Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

NE KADAR BÜYÜKSÜN, KÜÇÜKLÜK NE KADAR KÜÇÜKSÜN, BÜYÜKLÜK

 

 

 

Bahri DURABAY[*]

 

            Zaman gerçekten tersine mi döndü ne. Algılar değişti. Yorumlar değişti. Bakışlar değişti. Ölçüler değişti. Doğrular değişti.

            İnsanların hata yapabileceğini hepimiz kabulleniyoruz da, nedense kendimizin hatalı olabileceğini kabullenmiyor veya kabullenemiyoruz. İş nasihate geldi mi, karşımızdakini insanların hatalı olduğunu kabullenmenin erdemliliğine ikna etmeye çalışıyoruz. Ama nedense o erdemi bizzat yakalamak işimize gelmiyor. Halbuki mükemmel olmak, kendimizi mükemmel görmek veya kabul etmekle olmaz. Mükemmel olmak, daima bir eksiğini gidermek, daima bir hatanı telafi etmekle mümkün olur. Bunun için önce hatalı olabileceğini kabul etmeli, sonra da bu hata veya eksikleri tespit ederek gidermeye çalışmalıdır.

Tabi ki bunun en önemli yollarından biri, bize hatalarımızı gösterenleri can kulağı ile dinlemek, onlara gönül koymak yerine, bizzat teşekkür etmek ve hatta bize eksiğimizi gösterenleri daha üstün tutmaktır. Aksi halde hatalı olduğunu kabullenmek gibi bir büyüklük, zamanımızda çokça olduğu gibi küçüklük, kendini hatasız görmek gibi bir küçüklük de büyüklük olarak algılanmaya başlanır.

            Hatalı olduğunu kabullenen insanın bu hatası başka bir şahsa karşı ise, telafisi için yapacağı ilk hamle o şahıstan özür dilemek olmalıdır. Belki de biz bu özür dilemek konusunu eziklik olarak kabul ettiğimizden hatamızı kabullenmek istemiyor olabiliriz. Zira hatalı olanın özür dilemesi gereklidir.

            Ancak unutulan yada üzerinde durulmayan, yada büyüklük ve küçüklük dengelerinin yer değiştirmesinden olabilir, göz ardı edilen konu özür dilemenin erdem oluşudur. Gerçekten özür dilemek bir fazilet, bir büyüklüktür. Şunu da söylemeden edemeyeceğim ki bundan daha büyüklük de o özrü kabul edip affetmektir.

            Zamana tersten baktıran bir konu da yalan ve doğruluk konularındaki mana verilmez anlayıştır. Gelişen ve değişen dünya düzeninde, özellikle iş dünyasında yükselmenin temelinde önce kendini, kendi menfaatini düşünmek ve buna bağlı olarak her yolun meşruluğu gibi bir inanç oluşmaya başlamış. “Bazen zararsız yalanlar, beyaz yalanlar söylenebilir. Bu yalan sayılmaz. Bu oluşabilecek olumsuzluklara tedbir almaktır.” gibi düşüncelerle meşrulaştırılan yalanlar evlerimize kadar sızmış ve anneler çocuklarına, anne-baba birbirlerine karşı bazen kullanılır olmuş.

            Halbuki yalan bir zehirdir. Doğruluk ise süttür. Elimizdeki bin litre süte, bir litre zehir karışırsa  o artık bin bir litre zehirdir. Doğruluğun tavizi olamaz. Bugün meşru görülen bir yalan arkasından daha meşru başka yalanlar getirecektir. Ve sonuç insanların sözüne güvenilemeyen bir dünya……

            Siz karşınızdaki insanın her dediğinin doğru olduğuna inanmak istemez misiniz? Yoksa, acaba şura da veya bura da yalan konuşmuş olabilir mi diyerek dinlemek ve anlamaya çalışmak mı hoşunuza gider? Eğer cevap, herkesin her zaman doğru konuşması ise, siz de her zaman her şartta doğru konuşmalısınız. İçine düşülecek zor durumlar da ancak bizim doğrulumuzun faturası olacaktır ki bunu ödemekten kimse gocunmamalı. Hapse düşen oğluna “Oğlum suçsuz yere girdin buraya” diyerek ağlayan anneye, oğlunun cevabı çok manidardır; “Suçlu yere mi düşseydim.”

            Şunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim; Her zaman her yerde ve her şartta doğru konuşmak bir kişisel bütünlük ve erdemdir. Ancak unutmayın, kendinizi her doğruyu söylemeye vazifeli görmeyin. Siz sadece söylediklerinizin doğru olmasına çalışın, her doğruyu siz söylemeye çalışmayın.

            Eğer doğruluk şiarınız olmazsa ve yalan cazip olursa, “ne kadar büyüksün sen ey yalan ve ne kadar  küçüksün sen ey doğruluk” diye şaşmaktan kendimizi alamayız.

            Bir zamanlar toplum, halk, millet her şeyden önde idi. Vatan en kutsal yer, bir karışı bile dünyalara değişilmez idi. İnsanlarımız millet menfaati için kendi menfaatlerinden geçmiş, kendilerini unutmuşlardı. Şimdi değişti mi? Böyle bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Bunu herkesin kendi vicdanına bırakıp geçiyorum.

            Ancak yeri gelmişken şuna da değinmek istedim; Eğer “ben” öndeyse, “biz” geri kalmışsa, eğer benim menfaatim önemli, ama bizim menfaatimiz daha sonra geliyorsa yine bir büyüklük ve küçüklük karmaşası yaşıyoruz demektir. Düzen böyle ise o zaman yine büyüklük küçüklük olmuş, küçüklük ise büyüklük olmuştur.

            Toplumun temel taşı aile, onun temeli de fertler değil mi? Aileyi ayakta tutan ana ve baba… Onların birbirlerini anlaması, onların birbirlerine olan sevgi ve saygıları, o ailenin temelinin ne kadar sağlam olduğunu gösterecektir. Ama almış başını giden bir taş fırınlılık furyası veya bir light erkeklik furyası var. Saygı ne sevgi dumura uğramış gibi. Halbuki ne kadın üstündür, ne erkek…. İkisinin de ailede vazgeçilmez yerleri vardır. Ve ikisi de kendine düşen görevleri hakkıyla yaptıkları sürece büyüktür. Birbirlerini tamamlamak zorunda olduklarını, bir hayatı birlikte yaşamak zorunda olduklarını ve çocuklarını en mükemmel ikisinin birlikte yetiştirebileceklerini unutmamalıdırlar.

            Birbirlerini dinlemeyi paça kaptırmak diye düşünmeleri kadar mantıksızlık olamaz. Kadının, kocasının ev için aldığı karara saygılı olması kadar doğal ve erkeğin, kadının ev işine yardım etmesi kadar mantıklı bir şey olabilir mi?

            Konuşarak ve danışarak, fikir alarak yapılan işler ailede birliktelik sağlar. Erkek, her aldığı karara hanımı saygı duyuyor ve kabulleniyor olsa da, onun fikrini almayı düşünmeli, kadın, kendine sorulmamış olsa da kocasının bilerek kendilerinin aleyhine karar almayacağı inancını taşımalıdır. Kocanın hanımına yardımı bir lightlık olarak algılanmamalı, hayatın müşterekliği ve kocanın  hanımına sevgisi ve saygısı olarak düşünülmelidir.

            Kısacası ne lightlık ne taş fırınlık. Karşılıklı sevgi ve saygın. Ailenin her şeyden önemli oluşu… Aksi halde, herkesin kendi kafasına göre yaşadığı, kendini hür gördüğü, birbirlerine karışılmadığı aile düzeni, büyüklük; hayatın paylaşıldığı, anlayışın esas olduğu, saygı ve sevginin temel olduğu aile düzeni, küçüklük olarak yer alır. İşte yine büyüklük küçüklük, küçüklük ise büyüklük….

            İnsanın kendi ayakları üzerine durması güzeldir. Ve gereklidir de. Fakat gelişen şartlarda bazen destek ve yardıma ihtiyaç duyulabilir. Bu da çok normaldir. Kendi aklımız her zaman her yerde yeterli olamayabilir. Bazen “ortak akıl” oluşturulması, bunun için de fikirlerin paylaşılması gerekir. Fikir almak, fikir sormak, tavsiye almak göz ardı edilebilecek bir konu değildir. “Akıl akıldan üstün” felsefesiyle bizim düşünmediğimizi düşünen, görmediğimizi gören olabilir. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” mantığı ile oluşturulan ortak akıl ses getirici olacaktır. Yapılan toplantılar genelde bu mantıkla yapılır. Tabi ki  maksat ne kadar hasıl oluyor tartışılır. Önemli olan, toplantılarda herkesin fikrinin alınması, dayatmacı olmadan, en makul olanın uygulanmasıdır. Önemli olan fikrin kimin olduğundan önce, fikrin ne olduğu ve amaca ne kadar uygun olduğudur. Eğer uygunsa söyleyen önemli değil.

            Benim aklım küçüklük, bizim aklımız büyüklüktür. Zira benim aklımdan sadece ben sorumluyum, bizim aklımızdan hepimiz. Sorumluluğu paylaşmak güçtür. Bu da büyüklüktür.

            Belki bir çok daha büyüklük var, hep yerini küçüğe, küçüklüğe bırakmış. Ve yine belki bir çok küçüklük var, yerini büyüklüğe bırakmış. Yani küçük büyük, büyük de küçük olmuş. Artık buna bir dur demeli ve “Ey büyüklük sen gerçekten büyükmüşsün. Ey küçüklük sen de gerçekten küçükmüşsün” diye haykırmalı. Hadi var mısınız….

 



[*] Başkomiser, Rize Bilgi İşlem Şube Müdür V.