılı aşkın süre Polis Akademisi’nde derslere girdim.  Mesleğin temeli olan disiplin dersini vermekten haz duydum. Geçmişteki o sıraları, talebelik anılarımı ve hocalarımızın ders veriş tarzlarını sentezleyerek faydalı olmaya çalıştım. Her nedense son yılların daha önceki yılları arattığını üzüntü ile gözlemledim. Birçok Polis okullarındaki düzenlemelerin yanında Polis Akademisi’nin hala o 1960’ların havasından kurtulamadığını görmekten hep esef ve üzüntü duydum. 1960’lı yıllarda tatlının 15 günde bir, balığın 3 ayda bir bile zor yedirildiği günlere kıyasla bugün akademi’de 3 günde bir hem de Alabalık yedirildiği, yemeklerin fevkalade kaliteli ve doyurucu olduğu, gece yatarken kek ve süt verildiği düşünülürse öğrencilerin mutlu olmaları gerekirdi. Ben şahsen öğrencileri benim o yıllarıma  kıyaslayınca hep imrenmiş ve kıskanmışımdır. Bu nedenle tüm imkanların önlerine serilmiş olmasına rağmen disiplinsizlik gösteren, derslerde başarılı olamayan, verilenlere nankörlük edenleri asla affetmemişimdir.Benim öğretmenlik  anlayışım bu felsefe mihverinde yürümüştür.

           

Disiplin dersi her nedense Akademi 1. sınıflarında okutulmaktadır. Halbuki bu dersin yeri 4.sınıf olmalıydı. Çeşitli zemin ve zamanlarda ve şekillerde konu edilmişse de bu konu halen çözülememiştir.

           

Bir gün öğleden sonraki 5. saatte sınıfa girdiğimde öğrencileri isteksiz ve mayışmış halde gördüm. Derse konsantre olmaları için dolaylı konuya girmek istedim. En bitkin ve isteksiz bir öğrenciye hitaben “Niye isteksiz ve gevşeksiniz? Bugün öğle yemeğinde ne yediniz?” diye sordum. Sınıf aşağı yukarı hep birlikte; “Yine balık hocam…” diye yanıtlamaz mı? Ben paramla tabldotta Ispanak, Pilav, Cacık yemişim, bu cevap çileden çıkardı beni. Çocuğu ve sınıfı bir hayli haşladım, nankörlükle itham ettim. Aile şartlarında balığı senede bir ancak yiyebileceklerini, bizim kuşağın bu sıralarda değil balığı, tavuğu bile ayda bir zor yediğimizi, pırasa, kapuska ve lahana ile karnımızı doyurduğumuzu, bugün kendilerinin hallerine şükretmeleri gerektiğini söyleyerek eski bir anımı anlatma ihtiyacı duydum. Çocuklar benim anılarımı anlatmamdan çok ilgilenir ve dikkatle dinlerlerdi. Bu gerçekten hoşlanma yanında talebe psikolojisi olarak dersi kaynatma isteğinden de olabilirdi. Ancak hoca, karşısındakiler dikkatle dinliyorsa anlatmaktan haz duyar. O günde böyle bir an vardı.

           

Yemekle ilgili, tarihten 50 yıl gerilere gittim. 1950-51-52 yıllarında köylerde tarama yapılmış ve bazı ailelerin frengi tedavisine iştiraki istenmiş, bizim ailede bu kapsama alınmıştı. Bizim köy ilçeye 11 km. mesafede olup o tarihte ilçeye motorlu vasıta yoktu. Haftada bir gün ilçeye yaya gidilir, iğne vurdurulur ve geri dönülürdü. Gidilmemesi durumunda cezai müeyyide uygulanırdı.

           

Abim 8, ben 6 yaşında idik. Bazen babam götürür, bazen yaşlı halamız, bazense köyden birileri ile ilçeye günü birlik gider gelirdik. Çok lüks olmasına rağmen paramız olursa köyden koşulan öküz arabasına 15’er kuruş verir arabaylada gittiğimiz olurdu. Sonraları ağabeymle ikimiz gider gelir olduk. Babam her gidişte ağabeyme 20 kuruş para verirdi. Bunun 10 kuruşu ile 1 ekmek, 10 kuruşu ile de 100 gr. Helva alınırdı. Karadeniz yöresinde mısır ekmeği yeme itiyadı olduğundan yerli yada Pazar yapımı buğday ekmeği lükstü, hele helva değme gitsin, lüksün de lüksü idi. O nedenle o kadar can yakıcı olmasına rağmen iğne vurulacak günü ekmek ve helvanın hatırına iple çekerdik. İlçeye gider iğneyi vurulur köye dönüş yolunda bakkaldan 1 ekmek ve 100 gr. Helvayı alır köyün yolunu tutardık, her nedense yemeğimizi mümkün olduğunca köye yaklaşmadan yemezdik. Sebebini hala çözmüş değilim. Bazen de helva ekmekten fedakarlık yapar o parayla defter kalem alır, karalama yapardık. 11 km. gidiş, 11 km. geliş ceman 22 km yolu aç karnımıza gider gelir günümüzde olurdu.

           

Bir defasında ben gidemedim. Abim halamla gitti ilçeye. Dönüşünde abim bana “Kemal halamla ilçede öyle bir şey yedik ki sorma, helva gibi tatlı değildi amma helvadan da güzel tatlı idi, adını bilmiyorum” dedi. Tabi ki sardı beni bir merak, helvadan tatlı ne olabilirdi, havsalam almaz oldu bir türlü. Derken ertesi hafta gittik ilçeye, yedik o iğrenç iğneyi, girdik bakkala abim ekmeği aldı, kavanoz içindeki siyah taneleri işaretledi, bakkal hazır külah kağıda 10-15 tane o siyah şeylerden attı ve abime verdi.

           

Sabredemedim, mutat yemek mola yerine varmadan yolun kenarına çöktük, ekmeği kırdık, külah kağıdı açtık, abim o siyah taneyi aldı “İçinde çekirdek var, onuda yalar yutarsan sevapmış, yarısını bir lokmada öbür yarısını diğer lokmada ısır” diye tarif etti. Bende büyük bir iştahla ilk kez sonradan “ZEYTİN” olduğunu öğrendiğim niğmeti tattım. Gerçektende helva gibi tatlı değildi ama helvadan daha leziz geldi bana. Ne var ki Türkçe’yi pek kısıtlı konuşabildiğim için lezizi bilmiyorduk ve ağıza, damağa hoş gelen her şeye tatlı diyorduk.

           

Öğrencilerin bu hikayeyi dinlerken hiç kıpırdanmadıklarını, pür dikkat kesildiklerini gördüğümde, biraz önceki yemeği küçümsemelerinden büyük bir nedamet ve utanç duyduklarını adeta görür gibi hissettim.