Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

SEVMELİ

 Bahri DURABAY[*]

        Sevgi dünyanın ve evrenin yaratılma sebeplerinin başta gelenlerindendir. Ve bu evrendeki varlıklar arasındaki en geçerli bağdır. Bu bağ dünyamıza bir ışık, bir hayat verir.

        Bu evrenin  en değerli varlığı akıl nimetine sahip, bilinçle hareket edebilen insan, tüm dünyayı, hatta tüm evreni sarabilecek olan bu sevgiyi bir çekirdek olarak kalbinde taşımaktadır.

        İnsana düşen, bu çekirdeğin yeşermesi, filiz vermesi ve herkesin istifade edebileceği bir ağaç haline gelmesi için uygun zemini oluşturmaktır.

        Sevgi insanın kendinden doğan bir kuvvettir. Yoksa karşı tarafın sizi sevmesine bağlı olarak gelişen bir durum değildir. Eğer böyle ise o sevginin kalıcı olması mümkün değildir. Sevildiğiniz sürece sevmek kolay olanıdır. İşin zoru ise her şeye rağmen sevmektir. Bir ömür boyu tuzlu kahve içmek zorunda bile kalsanız sevmektir.

Kıza bir düğünde rastlamıştı. Düğünün sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız önce şaşırdı ama delikanlının teklifini kabul etti. Hemen köşedeki şirin pastaneye oturdular.

        Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı. “Ben artık gideyim!” demeye  hazırlanırken delikanlı birden garsonu çağırdı: “Bana biraz tuz getirir misiniz?” dedi. “Kahveme koymak için…” Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz!..

        Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız merakla “Garip bir ağız tadınız var!” dedi. Delikanlı anlattı:

“Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben… bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem; çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemizi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki…”

 Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının… Kız dinlediklerinden çok  duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken;  evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen,  arayan, sakınan biri… Ev hassasiyeti olan biri …

        Kızda konuşmaya başladı. Onunda evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi… O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak…

        Ve de bu  sohbet, hikayemizin harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii… Derken prenses, prensle evlendi. Sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensinin fincanına bir kaşık tuz koydu, hayat boyu… Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü…

        40 yıl sonra adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç!” diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına… Şöyle diyordu satırlarında:

        “Sevgili karıcığım, lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda tek bir kere yalan söyledim. Tuzlu kahvede… İlk  buluştuğumuz  günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken  tuz  çıktı ağzımdan… Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve korkmam için artık  hiçbir sebep yok. İşte gerçek… Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve tuhaf bir tat… Ama seni tanıdığım andan itibaren bu tuhaf kahveyi içtim. Hem de zerre kadar pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğuydu ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterdim. İkinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da…”

        Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında bir gün biri kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldu. Gözleri nemlendi kadının…”Çok tatlı!”dedi.

        Seven insan hayata daha olumlu bakar ve daha olumlu yaşar. Tüm olumsuzlukları değerlendirirken bakış açısını ona göre ayarlar.

Fransa’da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar: “Ne yapıyorsun?”

“Nesin sen, kör mü?” diye öfkeyle bağırır işçi. “Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter.”

        Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar: “Ne yapıyorsun?” işçi cevap verir. “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için kullanılır şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen monoton bir iş ama karım ve çocuklarım için para gerekli, sonuçta bir işim var.  Daha kötü de olabilirdi.” Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler. “Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar. “Görmüyor musun?” der işçi, kollarını gök yüzüne kaldırarak, “bir katedral yapıyorum.”

        Bu hikayede aynı işi yapan üç kişinin bakış farklılıklarını görüyorsunuz. Aslında ne kadar olumlu veya olumsuz olduklarını görüyorsunuz. Ya da çevirip şöyle diyelim; hayata ne kadar sevgiyle baktıklarını görüyorsunuz. Zira hayatını olumsuzluk üzerine bina etmiş insanların sevgiyle davranmaları oldukça zor, hatta imkansızdır.

        Olumlu bakan insanın yaşamındaki rahatlık, onun hasta olmasına da engel olur. Olsa bile rahat atlatmasını sağlar veya acısını en az düzeyde hissetmesine sebep olur.

        Aslında her insan sevmeye ve sevilmeye muhtaçtır. Hele hele çocuklar sevgiye aç ve susuzdurlar. Nereden mi Biliyorum? Şu hikayeden;

Ernest Hemingway’in “Dünyanın Başkenti” isimli kısa öyküsünde Paço isimli çocuk ile babası arasındaki bir sorundan bahsediliyor. Çocuk babası ile yaşadığı sorun yüzünden evi terk eder. Baba onu bulmak için Madrid’ de yerel bir gazeteye şöyle ilan verir “Sevgili Paço, yarın öğlen benimle gazetenin önünde buluş. Her şeyi affettim. Seni seviyorum.”  Ertesi gün gazete önünde ismi Paço olan 800 genç insan vardı.

Böyle bir ilana bu kadar çocuk koşuyorsa sevgiye olan ihtiyacın boyutu göz önüne serilmiyor mu.?

        Sevmek değer vermektir. Karşılıksız sevmek ise aslında kendi değerini de ortaya koymaktır. İnsanlara karşı sevginiz yoksa nasıl yumuşak huylu hareket edebilir, gülümseyebilir ve ona kendisinin değerli olduğunu hissettirebilirsiniz ki? İnsanları ikna etmek istiyor, onlarda değişim meydana getirmek istiyorsanız, elbette önce onları seveceksiniz, onlara insan oldukları için değer vereceksiniz.

        İnsanlar arasında sevgiyle dolaş, onlara sevgiyle yaklaş. Zira  sevgisi ve sabrı bol olanın anlayışı da bol olur. Bir başka deyişle, anlayışın harcı sevgi ve sabırdır.


[*] Başkomiser, Rize Bilgi İşlem Şube Müdür V.