Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

YAŞLILIK ÜZERİNE

 

          Özdemir BAŞAT

Polis Enstitüsü 1968 Mezunu    

Kamu Yönetimi Uzmanı          

 İletişim Uzmanı            

 Renk Uzmanı

 

            Değerli Emekliler;

 

            Kendini genç sayanlar, genç kalabilenler ya da artık kabullenip eski fotoğraflara bakmaktan cayanlar:

 

            Merhaba;

 

            Yaşlılık hakkındaki görüşlerimi hemen iletmeyi düşünerek başlamak istedim. Önce biraz “peşrev” yapılırsa ısındırıcı olur.

 

            Birisi için topluca “alık, aptal, ahmak, avanak, bön, budala, salak, sersem” derseniz ve o kişiyi tam anlamıyla tanımlamış sayıyorsanız, kendiniz de bu tanımlardan birinde yer alıyorsunuz demektir. Çünkü bu 8 ayrı lâf, 8 “benzemez”dir ve hiçbir politikacı da bile bu kadarını  bir araya getirebilen yoktur.

 

            Yine, kendine “gurme” sıfatını yakıştıran kimileri, gazete ve dergilerde ahkâm keserler. Kimi aşevlerinin (onlara göre lokanta sözcüğü bile küçük düşürücüdür, restoran) tanıtımını yaparlarken oradaki filanca yemeklerin “damak tadına” uygun olup olmadığını yazarlar. Oysa hepsinin ortak bir yanlışı vardır. İnsan vücudunda tad alma duyusunun olmadığı tek yer, tersine, damaktır. Tadlar 4 çeşittir ve yalnızca dil ile anlanır, anlaşılır: Acı, tatlı, tuzlu ve ekşi. Üstelik bunları dilimizin ayrı ayrı bölgeleriyle algılarız. Öyleyse “ağız tadı” deselerdi elimden kurtulurlardı.

 

            Dahası, her yerde bize “çiğ börek” yedirirler. Bu bir tatar mutfağının öne çıkan örneğidir. Ama önünüze getirilen hamur işi “çiğ” değildir. Kızgın yağda altlı-üstlü çevrilerek pişirilen nesne nasıl olur da çiğ kalır? Bunun doğrusu “şır börek” tir. Çünkü tavaya koyulur koyulmaz şırlamaya başlıyor. Gerçekçi örnek ise “çiğ köfte” dir. Çünkü hiçbir biçimde çiğliğinden uzaklaştırmadan yoğurulur, yedirilir.

 

            Aynı anlayışla yola çıkarsak, yaşlılık ile onun arapçası olan ihtiyarlık (yani kocamışlık) arasında fark vardır. Şimdi beni hangi sınıfa koyarsanız koyun, diyorum ki:

 

            Adamoğlu zamanın dalgalanmalı geçip gitmesine genellikle yatkın değildir, onu ille de bir şeylerin içinden geçirerek doğrultmak ister. Bu nedenle zamana karşı buldozerle (yoldüzer) yürümek isteyen de olur, yapıtlarıyla onu çerçeveye almaya davranan da. Bencileyin.

 

            Bizler, düşünen ya da sıradan kişiler nasıl yaşlanır?

 

            Sizlere, Türkiye’de tanımı henüz tam yapılamamış (çünkü tam anlaşılmamış ve anlatılamamış), bu yüzden adı tam koyulamamış bir “yaşlılar Evi”nden yazıyorum. Böylesi kuruluşlara “Dinlenme Evi”, “Bakım Evi”, “Huzur Evi” diyorlar. Başka bir deyişle “çoklu” bir çıkışın çıkmazındayız.

 

            Emekliyim demiştim. İyi de, yineliyorum, insanlar nasıl yaşlanır? Yaşlılık nasıl bilinir, nasıl taşınır? Ömür boyunca yaşananlar, kendi başlarına birer oluş olmakla kalmıyor, adamoğlunun omuzlarına onları taşıma yükünü de bindiriyor. Dikkat edilirse, “ömür boyunca başa gelenler” demedim. Aksi halde “şans” etkenini dışlamaksızın, bu bir kadercilik olurdu.

 

            Söylemeye çalıştığım öz, bir “taşıma bilgisi”ni gerektiriyor. Diyelim ki kişiye özel bir yöntem… Herkes kendince arayış içindedir. Filmlerde suçlular nedense hep yukarıya, merdiven basamaklayarak ya da tırmanarak kaçar. Biz emekliler ise, inişte miyiz, yoksa şarkımızı, türkümüzü düz yolda iken mi bitireceğiz?

 

            Önce, şu kadar yıl sonra da olsa kendimizi iyi tanımalıyız. Ve sonra, “yeni ve ileri bir ortam” da kendimizi doğru tanıtmalıyız. Size dünyayı zindan edenlerden söz edebilirsiniz. Ama unutmayalım ki bizim de dünyayı zindan ettiğimizden şikayet edenler var.

 

            Güzellik, tanınmışlık (yani şöhret), sorumluluk, ünvan gibi kavramları taşımak da fizik biliminde “Birleşik Kaplar” yasasındaki gibidir. Tabanında görgü, bilgi, estetik, ahlak gerektiren bir “uslup” sorununa dayalıdır.

 

            Değerli yorgun, belki de yılgın meslektaşlarım,

 

            Kereviz, enginar, bamya benzeri zorlu sebzeleri nasıl pişireceğini bilmek gibi, yaşlanmayı da “bilmek” gerekiyor. Yaşlanmak, yalnızca bedensel bir olay değil, bir bilgi türüdür. Yani yaşlanmak başka şey, yaşlanmayı bilmek başka. Sözünü eteğim, öğrenilmesi gerekenin, adamoğlunun bu yeni duruma uyum bilgisi olup olmadığı, yaşamında “yeni bir duruş” un yapılanması için nasıl tavır alacağıdır.

 

            Bir yazarımız, orta yaş ile başlayan süreci “biraz balkona çıkma”ya benzetiyor. Aynen katılıyorum. Yaşam biraz yukarıdan, az bir şey de uzaktan bakmaya, kişileri, olayları ve nesneleri daha genelden, topluca görmek… Bu bir bakış derinliği ve serinliğidir, bir duruluktur.

 

            Ama kesinlikle yaşamdan çekilme, cayma ya da kaçış gibi (gizli ya da açık) tutumda bir anlayış olamaz. Yerimi gençlere bırakıyorum böbürlenmesi de olamaz. Yerimi doldurmaya sıvanan gençler, gelirler, becerebiliyorlarsa elbette alırlar.

 

            Sevgili okurlarım,

 

            Yaşlılık bir anlamda bir doygunluktur. Kıvrılıp bükülen dönemeçleri, geçilen sapa yolları adamoğlunun kendi yaşamında bir “yerleştirme biçimi”, dahası,adamoğlunun “kendine yerleştirmesi”dir. Yapıp ettiklerinize inanıyorsanız, bırakabildiğiniz izlerle başkalarının yaşamında gerçekten üç yankıyı (iyi-doğru-güzel) vermeyi sağlamışsanız sizi kimse öldüremez. Ölümsüzlük beyindedir, yürek onun emrindedir.

 

            Yaşam herkese aynı dersi vermez. Onun karşısında nasıl bir öğrenci olduğumuz önemlidir. Çünkü zaman herkesin üstünden aynı hızda ve derinlikte geçmez. Bıraktığı çizikler ve oyuklarda birbirine benzemez. Zaman bizi geliştirecektir. Biz de çevremizdeki çok şeyin değiştiğini görmek, anlamak durumundayız. Her yeni oluşumda yaşamla kurulan ilişkinin bileşkelerini yeniden çatarken, değişkenleri de doğru hesaplamak gerekiyor.

 

            Benim anladığım yaşlı, zamanın ondan aldıklarının yerine neler koyduğuna bakandır. Yaşama yapılan yatırımın tazelenmesi temelde budur.

 

            Kimi sözleri zamanında söylemek gerekir. Zamanını geçirmiş sözleri söyleyenin kimseye yararı olmaz.

 

            Acaba bu lafları daha önce mi yazsaydım?…