PERDE ARKASI
Emin SEMİZ**
Sıcak, sakin bir yaz akşamında, ekibiyle birlikte gece görevindeydi. İki ay önce geldiği bu ilçede, gecesi gündüzüne karışmıştı çalışmaktan. Batıda görev yaptığı ilde de gece görevleri olurdu ama buradaki kadar değildi. Az önce, ilçeye teröristlerin en çok giriş yaptıkları istikamette bulunan vadi girişindeki bir evde, akşamın ilk saatlerinden beri bir hareketliliğin olduğu bilgisi ulaşmıştı. Gece yarısından sonra belirtilen evin olduğu yere gidecekler, gerekirse operasyon yapacaklardı. Ama öncesinde evrak işlerini bitirmek istiyordu. Planlı çalıştığından, işleri ertelemeyi sevmezdi. Son evrakla ilgili işlemleri tamamlarken, “Bu gece her zamankinden daha hızlı bitirdim işleri” diye düşündü. Saatine baktı ve “Birazdan yeni güne gireceğiz” dedi kendi kendine. İşlerini bitirince camdan dışarı seyretmeyi adet edinmişti. Böyle yapmak rahatlatırdı onu. Yine, alışkanlığını gerçekleştirmek için odasının camına yöneldi. Dışarı bakınca, havanın çok aydınlık olduğunu gördü. Ay ışığı gökyüzünü o kadar aydınlatmıştı ki, sanki gündüz gibiydi. Işıkları söndürsek yine de işlerimizi görebiliriz diye geçirdi içinden. Aydınlık geceleri çok severdi. Böyle geceler onu bütün korku ve endişelerinden arındırıyordu. Neden çok seviyordu acaba aydınlık geceleri? Bunu bir an düşündü, bu düşünce onu aldı, çocukluğuna kadar götürdü.
Çocukken babası evde olmadığı zamanlar, ekili tarlaları akşamları geç saate kadar beklemek zorundaydı. Üstelik bu tarlalar, köye 3-4 kilometre kadar uzaktı. Yatma zamanı ancak gelebilirdi eve. O saatte gece tek başına bir çocuk için dışarıda olmak, oldukça zor bir işti. Köyün diğer çocuklarından hiçbiri, korkularından bunu yapamazlardı. Ama o, erkek adamdı ve ailenin en büyüğüydü. Bu yüzden korkmamalıydı. Korksa da bunu çevresine hissettirmemeliydi. Öyle de yapardı. Babası, onun bu durumuyla gurur duyardı. Ama annesi öyle değildi. “Çocuktur korkar!” diyerek, karanlık gecelerde yarı yola kadar karşılardı onu. Her ne kadar annesi karşılasa da, böyle gecelerde, diğer yarı yolu tek başına gelmek zordu. Ama aydınlık gecelerde öyle değildi. Hiç korkmaz, zevk alırdı yalnızlıktan. Sesi de pek yanıktı. Türkü çığırırdı köyün güzellerini hayal ederek. Hele birisi vardı ki, o, diğerlerinden çok farklıydı. Ay ışıklı gecelerde onu yanında gibi hissederdi. En çok onu düşünür ve “Büyüyünce evleneceğim onunla” derdi kendi kendine. Bu yüzden çok severdi aydınlık geceleri.
Doğu vilayetlerine tayininin çıkacağını öğrendiği günün gecesi ile Dicle’ye otobüsle ilk gelişindeki gecenin de oldukça aydınlık olduğunu hatırladı. O gecelere hayalen yolculuk yaptı.
Tayin haberini ilk aldığında, içini belli belirsiz duygular kaplamıştı. Bu belirsizliğin adını koymakta güçlük çekmişti bir süre. Heyecan mıydı, korku muydu yoksa başka bir nedeni mi vardı bilememişti. O gün görev biraz uzamış, geç çıkış vermişlerdi. Akşamın ilerleyen saatlerinde eve dönerken canı yalnız olmak istemiş, bu yüzden yürümeyi tercih etmişti. Geceye hakim olan Ay ışığı içini okşamış, hayallere dalmasına neden olmuştu. Doğu vilayetlerindeki fakir ailelerin sefil görünümlü masum çocukları gelmişti aklına. Bu ona, kendi çocukluğunu hatırlatmıştı. Köy ortamında, yokluklar içinde tarlalarda çalışarak geçen çocukluğunu. Annesi, kendisi ile ilgili gördüğü rüyaları anlatırdı sık sık. O doğmadan önce annesi, “Nasıl bakarız fakir halimizle bu çocuğa” diye üzülerek uyuduğu bir gece, rüyasında hiç tanımadığı ihtiyar bir kadın tarafından kendisine, “Hayırlı bir erkek çocuğun olacak, eviniz bereket dolacak” denmişti. Ne de çok anlatırdı annesi bu rüyayı. Kendisiyle ilgili yine çok sık anlattığı başka bir rüyası daha vardı. 2-3 yaşlarında iken annesi onu, büyümüş halde, resmi kıyafetli olarak köye gelirken görmüştü. Sık sık bu rüyayı da anlatır ve “Benim oğlum büyük adam olacak” derdi. Çocukluk ya işte, hoşuna giderdi o zamanlar bu rüyaları dinlemek. Hatta Polis Akademisinde öğrenci iken, annesinin rüyasını doğrularcasına, resmi kıyafetle köyüne kadar gitmişti. Annesi, “Rüyamda işte böyle bir kıyafetle görmüştüm oğlum seni” demişti kendisine.
Altı çocuklu ailenin ilk çocuğuydu. Sevimli bir çocuk oluşundan komşular tarafından da çok sevilmiş ve yine onların da yardımıyla iyi beslenmişti. Belki de bu yüzden olacak, emsallerine göre daha gürbüzdü, daha yakışıklıydı. Kardeşleriyle birlikte yokluklar içinde büyümüşlerdi ama hiç sevgisizlik çekmemişlerdi. Babaları ihtiyaç duydukları sevgi havuzlarını yeterince dolduramasa da annelerinden çok sevgi görmüşlerdi. Anneleri sık sık çalışmak için gurbete giden babalarının yerine de sevmişti onları.
“Güzel annem benim, Doğu illerine, hem de terörün yoğun olduğu bir dönemde gideceğimi öğrendiğinde, ne düşünecek acaba!” diye düşünmüştü tayin haberini aldığının ilk gecesi. Cesur kadındı annesi, tabii ki kızardı oğlunun bu tereddüdüne. Onları, ninni yerine kahramanlık türküleri söyleyerek uyutmuş, büyüklerinden duyduğu, Çanakkale’de, Yemen’de yaşanan kahramanlık hikayeleriyle büyütmüştü. Annesini hatırlayınca birden kalbine cesaret gelmiş ve kendi kendine “Her halükarda oralara, hem de terörün en yoğun olduğu yere gideceğim” demişti. İstese ipka talep edebilir ve birkaç yıl gitmeyi geciktirebilirdi. Ama bunu yapmayacaktı.
Oraların insanları ile ilgili çok şey duymuştu. Kendisi de yokluk çektiğinden, o insanlara kendini yakın hissediyor, durumlarına üzülüyordu. Hele hele yoksulluk içinde büyüyen çocukların durumları ona çok dokunuyordu. Kendi çocukluğunu görüyordu onlarda. Bu yüzden de mutlaka gitmeli ve oralarda üzerine düşen görevleri hakkıyla yapmalıydı. Bir de devletle barışık olmamalarına üzülüyordu o insanların. Neden böyle olduğunu merak ediyordu. Kararı kesindi ve tayininin çıkmasına hiç müdahale etmeyecekti. Doğruca çocukluk aşkı, biricik eşinin yanına vardı ve durumu ona bildirdi. Eşi önce şaşırsa da, sonradan o da alıştı.
İlk tercihleriydi Diyarbakır. Hem büyüktü hem de Doğu vilayetlerini en iyi o temsil ediyordu. Ne de olsa 4 yıldan bu yana büyük bir ilde yaşıyorlardı. Bu yüzden yeni gidecekleri ilin de büyük olmasını istemişlerdi. İstedikleri gibi de oldu ve tayinleri Diyarbakır’a çıktı. Sonra Dicle’ye gideceklerini öğrendiler. Biraz şaşırdılar ama üzülmediler. Diyarbakır’da arkadaşları vardı. Sık sık onları ziyaret amacıyla il merkezine gelebileceklerini düşündüler. Bu düşünce onları mutlu etti.
Gidiş zamanı geldiğinde, Diyarbakır’a tayini çıkan bir arkadaşı ile ortak kamyon kiraladılar. Eşyaları, kamyonun ancak üçte birini doldurabildi. Diğer kısmına ise, arkadaşının eşyalarını yüklediler. Hem böylesi daha ucuz olacaktı. Bu sırada, eşinin biraz hüzünlenir gibi olduğunu hissetti. Bunun, eşyalarının azlığından kaynaklandığını hemen fark etti. Yanına yanaştı, “Şark görevi sonrası, her istediğin eşyayı alacağım sana” diye hemen söz verdi oracıkta eşine. Eşya kamyonunu uğurlayıp kendileri de peşlerinden aynı gece otobüsle yola koyuldular. Her ne kadar tehlikeli bölgelerden gündüz saatlerinde geçecek olsalar da, yine de endişeyi üzerlerinden atamıyorlardı. Kendi tedirginliğini hissettirmemek için uzun süre suskun kalmamaya çalışıyor ve sürekli bir şeyler anlatıyordu eşine. Bazen otobüsten dışarıyı seyrediyor, Ay’ın bu kadar gökyüzünü ışıtıyor olmasına şaşırıyordu. “Keşke bu gece Ay hiç kaybolmasa” diye geçiriyordu aklından. Zaman zaman, Ay bulutlarla saklambaç oynar gibiydi; bazen gökyüzünü aydınlatıyor, bazen de karartıyordu. Ay gök yüzünde, düşünceler zihninde bir netleşip, bir bulanıklaşıyordu. Otobüsün ıssız yerlerden geçişi heyecanını artırıyordu. Farkında olmadan şoförden daha fazla gaza bastığından olsa gerek, sağ ayağının ağrıdığını hissetti. Eşi, tedirginliğinden daha bir sokuldu kendisine. O da “Ben varken sana bir şey olmaz” dercesine sıkıca sarıldı. Bir süre öyle kaldılar. Eşinin, kollarının arasında uyuduğunu fark ettiğinde, zaman gece yarısını çoktan geçmişti bile. Sessizlik yine hayallere dalmasına neden oldu. Aklına, dayısının oğlunun anlattığı o tüylerini diken diken eden olay geldi.
Dayısının oğlu Siirt ilinde öğretmendi. Kendisi ile tatilde görüşmüşlerdi. Şöyle anlatmıştı başından geçen ilginç olayı: “Siirt’ten tatil için otobüsle memlekete gelirken, gündüz vakti teröristler yolumuzu kestiler ve kimlik kontrolü yaparak bazı yolcuları aşağı indirdiler. Sıra bana gelince, ne iş yaptığımı sordular, ben de öğretmen olduğumu söyledim. Bunun üzerine beni de aşağı, diğerlerinin yanına indirdiler. Çoğunun öğretmen olduğunu sandığım, yaklaşık 10 kişilik kalabalık oluşmuştu aşağıda. Benden sonra indirilenler de oldu. Niyetlerini anlamıştım. Duygularım karmakarışıktı. Kendi kendime, acaba öğretmen olduğumu söylemese miydim, onları başka bir meslek sahibi olduğuma inandırabilir miydim diye düşündüm, fakat, o anda bu düşüncelerden hiç birinin faydası yoktu benim için. Zaten oldum olası, yalanı, ne becerebilmiş ne de yakıştırabilmiştim kendime. Herhalde burası yolun sonu diye düşünürken, birden öğrencilerim aklıma geldi. Bana, teröristlerden korunmam için dua edeceklerini söylemişlerdi. Acaba dua etmişler midir? diye geçirdim içimden. Durumun ciddiyetinin farkındaydım. Kurtuluşuma sebep olacak hiçbir güce sahip değildim çünkü. Diğer teröristler çevre güvenliği almışlar, bizim başımızda da uzun namlulu tüfekle birisi bekliyordu. Otobüsteki teröristler ise, kontrollerini bitirmek üzereydiler. Bir şeyler yapmalıydım. Birden aklıma, bildiğim duaları okuyarak gruptan ayrılıp otobüse binme fikri geldi. Bunun olabileceğini, çocukken ailemin zoruyla da olsa gittiğim cami hocasından dinlemiştim. Göstermeyecek Allah göstermez dedim içinden. Çünkü bu son şansımdı. Biraz daha gecikirsem bu şansımı da yitirebilirdim. Birden karar verdim ve aklıma gelen duaları okuyarak otobüse geri bindim. Hayret! Ne teröristler ne de başkaları, hiç kimse beni görmedi. Kalanlar kaldı, biz yolumuza devam ettik. Kurtulduğuma mı sevinseydim, kalanlara mı üzülseydim bilemiyordum. Bu karmaşık duygular içinde hiç kimseyle konuşmadan yolculuğu tamamladım. Memlekete geldiğimde, televizyon haberlerinden öğrendim ki, çoğu öğretmen olan 12 kişiyi, önce dağa götürmüş, sonra da işkence ederek öldürmüşler.”
Başından geçen ilginç olayı böyle anlatmıştı dayısının oğlu. Gerçekten de buna inanması güçtü ama, onun hiç yalan söylediğini de duymamıştı. Acaba, aynı durumla karşılaşmış olsam, ben ne yapardım? diye düşünürken eşinin uyandığını fark etti. Bu arada, günün ilk ışıkları otobüsün içine vurmaya başlamış, sabaha ulaştıkları için, sanki yeniden doğmuş gibi olmuşlardı.
Yaklaşık bir saatten bu yana, gelen gidenin olmadığı odasının kapısı kuvvetlice çalındığında kendine geldi. Gelen terör büroda çalışan memur arkadaşıydı. “Ne zaman operasyona çıkacağız” diye soruyordu. “Birazdan ben size haber veririm” diyerek memuru gönderdi.
Tekrar masasına oturdu, saatine baktı, vaktin gece yarısını geçmiş olduğunu fark etti. Az sonra ekiple birlikte göreve çıkacaklar ve takip altındaki eve baskın yapacaklardı. Terör nedeniyle, gece geç saatlerde ışık yanan evlere şüphe üzerine baskın yapmanın, bu bölgede yıllardır sürdürülen bir uygulama olduğunu öğrenmişti. Önceleri mantıksız bulsa, Polis Akademisinde öğrendiği ‘demokratik polislik’ anlayışıyla örtüşmediğini düşünerek biraz eleştirse de, geçen zaman içerisinde alışmıştı artık bu tür uygulamalara. Zaten adı üzerinde ‘Olağanüstü Hal Bölgesi’ydi burası. Kendinden önce gelenlerin dediği gibi, terör sona erene kadar bu bölgede olağan davranmak mümkün değildi. O da, doğru ya da yanlışlığını düşünmeden, sadece görevini yapıyordu.
Şoförü çağırarak arkadaşlarının operasyon için hazırlanmalarını emretti. Biraz sonra herkesin hazır olduğu haberi geldi. Akşamdan bu yana gözlem altında bulundurulan eve doğru hareket ettiler. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Nasıl olabilirlerdi ki gecenin bu saatinde, terörün en şiddetli olduğu bir dönemde.
Memurlardan birisi, “Komiserim, şu aradaki, içinden zayıf bir ışık gelen ev var ya işte orası” dedi.
Başka bir memur, “Sanki perdenin arasından biri dışarıyı gözetliyor gibi geldi bana” dedi.
Gerçekten de öyleydi. Birisi, belli aralıklarla hafifçe perdeyi kaldırıyor ve dışarıyı kontrol ediyordu. İstihbarat bilgisinin doğruluğu kuvvet kazanmıştı. Gece, saat 02.00 sıralarında eve baskın yapma kararı aldılar. Özel harekat ve ilçe terör ekiplerinden oluşturulan bir timle evin etrafında her türlü güvenlik önlemleri alınarak, arama yapmak üzere eve girdiler. Tek odalı evde, biri 15-16, diğeri ise 19-20 yaşlar civarında oldukları anlaşılan iki genç erkek, anne, baba ve yere serilmiş bir yatakta, olanlardan habersizce uyuyan 5 çocuk bulunmaktaydı. Evin tamamı; bir oda, içinde üç-beş kap/kaçak bulunan küçük bir mutfak ve daracık bir tuvaletten ibaretti. Belli ki, oturma odası aynı zamanda tüm ailenin yatak odası ihtiyacını da görüyordu. Banyo ihtiyaçlarını ise tuvalette gideriyor olmalıydılar. Görevli memurlar hızlı bir şekilde evin her tarafını aradılar.
İçlerinden biri “Ev temiz komiserim” dedi.
Komiser, evin sahibi olduğu anlaşılan orta yaşlı kişiye dönerek, “Akşamdan beri arkadaşlar evinizi gözlüyorlar, sizdeki bu hareketlilik nedir amca?” diye sordu.
Ne amcadan ne de diğerlerinden hiçbir cevap gelmedi.
Komiser, bu kez gençlere döndü ve “Biriniz, ikide bir camdan dışarıyı kontrol ediyordunuz, sebebi nedir bunun?” diye sordu.
Bu soruya da beklenen cevap gelmedi.
Tekrar amcaya döndü, “Evinize şüpheli birçok insan girip çıktı bu gece, bunu biliyoruz. Anlatır mısın bize neler oluyor?” diye sordu.
Ev sahibi, yöre insanının tanıdık ifadesiyle, “Bir şey yok bey” dedi.
Komiser, düğümün ev sahibinde çözüleceğini anladı ve koluna girerek onu evin dışına çıkardı. Memurlar hemen komiserin güvenliğini sağladılar.
O günlerde, terör örgütü çok aktifti ve sözde özgürlük için, her evden bir gerilla almayı amaçlıyorlardı. Yetişkin çocuğu olmayan aileler ise, devlete düşmanlığı kabul etmeli, örgüte yardımda bulunmalıydılar. Örgüt, yöre halkını buna zorluyordu. Ev sahibi amca da bundan habersiz olamazdı. Çünkü, örgütün bu politikasını sokaktaki çocuk bile biliyordu. En çok da yoksul aileleri para vaadiyle kullanıyorlardı. Bu, örgütün en popüler taktiğiydi. Komiser de amcayı çözmek için, konuyu bu hassas noktaya getirmesi gerektiğinin bilincindeydi ve samimi bir ses tonuyla:
“Bak amca, biz sizler için buradayız, size birileri zarar vermesin diye evinize geldik, eğer istemezseniz size yardım edemeyiz. Söyle bana, örgütten oğlunu mu istiyorlar? Dağa çıkanların her gün cesetlerinin geldiğini görmüyor musun? Buna nasıl rıza gösterirsin? Amca şuna inan ki, bunlar sizi, sizin yoksulluğunuzu kullanıyorlar. Yarın belki de küçük çocuklarını da isteyecekler senden. Çocuklarına para uğruna yazık etme amca” dedi.
Komiser konuşurken, amcanın dudakları titriyordu ve birden yardım isteyen bir çocuk gibi ağlamaya başladı.
Amcanın bu hali, komisere çok dokundu. Ona göre gözyaşı; çaresizliğin yanında, samimiyetin ve içtenliğin de ifadesiydi. Durumu müsait olsa, oturur o da ağlardı. Ama şimdi yapamazdı.
“Amca! Bizi böyle görüp de halden anlamaz sanma. Ben, yoksulluğu çok iyi bilirim. Senin çaresizliğini anlıyorum. Korkma! Bana güven! Söz veriyorum, seni bu durumdan çıkaracağım” dedi.
Bunları söylerken, çocukken ailesinin yoksulluk çektiği yıllar geldi gözlerinin önüne. Bir sigara yaktı, amcaya uzattı, görevde olmazdı ama olsun dedi, bir de kendine yaktı. Sigaradan birkaç nefes çekince, amca kendine geldi.
Komiserin samimi davranışı onun dilinin bağının çözülmesine yetmişti. Başladı anlatmaya:
“Bizim geçimimizi sağlayan büyük oğlumuz, İzmir’de çalışıyordu. Özellikle bu belaya bulaşmasın diye uzaklara gönderdimdi onu. Hiç gelmesini istemedim ama ya asker olacak ya da bazılarının yaptığı gibi birkaç kuruş karşılığında onlara katılarak devletine düşman olacaktı. Yoksulluğumuz olmasa, hiç kabul eder miydik sanıyorsun bunu beyim! Benim oğlum aslında, terörist falan olmak istemiyor, niyeti para kazanmak, bizi kurtarmak! O, başka çaresi olmadığı için bunu yapmak zorunda olduğunu düşünüyor! Gelenler, akşam bunun için geldiler. Siz madem bizim için geldiğinizi söylüyorsunuz, bizim durumumuza bir çözüm bulun da oğlum sizler gibi bu vatanın bir askeri olsun” dedi.
Amcanın sözlerinden sonra, ortalık sessizliğe gömüldü. Kimse konuşmadı bir süre. Ne yapılabilirdi ki böyle bir durumda.
Komiser, düşünmek için zaman kazanmak istercesine, “Amca sen içeri geç, ben birazdan geleceğim” diyerek sessizliği bozdu. Amcanın içeri geçmesinin ardından, sanki donmuşçasına bir süre olduğu yerde kaldı. Bu arada beyninin derinliklerinden gelen “Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, halka müderris olsa hakikate asidir” diye bir söz mırıldandı dudakları. Bu söz de nereden gelmişti şimdi aklına. Evet evet bu sözü ilk olarak babasından duymuştu. Babası sık sık -her ne kadar kimin sözü olduğunu bilmese de- büyüklerinden duymuş olduğunu sandığı, Yunus Emre’ye ait bu sözü tekrarlar dururdu.
Babasını, tabii ki annesini de hatırlamak burnunun direklerini sızlattı. Emniyet Teşkilatında Komiser Yardımcısı rütbesiyle göreve başlamasının ilk günlerinde, babası annesiyle birlikte ziyaretine gelmiş ve bir ara onu yanlarına oturtarak: “Sen artık kanun adamı oldun, bundan sonra hiç kimseye haksızlık etme! Ayırım yapmadan herkese iyilikte bulun! Biz sana haram lokma yedirmedik, sen de çoluk çocuğuna haram yedirme…! Bunların tersini yaparsan sana hakkımızı helal etmeyiz oğul” demişlerdi. Babası ve annesi köy ortamında ancak ilkokulu bitirebilmişlerdi ama nasihatlarının tesiri, en kariyerli hocalardan bile fazla olmuştu üzerinde. Sonraki yıllarda ailesini ziyarete gittiğinde, “Babacığım, anneciğim, sizin tavsiyeleriniz hep ışık oluyor yoluma” demiş ve oğullarının iyi yolda olduğunu görmek, onları çok mutlu etmişti. Yine öyle olmuş ve onların tavsiyelerinden esinlenerek, bu sıkıntılı durumdan bir çıkış yolu gelmişti aklına.
Tüm ekibin toplanmasını emretti ve onlara şöyle seslendi: “Arkadaşlar, gördüğünüz gibi burada terörist falan yok, çatışma da çıkmadı, ama şimdi vereceğimiz kararla ya bize kurşun sıkacak düşmanlar kazanacağız ya da sonsuza kadar Polis Teşkilatı olarak bu insanların gönlünde taht kuracağız. Düşünün bir kere, onların yerinde siz de olabilirdiniz, sizin en yakınınız da. Var mısınız! benimle birlikte delikanlıyı asker edip ailesine bakmaya. Var mısınız! uçurumun kenarına kadar gelmiş şu insanları kurtarmaya…” diyerek kısa fakat heyecanlı bir konuşma yaptı. Manzara, daha fazla konuşmaya müsait değildi. Zaten takati de kalmamıştı. Bu arada herkes duygulanmış; sözleriyle, gözleriyle onu tasdik ediyorlardı. Kabaran duyguları bir damla yaşdan, manalı bir bakıştan anlamak mümkündü. Nerede görülmüştü ki, samimi, içten bir sözün insan kalbinde tesir bırakmadığı. Nerede görülmüştü ki, ağlayan iki gözün kalpleri yumuşatmadığı.
Herkes söz söyleyebilirdi ama güzel söylemek başka bir şeydi. Sözün güzeli savaşı keser, kötüsü ise başı kestirirdi. Ya tatlısına ne demeliydi! O, yüzyıllardır insanın düşmanı olarak efsanelere konu olmuş yılanı bile deliğinden çıkarırdı…
Bu arada herkes tekrar eve girmiş ve komiserlerinden gelecek ilk hareketi bekliyorlardı. Komiser, yine arkadaşlarına dönerek, “Kimsenin cebinde vermedik parası kalmasın” dedi. Önce hatırı sayılır parayı kendisi koydu ortaya. Ardından sırayla herkes boşalttı ceplerindekileri. Toplanan para bir polis maaşından fazla idi. Kimi, sabah olunca ödeyeceği eşya taksidini, kimisi de, ailesine göndermek için ayırdığı parayı vermişti. Komiser, toplanan parayı eşi ve oğullarının gözleri önünde ev sahibi amcaya teslim etti. “Amcacığım oğlunun İzmir’de kazandığının üç katı. Bu sizi birkaç ay idare eder. Biz iki sene daha buradayız. Size söz veriyoruz her ay en az oğlunun kazandığı kadar parayı, maaş öder gibi sana vereceğiz. Oğlun da sizden yana hiçbir endişe duymaksızın askerliğini yapacak. Onun için de yarın bankada hesap açacağız, her ay ihtiyacını giderecek kadar parayı kendisine göndereceğiz. Yarın oğlun bize gelecek ve onu elimizle askere teslim edeceğiz. Sabah kalktığınızda, siz de bize geleceksiniz, birlikte kaymakama çıkıp sosyal yardımlaşma fonundan size yardım almaya çalışacağız. Tamam mı amca” dedi.
Amca, sanki bütün uzuvlarıyla bu iyiliğe teşekkür eder gibiydi. Bu arada küçük oğul, annesi Türkçe bilmediğinden, ona bir şeyler anlatıyordu. Herhalde konuşulanları ona aktarıyor olmalıydı. Vedalaşıp ertesi gün görüşmek üzere tam ayrılacaklardı ki, birden sebebi anlaşılamayan ve herkesi şaşırtan bir feryat koptu. Dönüp baktılar: Bu, yüreği kor halinde yanan bir annenin feryadıydı. Herkes suskundu, sadece annenin sesi duyuluyordu. Sonra, bu gür ses hıçkırıklara karışarak kısıklaştı.
Komiser, konuşulan dili anlamasa da, aslında bir annenin ellerini havaya kaldırarak neler söyleyebileceğini çok iyi biliyordu. Ama arkadaşları da yaptıklarının nasıl bir iş olduğunu daha iyi anlasınlar istemişti. Gelecekte her birinin buna çok ihtiyaçları olacaktı. “Teyzemiz ne söylüyor amca, anlayamadık” dedi. Annenin feryadının baba tarafından tercümesi şöyleydi: “Gecenin bu vaktinde sizleri Allah gönderdi! Şükür ki dualarım kabul oldu! Oğlumu bize ve milletine bağışladı! Siz bizim acımızı dindirdiniz, Allah da sizlere acı yüzü göstermesin…”
* Bu öykü; Emniyet Genel Müdürlüğü Eğitim Dairesi Başkanlığı’nda görevli Emniyet Amiri Cengiz Demir’in bir sohbet esnasında anlattığı, 1996 yılında Diyarbakır ili Dicle ilçesinde Komiser rütbesiyle görev yaparken yaşamış olduğu bir olaydan esinlenerek yazılmıştır.
** Emniyet Genel Müdürlüğü, Eğitim Dairesi Başkanlığı.