Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

“RÜYA” VE “KABUS”A EMNİYETÇİ GÖZÜYLE BAKIŞ

      Yusuf ELGAZ

                                                                                                                 Kom.Yrd.

                                                                                                      Polis Koleji müdürlüğü

                                                                                                     Sınıflar Şube Müdürlüğü

 

Alev ALATLI Türkiyenin son yüzelli yıllık tarihi serüvenini “Orda Kimse Varmı ? ” isimli dört ciltlik yarı belgesel nitelikteki kitaplarıyla çok çarpıcı şekilde gözler önüne sermişti.

Ardından yayınlanan “ Schrödinger ‘in Kedisi” serisinin “Kabus” ve” Rüya” adlı iki romanıda dikkat çekici.

Dünyanın kaostan doğacak “Gaia” ( Yunan mitolojisinde kaostan doğan “toprak ana”) nin habercisi. Ve ülkemiz edebiyatında ilk çaplı “anti-ütopya” özelliğini taşıyor.

Rölativizmin gelecek yüzyılın yaşama tarzı olacağını öngören, 19. ve 20.yüzyıldaki pozitivist Newtoncu yaklaşımın yerini 21.yüzyılda, rölativist kuantumcu sosyal yaşamın alacağını konu eden iki ciltlik roman.

Eserlerde hakim olan düşünce temellerinin irdelenmesi…

“Klasik fiziğin” oluşturduğu insanın kendisine ve yaşadığı evrene bakışına köklü değişiklikler öngören “ikinci aydınlanma çağı”. Oysa günümüze hakim olan gerek sosyal gerek bilim ve fen dünyasına ait tüm yapı taşlarını “klasik fiziğe” borçluyuz.Görünen o ki geleceğin dünyasının biçimlenmesini de “yeni fiziğe” borçlu olacağımız bir gerçek.

Aydınlanma çağı öncesi evrensel doğrular ya usavurum veya tartışılamayan teolojik doğrular olarak saptanırken Aristo felsefesiyle başlayan Kepler ve Newton v.b ile devam eden “klasik fizik” evrenin tanımını değiştirmiştir.

Aslında bu felsefe doğrusal kurallara tabidir, bir “ya”, “yada” olgusudur gerçek kesin çizgiler içersinde yerini alır ve salt kesin ifadelere sahiptir.Bu anlayışa göre doğru ve yanlış vardır ve doğru bu bağlamda tektir.

Newton evrene ve dünyaya çok sayıda olmakla birlikte gözlenebilir ve çözülebilir verilerden oluştuğu ve dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarıyla hareket ettiği düşüncesiyle bakmaktadır. Aralarındaki bu kurallarla örülü ilişki determinizm (nedensellik) ile açıklanır ve aklın “bu kurallar çerçevesinden evrene baktığında çözemeyeceği problem olmadığı” fikri bunun ürünüdür.

Newton parçada hakim olan bu determinist ilişkinin genele yansımasının rasyonelliğini vurgulamıştır. Bu görüş günümüz dünyasında ekonomiden sanata ve izafi bilimlere kadar tüm alanlarda etkili olmuştur.

Öyleki Newtonun kainat paradigması Adam Smith’in bireysel gelişimin merkezde olduğu şahsi çıkarlarını kovalayan kapitalist/liberal anlayışın temelini oluşturur.Gerek ekonomik , gerek fizik , temelde aynı ilişkiler olarak algılanır. Fizikte atomların ilişkisi ekonomide bireylerin ilişkisine dönüşür. Mantık en küçük parçayı genele vurur ve ortaya gene deterministik yaklaşımın sonuçları çıkar. Bu sefer fizikdeğilde ekonomi, laboratuvar değilde toplumsal hayattır, dolayısıyla atom değilde toplumda bireydir.

Aristo’nun ya –yada mantığı (ya doğru yada yanlış) Newtonun dünyasında yerini kesin ve algılanmış, deneylerle rasyonelliği ısbatlanmış doğrulara çıkar. Belirsizlik ve bulanıklığa yer kalmaz. Siyah ve beyazın dünyasında gri yer bulamaz.

Klasik fiziğin dünyası kuralların kesin ve somut olduğu başı sonu belli olan bir dünyadır.Tam bu çıkmazda Einstain’in “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, geçeği yansıttığında kesin olmaz” fikri ile fizik başka bir boyut kazanır; Kuantum devrimi.

Aristonun “ya,yada” mantığı yerine “hem, hemde” şekliyle muğlak boyut kazanır. Öyleki, göz ardı edilen ihmal edilen, küsüratın ihmale gelmeyeceği, bu ayrıntının dinamik sistemlerde bir karanbololuşturduğu gerçeğidir.

Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” sapmasını hatırlayalım. Büyük bilginin bu cümleyle özetlediği olgu, dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusudur.

Bunun böyle olduğunu Klasik Fizikçiler bilir, ancak işlevsellik adına küsüratı gözardı ederlerdi. Oysa, Kaos Teorisi, gözardı edilen küsuratın, küçücük farkların, dinamik sistemlerde altüst edici fırtınalar yaratabildiklerini ortaya çıkardı.

Öte yandan, insan toplulukları da dinamik sistemlerdir. Kaos paradigması bize ne kadar iyi düzenlendiği, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olayın bütün bir dünyayı sarsacak kelebek etkisi yaratabileceği söylüyor. Kelebek etkisi diye bilinen olay, dinamik sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişikliğin beklenmedik sonuçlar doğurabilmesi olayı. Neden sonuç ilşkisinin belli olmadığı; hava hareketleri, deniz dalgaları, depremler, borsadaki iniş çıkişlar, v.b.gibi kesin olarak saptanamayan gerçekler. Merkezde meydana gelen moleküler, ufak etkiler, beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Birinci dünya savaşı için tüm şartların hazır olupta, fakat bir sırp gencinin Avusturya-Macaristan veliahtını öldürmasi beklenmesi gibi.

Eserde temelde hakim olan dünya coğrafyası ve güçler dengesini alt üst eden değişimin başlangıç noktası Türkiye coğrafyasında başlayan çözülme olarak görülmesi de bu dinamik sistemler teorisini destekleyici olarak kabul edilebilir.

“Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir,” çünkü gerçek hayatta olgular, veriler, “puslu”dur. Nesneler arası ilişki fizikçilerin öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. “Hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür.”

19.yy’ın ilk yarısında filizlenen “yeni fizik”, insanın Aristo felsefesiyle Newton, Galileo, Kepler, Kopernik v.b. ile oluşmuş olan “klasik fizik” doğru ve doğruya yaklaşımını temelden sarsıyor ve değiştiriyor. Yeni fizikle kesinlik ve tek bir doğru etkinliğini kaybediyor.

Yeni fizik, klasik fizigin kesin ve tek doğrularını ışık ile ilgili yeni çalışmalarla sarsıyor. Klasik fizikçiler ışığın ya “cisimcik” yada “dalga” serilerinden oluşmuş olabileceğini kabul ediyorlardı. Hem dalga hem de cisimcik den oluşan ışık tanımlaması kabul edilemezdi.

Fakat tersi oldu ışık hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluşuyordu.

Kuantum fiziğinin bu kilometre taşı; ışığın hem dalga hemde cisimcik bölüklerinden oluşduğunu saptayan deneydir budeneyde herhangibir ışık kaynağının önüne dalga dedöktörükonulduğunda ışık dalga özelliği verdiği, cisimcik dedöktörü konduğundada cisimcik niteliği sergilediği görülmektedir. Deneyin anlattığı, ışığın nasıl görmek ıstiyorsak kendini bize o şekilde gösterdiğidir.

Deney öyle garipsenir ki fizikçi Erwin SCHRÖDİNGER, ışığın hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in kedisi” diye anılan kuantum deneyini tertipler. Bu deneyde ışığın tetikleyeceği bir tabancanın karşısına yerleştirilen kutuya konan bir kedinin ölü veya diri olmasının ışıgın dalga veya cisimcikle hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar, bu da ışığın cisimcik veya dalga olarak iki hal alabileceği kedinin ise ne zaman yaşayıp, ne zaman öleceğinin bir belirsizlik kazanmasına , yani aynı anda ölmenin ve yaşamanın bir arada olamayacağı gibi garip bir gerçekliğin kuantum fiziğinde aslında olabileceğini ortaya çıkarır.

Yani liner, tek doğrusal mantık yerini dual zıt kavramsal doğruluklara bırakır.

Nesneler arası ilişkiler klasik fiziğin öngördüğü şekilde açık ve deterministik bağ ile bağlı değildir. Aksine bu iç içe geçmişlikte herşey “puslu”,”fuzzy” dir. Aristo mantığının kesinliğini reddeden fuzzy; çok değişkenli mantığı temsil eder(saçaklı mantık).

Lutfi ASKERZADE fuzzy kavramını 1962’de “Bize radikal ölçülerde farklı bir matematik lazım, bize saçaklı verileri tamlayabilecek bir matematik lazım” ifadeleriyle ortaya atar.

Schrödinger’in kedisinde sembolleşen yeni fizik ve onun türevleri kaos paradigması, fuzzy, saçaklı mantık, insanliği doğru ve yanlış düşüncesinin cenderesinden, kesin yargılarınkabalığındanve dayatmacılığından kurtaracağı, dünyada yüzde yüz doğru olan bir şey olmadığı düşüncesini oluşturmuş ve buda bilincimizde radikal bir değişime yol açacagının habercisi olarak görülüyor.

Bu oluşum içersinde Türk insanının bütünlükçü düşünceye yatkınlığı nedeniyle yeni fiziği ve onun getirdiklerini daha kolay içselleştireceği, pozitivizmin kurallarına boğulmuş 19.yy’ındünyasını içselleştiremiyen bizlerin, ikinci aydınlanma diye anılacak olan, 21.yy’ı daha kolay kolay geçire bileceğinin habercisi.

“Ey Dünya’daki tüm mağdur ve mağdureler! Birleşiniz! Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var???”

Kitabın birinci cildi “Kabus”ta, yazar; dünyanın geçirdiği kabuk değiştirme sürecine dikkat çekiyor, “bilgi”nin “Yüce Pir”in tekelinden çıkarılması gerektiğini, bunun da “yepyeni bir anlayış”la gerçekleşeceğinden bahsediyor.

Batı’nın Aristosunun “iki değerli” siyah-beyaz mantığının yerine, Doğu’nun “çok değerli” “Saçaklı Mantık”ının, “Yeni Fizik”le uyum içinde olduğunu söylüyor.

(“Kabus”ta, Türkiye’yi tasvir ediliyor, )

Aslinda öykü klasik ve tanidik degil; 2020’li yillar. Postnisinde Yüce Pir’in oturdugu Yeni Dünya Düzeni tarikati iktidarini hizla güçlendirmektedir. Tarikati olusturan vasil, salik, mürid ve talipler, ‘Son Hakikat’ dedikleri dünya görüslerini gezegenin bütününe teblig etmekle yükümlüdürler.

Dünya halklari ya “Tekleşmis Varoluş”ta eriyecekler ya da genleri yok edilmek suretiyle mutlak bir biyolojik ölümle karsi karsiya birakilan “Sömürülemezler’in ve Lanetliler”’in kaderinipaylasacaklardir.

Postmodern Fasizm, “Tek bir dünya, tek bir devlet, tek bir bayrak!” sloganiyla özetlenen çagdas degerlerini, evrensel medyanin tüm olanaklarini kullanarak dayatir.

Yüce Pir’in Kutsal Koalisyonu ile baş edebilecek tek bir güç vardir: Schrödinger’in Kedisi. Erwing Schrödinger’in kedisi yeni fizigin maskotudur. Ayni anda ölü ve diri olabilmek gibi akil almaz bir bilimsel gerçekligi temsil eden Schrödinger’in kedisi, Yüce Pir’in ve onun Kutsal Koalisyonun’unun önündeki tek engeldir.     Çünkü rasyonaliteye uymamakta ve rehabilite edilememektedir.
Burada Schödringer’in Kedisi’nin bu özelliginin Türkiye’ye yazar tarafindan uyarlanması çok akılcı bir yöntemdir aslında. Özellikle sürekli Dogu-Batı sentezi Dogu-Bati arasındaki köprü gibi kavramlarla iliskilendirilen Türkiye’nin ve tabi ki Türkiye’nin tarihsel misyonunun belki de gelecegin bu totaliter dünyasına en aykırı olan bu yapısı, yani tarihten gelen, akılla gönülü meczetme tecrübesi yazarın ilham kaynağı olarak karsımıza çıkmaktadır.

Yüzü hem Dogu, hem de batıya bakan Türkiye tam anlamıyla sistem tarafindan rehabilite edilemeyen Schrödinger’in Kedisi’ne benzemektedir.
Buradan da anlasılacagı üzere Schrödinger’in Kedisi, bir bilim kurgu romanı degildir, tersine, 1950-2035 yıllari arasında yasayan Çankırı dogumlu psikoterapist Imre Kadizade’nin “yıldızların Iblis’irecmetmekte kullanılan taşlar” olarak göründükleri bir ortamdan, 21.yüzyıla, yeni fizige, kaos teorisine, saçaklı mantıga uzanan zihinsel evriminin hikayesidir.

Kitap bir noktadan sonra Imre Kadızade’nin yargılanması metaforuyla Türk kültür, aile, psikoloji ve düşünce hayatının yargılanması sürecine gidiyor ve neden böyleyiz? Sorusunun yanıtlarını arıyor.

Schrödinger’in Kedisi’nin ikinci cildi, “Rüya”, kuantum kedisinin kesin zaferiyle sonuçlanacak bir ümit kitabi. Çünkü, yeni fizik bize; parçacik dedektörü ile izlenen fotonun parçacık, dalgadedektörü ile izlenen fotonun ise dalga olarak göründügünü söyler.

Açıkcası; insan neyi aramaktaysa onu bulur.

“Rüya”, 11 Eylül hadisesinin arefesinde çıktı; “Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur; felaket dahil” cümlesi ile başlıyor kitab. Aslında bu iki ciltlik roman üzerine çok şey söylenebilir, çünkü kuantum fiziğinden kaos’a, dilden ideolojiye, dünyanın gidişatından uluslararası komplolara kadar geniş bir yelpazede pekçok “gerçek” dile getiriliyor. (Bunlar arasında, ABD’nin “Telegram” olarak bilinen “Beyin Kontrolü” silahları, Bilderberg toplantıları, Kapitalist sermayenin dünyaya hakim olma çabaları da var.)

“Dünyayı bilmeyen, dünyanın maskarası olur.” diyor Alatlı.

Türkiye’nin ilk ütopya romanı” olarak değerlendirilen “Rüya”da Alatlı, “Mucizeler Diyarı” adını verdiği yeraltında bir yerlerde, kendilerine “Onarımcılar” (Tamirciler?) diyen bir grup mağdur’un “Yukardakiler”e rağmen “yaşayakalmak” için giriştiği çabayı anlatıyor ve aslında bir “tez” öne sürüyor:

“Kaybolan koordinatlarımızı yeniden bulmak zorundayız. Bu, herşeyden önce başımızı kaldırıp gökyüzüne yeniden bakmamızı gerektiriyor. Gökyüzü ile yeniden tanışmamız, yeniden barışmamız. Astronomi yani. Astronomi, geometri, matematik, fizik ve diğerleri. Fen bilimlerinde havlu attık, fen bilimlerini Kutsal Koalisyon’a ihale ettik, lâf u güzafla uğraşıyoruz. Yepyeni bir anlayışla ençok 20 yıl içinde bilgi tekelini kırabiliriz.”(1)

Dediğimiz gibi kiyap; Türkiye’nin Kaos’undan doğacak Gaia-Toprak Ana’nın habercisi olmak niyetinde. Alatlı özenle altını çiziyor: “Schrödinger’in Kedisi, yeni fiziğin sembolü. Aklın yolu birdir. Fakat, şunu ifade etmek isterim, bu konuda yazı yazanlar arasında ben daha iyiyim. Şu anda bu konu ile uğraşan batıdaki akranlarımın hepsinden daha iyi olduğumu biliyorum. Çünkü, bu alandaki kitapların hepsini getirtip okudum. Onlara da bunu söylüyorum, açık yüreklilikle.” (2)

Yazar, roman kahramanı İmre Kadızade’yi, Mucizeler Diyarı’nda bir yolculuğa çıkarıyor ki, Kabus’taki yolculuğunda Kaos’u dillendiren Kadızade, “Rüya”da Mucizeler Diyarı’nda, Gaia’nın peşinde…

“Türk toplumu kadınsı bir toplumdur” tesbiti ve bu çerçevede kadın ve erkek keyfiyetlerine dair söyledikleri. “Rüya”da bunun da ötesine geçiyor.

Kitabın aktüel-siyasi içeriği yanında dikkat çekici hususlarından biri de bu olsa gerek. Çünkü bilginin “Kutsal Koalisyon”un tekelinden çıkarılması, “mağdurların”, insanî vasıflarını keşfetmelerine ve “erkeksi ilke”yi yeniden diriltmelerine bağlanıyor.

“Umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddedenler. Soykırıma yüreklerindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı duranlar. Sayısız hasımla tek başına halleşebilecekleri bilgisini güçlendirenler. Erkek ruhun bu tutumuna biz “yiğitlik” diyoruz. En kaba tanımıyla güvenlik içinde olmaya, rahat yaşamaya duyulan husumet.”

“Hayatın gayesi bu değil mi ama? Güvenlik içinde olmak, rahat yaşamak, insanoğlunun bütün çabası bu gayeye ulaşmak değil mi?”

“Hiç şüphesiz öyledir, ama Mucizeler Diyarı erkeği, savaşın ortasında doğduğunu bilir. Kahramanlar farklılaşır. Yığınların sesine, yığınların “doğru” bellediklerine ters düşerler. Bu her devirde böyle olmuştur.”

“Mucizeler Diyarı erkeğinin ruh hali, aslında beyanıdır, ilanıdır, ikrarıdır efendim… itirafı, kabulü ve onayıdır kendisinde var olduğunu keşfettiği Murat’ın. Ve üstünlüğünün Muradının gerçeklikten, güncelden, yukarıda olup bitenden, sağlığından, hayatından, tehlikelerden, kınanmak, hatta nefret edilmekten. Bu bağlamda, incelikli düşünürleri, ihtiyat sahibi insanları gücendiren bir tarafları vardır bizimkilerin.”

“Aşırı bireyseldirler. Gururludurlar. Çoğu zaman başka insanlarla aynı dokuyu paylaştıklarının ayırdında değil gibidirler. Mehmet’in söylediği gibi felsefî olmayan bir tarafları vardır. Buna karşın, derin bir saygı uyandırırlar, uyandırmalıdırlar. Yüce davranışlarının sorgulanmasına izin vermeyen bir tarafları vardır çünkü.” (3)

Mucizeler Diyarı’nda “erkek ruhu” en mühim “değer”lerden biri olarak tasvir ediliyor. Türkiye’nin kaybettiği f            “erkek ruhu”nu yeniden diriltme gerekliliğinin altı çiziliyor ve bu sebeble övgüyle bahsediliyor:

“Kendinize güvenin! Akranlarınızın, çağınızın, Ezelî ve Ebedî Gerçek’ten payınıza düşenin hakkını verin. Dil, din, ırk, cinsiyet ayrımının tuzağına düşmeden, zamanınızın en yetkin bilginleriyle, sanatçı ve filozoflarıyla dostluk kurun. Mahrem düşüncelerinizi aşkın zekalarla paylaşın. Sizler, anneleri tarafından sakınılmak durumunda olan özürlüler ya da çocuklar değilsiniz. Kavminizin kaderini eline almaktan kaçınan korkaklar değilsiniz. Sizler, Mağdurların kefaretini ödeyecek, kabustan uyandıracak yetişkin erkeklersiniz.” (4)

Kitabta bir diğer dikkat çekici husus da “erkek yetiştirmek” üzere kurulduğu tasvir edilen “Erkek Okulları”. Erkeksi ilkenin yaşatılması için verilmesi gereken “eğitim”le alakalı bir pasaj:

“Mucizeler Diyarını kurarken karşılaştığımız en büyük zorluklardan birisinin erkeklerin özgüven yitirmişlikleri olduğunu söylemiştik. Bu sadece zihinsel olarak değil, bedensel olarak da böyleydi. En ufak bir terslikte silaha sarılır olmuştuk, hatırlarsanız.” (5)

“Namık Tekin’i tanıştırayım, İmre Hanım, dişi sineğin uçmasına izin vermediği bir manastırın yöneticisidir kendisi. Orada SİMULASYON’a erkek yetiştirmektedir.”

“Erkek mi yetiştirmektedir?”

“O kadar şaşırmayın canım! Ezeli ve Ebedî Mavi’nin altında yaratıkların tümünün dişi olduğu bir dünya düşünebiliyor musunuz? SİMÜLASYON’un başarısı için elementlerin yüzde elli birinin erkek olması gerekiyor, biz de yetiştiriyoruz.”

“Nasıl yani? Tüplerde filan mı?”

“Yok canım, ilkesel olarak! Erkeksi İlke’yi diri tutmaya çalışıyoruz, hepsi bu. Siz, Fazıla’ya bakmayın, manastır filan değil! Ama erkek okulu. Mucizeler Diyarı Erkek Liseleri’nin yöneticisiyim. Programımızda var zaten göreceksiniz.”

“Sabırsızlıkla bekliyorum! Kız okulları da var mı peki? Kadın yetiştirme okulu var mı?”

“Hayır yok. Bizim saptadığımıza göre kadınlık mekandan münezzeh. Korunması gereken erkeksi ilke. En azından bu aşamada öyle. Erkekler, Beyaz Turnalar gibi. Sazlıkları insanlar tarafından yok edilen Beyaz Turnalar. Gelişmeleri biliyorsunuz. Yukarıdakiler, erkeği üremenin temel unsurlarından birisi olmaktan da çıkarmak üzereler. Koruyamazsak nesilleri tükenecek.”

“Klonlama demek istiyorsunuz?”

“Klonlama. Kryoniks.” Bektaş, omuzlarını silkti, “En kalitelisinden bir tüp spermle milyonlarca dişiyi dölleyebilecekken milyarlarca erkek bedeninin Gezegen’in sınırlı üretimine ortak olamsıEkonomik Akıl’a uygun değil. Hem üniseks YÜCE PİR’in çizdiği YOL’la, herşeyin tek bir Bilinç’e, herkesin tek bir ben’e dönüştürülmesi amacıyla da örtüşüyor.” (6)

“Erkeksi ilke olmayınca, benlik, haysiyet, vakar gibi insanoğluna özgü uyartanlar yoktur.”(7)

“Kâbus, Eski Türkiye’nin seçimiydi.” (8)

Alatlı burada Kâbus dendiğinde ne anlaşılması gerektiğini de açıklıyor, yoksa eski Türkiye’de Kâbus’a verilen süreç çoğu okurun sandığı gibi tamamen rastgele, tamamen düzensiz değil, istenmeyen bir düzen belki ama bir düzen nihayetinde. Kaos, zaten düzensizliğin düzeni değil midir? Kelebek etkisi akla geliyor ister istemez kaos dendiğinde, eski Türkiye’nin kelebeği ne idi? Kuruyan bir kuyu, bir evden çalınan bir gerdanlık, çıkan bir yasa, alınan ya da alınmayan son rüşvet??? Aynı anda var olan sonsuz sayıda oluşumlardan herhangi biri kâbusu başlatıyor, bu yüzden İmre’ninsorusunun anlamlı bir cevabı yok. “Her yıl aynı noel ağacını çatı katında sakladıkları aynı süslerle süsleyen, aynı Noel şarkılarını söyleyen Mr. and Mrs. Brown.” (9)

“Lâle soğanlarının dört asırdır aynı yere gömüldüğü İngiliz bahçeleri, üç asırlık evinizin ilk sahibinin köşe başındaki devlet arşivlerinden öğrenebilmek, beş yüz küsur yıl bıkmadan usanmadan aynı tiyatro yazarının oyunlarının izlenmesi (Shakespeare), yüzyıllar önce denizlere saldığınız ufacık bir teknenin seceresinin saklanması, tüm bu süreklilik ve doğrusallığa adanmışlık değil midir Batı’yı bu denli kendine güven dolu yapan?

Ve elbette İmre’nin dediği gibi ultra-güvenli ve bağnaz. Bu doğrusallık zaten Batı’nın Kaos karşısında paniğe düşüp çıkmazlar içine girmesine sebep değil midir? Biz her zaman kaosla karşı karşıyaydık ama onları düşüncesi bile korkuttu.

Tabi anlıyorsunuz ki, bu ‘ütopya’nın çağrıştırdığı hayal gücü değil, özde sahip olduğumuz kendigücümüz. Burada yine “Dünya’yı bilmeyen Dünya’nın maskarası olur”; Dünyayı bir çelik kapana dönüştüren Bilderberg gerçeği ve tarikatın kodamanlarının biyografileri, aslında onların da sizin bizim gibi 46 kromozomlu canlılar, yani eski Yunan mitolojisindeki tanrılar olmadıklarını hatırlatıyor.

İmre, diyaloglar arasında ulusal kodlarının gezegenin emniyet sübabı olduğunu söylüyor, Türkler gezegenin emniyet sübabı. Or’da Kimse Var mı dörtlüsün de Türkler’in bu gezegendeki son şövalyeler olduğu belirtiliyordu.

Alatlı Türkiye’nin “düşünce ve fikir yoksulluğu” tesbitini yaparken, insana, ferde yöneliyor ve şöyle diyor romanında:

“Birbirimizin dilinden anlamaz olmuştuk, buna karşın esenlik reçeteleri gırlaydı. Oysa yapılması gerekenin ne olduğunu isabetli saptayabilmemiz, kişiliklerimizi masaya yatırıp, gerçek fıtratlarımızı hiçbir karanlık nokta bırakmaksızın keşfetmemize bağlıydı.” “Kendin hakkında ne biliyorsun, bildiğini nasıl biliyorsun?” şeklindeki epistomolojik irdeleme” (…) “Kung fu. Kabus, bize kişinin birinci sorumluluğunun kendisini ayakta tutması olduğunu öğretti. Kendinize hayrınız yoksa alternatif üretemez oluyorsunuz çünkü. Alternatif üretemediğinizde, başkalarına yardıma kalkışmanın cüretkarlıktan ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Diğerkamlık, öteki’nin ihtiyacı uyarınca servis edilmediğinde nafile bir sadakadan gayri bir eylem değil.” (10)

“O halde gençlerimizin “varlık”larını, dilerseniz “var edilmiş olma keyfiyetlerini” masaya yatırmalarına, oluşumlarının gerçek tabiatını keşfetmelerine yardımcı olmak durumundayız. Davranışlarını, duygularını, inançlarını, ilişkilerini, tecrübelerini, yorulmadan, usanmadan, sürgit sorgulamalarına imkan tanımalıyız. Sorgulama sürecinin herşeyden önce dürüst olunmasını gerektirdiği aşikar! Bir Beyaz Turnacı sadece başkalarına değil, kendisine karşı da dürüst, içten, açık sözlü ve adil olmalıdır ki, “Ben neyim?” sorusuna belirtilmişlerin haricinde cevablar bulabilsin, meselenin sonuna kadar gidebilsin, öyle değil mi?” (11)

Alev Alatlı temelde “insan”dan yola çıktığı için çarpıcı tesbitlerde bulunuyor.

“İnsan olma memuriyeti”mize baktığımız zaman, bu “memuriyet”in adı henüz konmamıştır: “Neye memuruz?”… Çünkü bu mesuliyeti idrak etmenin en önemli basamağı olan “kendimiz” hakkında bilgimiz, çoğu zaman yetersizdir. Nasıl ki insanın birinci problemi kendisidir; işe başlamamız gereken nokta da yine “kendimiz”dir deriz şüphesiz. Ancak buna nereden başlayacağımızı bilemeyiz genellikle. Bu yüzden de ya bir çocuk gibi, ya bir kadın gibi, ya da bir erkek gibiyizdir; ancak ne çocuk, ne kadın ne de erkeğizdir…

Meselenin psikolojik boyutu da var. Çocukluktan, gençliğe, olgunluğa geçiş devrelerimizde fizikî gelişmemiz, belki bizim çok fazla gayretimiz olmadan “olması gerektiği” gibi tamamlanır. Ancak ruhî gelişmemiz böyle değildir. İşte pek çok batılı psikolog, bugün insanların önemli bir çoğunluğunun, “ruhî adaleleri gelişmemiş”, “büyüyememiş”, “çocukluktan çıkamamış” olduğunu tesbit ediyor. İnsanların, “kadın gibi”, “erkek gibi” olduğunu ama asla kadın veya erkek olmanın gerektirdiği keyfiyetlere, sorumluluklara sahib olamadığını belirtiyorlar. Dahası, büyüyememiş bu insanların “çocuk” da değil, “çocuksu” olduğunun altını çiziyorlar. Meselâ, Dr. Dan Kiley’in “Peter Pan Sendromu” olarak adlandırdığı, “hiç büyüyemeyen erkekler” üzerine yazdığı kitabında şu kelimelerle tanımlıyor onları: “Sorumsuz, tedirgin, yalnız, narsist, şovenist, sosyal iktidarsız, ümitsiz”.

Alev Alatlı Türkiye insanını “ön insan-çocuk” hüviyetinde olarak değerlendiriyor. Yani henüz çocukluk devresini aşamamış yetişkinler olarak. Çünkü Türk toplumu “kadınsı bir toplum”; varolanı koruyan, bir ana gibi fedakâr ve kendini veren, bulunduğu yerde kök salan, korumacı gibi kadınsı niteliklerle bezenmiş bir toplum.

Kadınsı bir toplumda icad ve keşif dehası yok oluyor ve hürriyet hamlesi olan “ilerleme”, yerinde saymaya ve donmaya sebeb oluyor. İdeal olan kadın ve erkek keyfiyetlerinin korunduğu, muvazene-dengenin sağlandığı bir toplumdur ki, tarihe damgasını vurmuş pek çok medeniyet buna misâldir.

Çocukların sorumsuzluğu, kaygısızlığı, inatçılığı, ele avuca sığmazlığı belki sevimlidir, ancak aynı nitelikler yetişkinlerde komik durur, daha da ötesi acıklıdır. Alatlı, Türkiye erkeğinin “çocuksuluğunu”, ütopyasında “yiğitliğe” dönüştürelebilir bir “masumiyet” olarak değerlendiriyor:

“Aklı korumanın yolunun, aklı olabildiğince çok sayıda kısmî gerçek’e açmaktan geçtiğine inanıyoruz. Doğru’larının sayısı kısıtlı olan akıl, tanımadığı bir durumla karşılaşınca şaşırıyor, karışıyor çünkü. Bu bağlamda eski Türkiye’nin ön insan-çocuk hüviyetini en büyük avantajımız olacak şekilde dönüştürmeyi başardık.”

“Yani, ön-insan/çocuğun zapturapt altına alınmasının mümkün olmadığı gerçeğinden yola çıktık. Hakikaten böyle! Adsız, Türklerin karınlarının doyurulacağından emin, bilgiye/bilgine teveccüh göstermeyen kaygısızlıklarını insan doğasının sağlıklı bir niteliği olarak değerlendirdi.” (…)

“Başına buyruk, sorumsuz, değişken tutumumuzu, insanlara ve olaylara ilişkin anında yargılayıcı ve mahkum edici tavrımızı –hatırlarsanız bir dönem Türkler için “kesinlikle”ydi, “kesinlikle” iyi, “kesinlikle” kötü, “kesinlikle” aptalca, v.s. -Adsız, çocuksuluğumuzu bağımsızlığı ve yalınlığı açısından ele aldı.

“Biz burada bunun tam tersini yaptık, gençlerimizi nedenini içlerine sindiremedikleri hiçbir kurala uymayacak şekilde eğitmeyi hedefledik. Aklı hür, vicdanı hür nesiller. Yani “Kaotik” bir müfredat”, dedi Fazıla, sözlerinin yanlış anlaşılmaması gerektiğini hissettirerek, “Eğitim sistemimizin hedefini ön-insan’ın yaşadığı düşünce kaosunun

 “yiğitlik”e evrilmesi olarak belirledik.” (12)

Mucizeler Diyarı’nda “erkek ruhu” en mühim “değer”lerden biri olarak tasvir ediliyor. Türkiye’nin kaybettiği “erkek ruhu”nu yeniden diriltme gerekliliğinin altı çiziliyor ve bu sebeble övgüyle bahsediliyor:

“Umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddedenler. Soykırıma yüreklerindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı duranlar. Sayısız hasımla tek başına halleşebilecekleri bilgisini güçlendirenler. Erkek ruhun bu tutumuna biz “yiğitlik” diyoruz. En kaba tanımıyla güvenlik içinde olmaya, rahat yaşamaya duyulan husumet.”

“Hayatın gayesi bu değil mi ama? Güvenlik içinde olmak, rahat yaşamak, insanoğlunun bütün çabası bu gayeye ulaşmak değil mi?”

“Hiç şüphesiz öyledir, ama Mucizeler Diyarı erkeği, savaşın ortasında doğduğunu bilir. Kahramanlar farklılaşır. Yığınların sesine, yığınların “doğru” bellediklerine ters düşerler. Bu her devirde böyle olmuştur.”

“Mucizeler Diyarı erkeğinin ruh hali, aslında beyanıdır, ilanıdır, ikrarıdır efendim… itirafı, kabulü ve onayıdır kendisinde var olduğunu keşfettiği Murat’ın. Ve üstünlüğünün Muradının gerçeklikten, güncelden, yukarıda olup bitenden, sağlığından, hayatından, tehlikelerden, kınanmak, hatta nefret edilmekten. Bu bağlamda, incelikli düşünürleri, ihtiyat sahibi insanları gücendiren bir tarafları vardır bizimkilerin.”

“Aşırı bireyseldirler. Gururludurlar. Çoğu zaman başka insanlarla aynı dokuyu paylaştıklarının ayırdında değil gibidirler. Mehmet’in söylediği gibi felsefî olmayan bir tarafları vardır. Buna karşın, derin bir saygı uyandırırlar, uyandırmalıdırlar. Yüce davranışlarının sorgulanmasına izin vermeyen bir tarafları vardır çünkü.” (13)

Kitabta bir diğer dikkat çekici husus da “erkek yetiştirmek” üzere kurulduğu tasvir edilen “Erkek Okulları”. Erkeksi ilkenin yaşatılması için verilmesi gereken “eğitim”le alakalı bir pasaj:

“Mucizeler Diyarını kurarken karşılaştığımız en büyük zorluklardan birisinin erkeklerin özgüven yitirmişlikleri olduğunu söylemiştik. Bu sadece zihinsel olarak değil, bedensel olarak da böyleydi. En ufak bir terslikte silaha sarılır olmuştuk, hatırlarsanız.” (14)

“Namık Tekin’i tanıştırayım, İmre Hanım, dişi sineğin uçmasına izin vermediği bir manastırın yöneticisidir kendisi. Orada SİMULASYON’a erkek yetiştirmektedir.”

“Erkek mi yetiştirmektedir?”

“O kadar şaşırmayın canım! Ezeli ve Ebedî Mavi’nin altında yaratıkların tümünün dişi olduğu bir dünya düşünebiliyor musunuz? SİMÜLASYON’un başarısı için elementlerin yüzde elli birinin erkek olması gerekiyor, biz de yetiştiriyoruz.”

“Nasıl yani? Tüplerde filan mı?”

“Yok canım, ilkesel olarak! Erkeksi İlke’yi diri tutmaya çalışıyoruz, hepsi bu. Siz, Fazıla’ya bakmayın, manastır filan değil! Ama erkek okulu. Mucizeler Diyarı Erkek Liseleri’nin yöneticisiyim. Programımızda var zaten göreceksiniz.”

“Sabırsızlıkla bekliyorum! Kız okulları da var mı peki? Kadın yetiştirme okulu var mı?”

“Hayır yok. Bizim saptadığımıza göre kadınlık mekandan münezzeh. Korunması gereken erkeksi ilke. En azından bu aşamada öyle. Erkekler, Beyaz Turnalar gibi. Sazlıkları insanlar tarafından yok edilen Beyaz Turnalar. Gelişmeleri biliyorsunuz. Yukarıdakiler, erkeği üremenin temel unsurlarından birisi olmaktan da çıkarmak üzereler. Koruyamazsak nesilleri tükenecek.”

“Klonlama demek istiyorsunuz?”

“Klonlama. Kryoniks.” Bektaş, omuzlarını silkti, “En kalitelisinden bir tüp spermle milyonlarca dişiyi dölleyebilecekken milyarlarca erkek bedeninin Gezegen’in sınırlı üretimine ortak olamsıEkonomik Akıl’a uygun değil. Hem üniseks YÜCE PİR’in çizdiği YOL’la, herşeyin tek bir Bilinç’e, herkesin tek bir ben’e dönüştürülmesi amacıyla da örtüşüyor.” (15)

Kitabta, kadın-erkek ilişkisindeki bu iki buud, birbirinden kopuk değil, içiçe değerlendiriliyor ve gerçek evlilikler teşvik ediliyor:

“Aşk’a, aşık olunanın “tanrılaştırılması” ya da “tanrıçalaştırılması” olarak baktığımız doğru” (..) “Ama bir an göz göze gelen gençlerin, bu anlık ve harici etkilenmenin sonuçlarını evrensel ülkülere dönüştürmeleri kolay mümkün olmuyor. Şehvet, ruhun cismanileşirken bedenin ruhanileştiği öyle bir enstantane yaratıyor ki, orada ne KOALİSYON ne Mucizeler Diyarı, ne Yıldız Fidanlığı, orada sadece “an” var. O “an”a Ezelî ve Ebedî Gerçek’in bize açılan başka bir yüzü olarak saygıyla yaklaşmanın ötesinde yapabileceğimiz başka birşey yok. Mamafih, şunda haklısınız: Kolayca gayrı şahsi hale gelebilen cinsel ilişkiye, “hobi”ye dönüşen cinsel ilişkiye, oburluğa karşıyız, çünkü düşüncenin ve duyguların incelmesini engelliyor. Ve tabii, üretimi de. Gerçek evlilikleri, yani çiftlerin birbirlerini yücelttikleri birliktelikleri teşvik ediyoruz. Fiziki cinselliğin ötesini amaçlayan birliktelikleri, Kainat’ın dalga cenahına kanatlanabilen cinselliği, zihnikemale yaklaşmanın işaretleri olarak görüyoruz.” (16)

Bu ülkenin Kabustan siyrilma ve Rüya’ya geçme zamanin geldigine inananlarin çogalmasi için bir an önce Rüya’yi görmeliyiz diye düsünüyorum.
                 Bu rüya sadece Türk insaninin olmayacak ve sadece Türk insani görmeyecek bu rüyayi hiç süphesiz, küresellesen dünyada, tek boyutlu insandan, çok boyuttaki insana yani; yirmi birinci yüzyilininsanına ulastiracak bir Rüya olacaktir görecegimiz.

Dipnotlar

1- Milliyet Gazetesi / Ropörtaj / Ocak 2000

2- Milliyet Gazetesi / Ropörtaj / Ocak 2000

3- Alev Alatlı, Schrödinger’in Kedisi-Rüya, Alfa Yay., 3 Basım, İstanbul 2001 s. 103

4- Alev Alatlı, Schrödinger’in Kedisi-Rüya, Alfa Yay., 3 Basım, İstanbul 2001 s. 111

5- Alev Alatlı, Schrödinger’in Kedisi-Rüya, Alfa Yay., 3 Basım, İstanbul 2001, s. 203

6- A.g.e., s. 116-117

7- A.g.e., s.135

8- A.g.e., s.168

9- A.g.e., s.171

10- A.g.e., s. 121-122

11- A.g.e., s. 103

12- A.g.e., s. 115

13- A.g.e., s. 109

14- A.g.e., s. 110

15- A.g.e., s.132

16- A.g.e., s. 112