MİLLİ GÜÇ VE MİLLETLEŞME GERÇEĞİ
Metin Murat ARSLAN
Emniyet Amiri
Sosyolog
Bartın Emniyet Müdürlüğü
Milli Güç ve Millet Kavramları
Devlet;belirli bir ülkede bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı olarak yaşayan bir milletin yada milletler topluluğunun meydana getirdiği siyasi topluluktur. (Polis Okulu,C.l.,1999-239)
Devleti oluşturan unsurlar ülke,millet,hükümet ve egemenliktir. Dolayısıyla bir devletin oluşması için,kader birliği yapmış insan topluluğuna;bu topluluğun yaşayacağı toprak parçasına (ülkeye);sosyal düzenlerini sağlayacak siyasi bir kurum olan hükümete;kendine özgü kuralları koyabilmesi ve yaşayabilmesi için egemenliğe ihtiyaç vardır.
Devleti oluşturan unsurların en temel olanı millettir. Millet kavramına baktığımızda;Atatürk ‘Birlikte yaşama arzusunda olan ve aynı kültürel mirası taşıyan ve bu mirası gelecek nesillere aktarmak isteyen topluluğa millet denir’ demektedir. Ziya Gökalp ise “Dil,din,vatan birse;o insanlar aynı millettendir veya herhangi ikisi bir ise yine aynı milletten sayılırlar” “Millet:Terbiyede,kültürde Yani ortak duygularda iştiraktir. Dili dilime,dini dinime uyan bir Millet’dir” demektedir. Anayasamızın 66.maddesinde ‘Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’ denilmekte ve yine Atatürk ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ demekte ‘Ne mutlu Türk olana’ dememektedir. Bütün bu açıklamalara baktığımızda milletin tarifinin temelinin tasada ve kıvançta bir olan ve bir olmayı isteyen;aynı kültüre sahip insan topluluğunun olduğunu;ne ırkının ,ne dininin,ne de yaşadığı ülkenin herhangi birinin farklılığının millet olmaya engel teşkil etmediğini açıkça görmekteyiz.
Millet;sosyolojik anlamda bir toplum gelişimi,ilerleme safhasıdır. İnsanlık tarihi bize,toplumların bir millet halinde doğduğu görüşünü ortaya koymamıştır. Millet;bir gelişme sürecinin ürünüdür. Millet;aynı duygu ve düşünce etrafında birleşen,tasada ve kıvançta ortak şuuru taşıyan insanların eseridir. İlk toplum yapılarında bu yapıyı görmek mümkün değildir. Her şeyden önce millet,artık bir kabile,bir klan,bir aşiret değildir. Çeşitli ırk,kültür ve inançları taşıyan insan topluluklarının bir oluşumu,bir evrim,bir gelişme sonucunun bir ürünüdür. Bu nedenle milletin sembolü milli duygu veya milliyet bağı anlamında milliyetçilik olabiliyor. Modern anlamda milliyetçilik;ne bir ırkçılık,ne de bir kavimciliktir. Sadece ve sadece duygu,düşünce sadakatte ayni şuuru paylaşan insanların birlikteliğidir.(Türkdoğan 1999b-54,55)
Sosyolojiye göre;insanların ilk topluluğu hord yani sürü halinde yaşayan insanlar grubudur,sonra klan,muvati(moiety),fratri ve nihayet toprağa yerleşme yani aşiret,kabile,feodalite,imparatorluk ve nihayet millet merhalesi bunları izler. O halde,toplumların bir evrimi vardır. Bugünkü millet toplulukları artık bir kabile ve aşiret,klan değildir. Millet olgusu ile biz,belirli bir toprak üzerinde yaşayan,devlet otoritesiyle temsil edilen hukuki bir teşkilat ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu millet topluluğu içinde,bir çok etnik ve azınlık gruplar sayılabilir. Bunlar,yasalarla belirlenmiş eşit haklara sahiptirler,hiçbir kimsenin diğerlerine göre bir imtiyazı yoktur. İşte milliyetçilik,yasalar karşısında eşit olan insanların tasada ve kıvançta ortak duyguları paylaşmasıdır. Gökalp buna aidiyet duygusu diyordu. Yani millet seviyesine yükselmiş bir toplulukla ilişkili olma zihniyeti. Burada ne kan ,ne de ırk söz konusudur,sadece duygu ve birlikte bütünleşmesi esastır. (age.80,81)
Millet;en geniş bir toplum tipidir. Çünkü küçük toplumların (kabile,aşiret gibi) temel unsuru cemaat duygusudur. Aynı şekilde,millet daha büyük toplumlarda cemaat duygusu yerine milliyet duygusu geçmektedir. Milliyet;toplum duygusunun millet kimliğinin bir tezahürüdür. P.Sorokin,milleti;toplum duygusu (milliyet duygusu) ve aynı duyguyu ortaklaşa taşımanın dışında arazi,devlet ve dil olmak üzere dayandırıyordu. Bu anlamda millet,tam sosyolojik tanımıyla:Belirli bir arazi parçası üzerinde devlet ve dil unsurlarının kaynaşmasıdır. Sorokin’e göre;bu unsurlardan her biri,grup fertlerinin fiziki,zihni,ahlaki ve davranış karakterleri üzerinde gerçek etkide bulunarak milli tipi yaratır. Sorokin,bu unsurlar arasında milliyet kavramını temellendirmesi bakımından dile büyük önem verir. Ona göre bir toplumda milliyet şuurunun uyanması,o toplumun dilinin ve edebiyatının yeniden canlandırılmasıyla başlar. (age.114,115)
Kemal Karpat ‘a göre “Millet;kulluk yerine demokratik ve katılımcı bir yapılaşmaya dayalı,milli bir topluluktur. Yani millet,içinde tezatsız bir işbirliğin,bir iktisadi mukadderat birliğini kurabilen ve varlığını böyle bir noktaya istinat ettiren,belirli bir arazi üzerinde devlet ve duygu ideali etrafında kümelenmiş insanların oluşturduğu tarihi ve sosyolojik kuruluştur.”
Milletleşme(nation-building);Atatürk’e göre,tasada ve kıvançta ortak duygularda birleşmektir. Aynı zamanda Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı da budur. Ortak bir payda da bütünleşmek. (Türkdoğan,1999b-25)
Aralarında dil,din ve ülkü beraberliği olan topluluklara millet adı verilir. Ülkü ve din iştirakinin birlikte meydana getirdiği tesir aynı zamanda tarih,ahlak,töre,anane ve sanat anlayışı beraberliğini de ifade eder. Çünkü,ülkü beraberliği aynı ideallere bağlılık anlamına gelir. Aynı ideallere bağlı olan ve bu ideal gayeleri müşterek ana hedef haline getiren bir grubun azaları,ortak hedeflere göre çizilmiş ahlak,töre ve ananeleri geliştirdikleri gibi sanatlarına dahi, buna göre şekillenen bir ifade gücü kazandırırlar. O halde,kan beraberliğine rağmen,müşterek gayeleri ve devamlı olarak ortak idealleri olmayan ve birbirleriyle mücadele edebilen grupları aynı milletin mensupları saymamıza imkan yoktur. (Kurtkan,1999-5,6)
Gökalp,”Bir milletin kültürel şuuru,milli kültürü kazanmadıkça medenileşmenin mümkün olamayacağını’ belirtmek suretiyle millet olma sürecinin önemine dikkatlerimizi çekiyordu. Tanzimat’ın başarısızlıkla sonuçlanmasını Gökalp henüz milli kültürü kazanmadığımız olgusuna dayandırır. Gökalp ten sonra bu sosyal gerçek üzerinde duran ikinci düşünürümüz Mümtaz Turhan’dır. O’da ilerlemenin ve garplılaşmanın temel ilkesini millet olma gerçeğine dayandırmaktadır. (Türkdoğan,1996a-102)
Türkiye Cumhuriyeti’nde,Türk milleti kavramı,tarihi misyonu yanında standart toplum ve değerlerini de temsil etmektedir. Sosyolojik anlamda milletleşme veya millet oluşturma sürecide budur. Hepimiz,bir millet çatısı altında toplanamayacaksak,standart kültürü kim temsil edecek ? Karşıt görüşler,hem sosyolojik bir anlam taşımıyor,hem de bölücü ve yıkıcı niteliktedir.( Türkdoğan 1999b -171)
Türk Toplumu,temelde tek kültür devleti diyebileceğimiz bir yapıyı temsil etmektedir. Ülke çapında kitle iletişim araçlarının etkin bir biçimde kullanılması,bölgeler arası sosyal hareketliliğin yoğunluk kazanması,kentleşme ve endüstrileşmenin coğrafi alanlara yayılması,standart kültür eğitim kalıplarının okul öncesi ve okul çağlarındaki gençler üzerindeki uygulanması ;etnik özelliklerden dil,kültür,gelenekler ve iktisadi statüdeki yansımaları engelleyebilir.( Türkdoğan 1999b-179) Yani standart kültürün yeni yetişen neslimize benimsetilebilmesi halinde sosyal bütünleşme olacak yoksa millet tahribine yol açacaktır.
Türkiye,milletleşme süreci içindedir. Altı yüzyılı aşan bir imparatorluk dönemine rağmen milletleşme olgusunu belirli tarihi gelişim içinde gerçekleştirememiştir. Bunda kuşkusuz ümmet politikasının etkisi büyük olmuştur;fakat arap dünyasında rastladığımız gibi bir kavim şuuruna gidilmemiştir. (age 180-181)
Ernest Gellner için milliyetçilik hem modern topluma muhtaç kültürel homojenliği sağlamış oluyor,hem de kimliğini kültür olgusuyla bütünleştiriyor. Ancak,milletleşme süreci sosyolojik anlamda ülkemizde gerçekleşmediği için bu milliyetçilik bağı,etnik bilinçlenmeyi sağlamış ve 1980 ler sonrası ortamın doğmasını hazırlamıştır. (Türkdoğan 1999b-189)
Dikkat edilecek husus,millet bütünlüğünü unsurlardan birine bağlamamaktır. Onu yalnız bir unsur mahsulü saymak veya siyasi birlik olarak düşünmek gibi. İnsan nasıl bir anda meydana gelmiyorsa,millet de uzun bir geçmişin sonucudur. Bizi biz yapan ecdattır. Mazi en büyük sosyal sermayedir. Geçmişteki müşterek elem ve sevinçler iştiraki yoğurmuş ve perçinlemiştir. (Sezen,1990- 90 91 92 )
Milli Güç;bir ülkenin maddi ve manevi her türlü imkan kabiliyetlerinin oluşturduğu,ülkenin içeride ve dışarıda güçlü olmasını sağlayan potansiyel gücüdür.Yine Mili Güç;bir devletin varlığını devam ettirmesinde,mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşanabilmesinde,devletin hedeflerine ulaşmasında başlıca faktördür. Bu güç;hazır halde bulunabileceği gibi,potansiyel imkanları da kapsamaktadır. Kültürel,ekonomik,siyasal,askeri,nüfus,coğrafi,bilimsel ve teknolojik unsurlar milli gücü oluşturmaktadır. Devletin ve milletin muhtemel tehlikelerden korunması ve düşmanlarının caydırılması milli güçle doğrudan ilişkilidir. Devlet;bu gücün geliştirilmesi için gereken kuvvet ve vasıtaların temini,belli kural ve yöntemlere göre kullanılması ve ortak çalışabilmeleri için gereken planlamayı yapan ve uygulayan kurumdur. (Polis Okulları,C.l.,1999-223)
Milli gücün zaafı;içteki hükümet uygulamaları ve yanlış milli politikalar olabileceği gibi,dış güçlerin hedef ülke de kaos oluşturmaları ve bunda başarılı olmaları sonucunda ortaya çıkabilir. Her iki durumda da devleti temsil eden iktidarın milletine yönelik önlemler alması zorunludur. Milli Güç’ün zaafı; devletin içten çökmesine ve sonuç olarak ortadan kalkmasına yol açabilir.(age,227) Milli Güç’ün sürekli geliştirilip güçlendirilmesi gerekir.Bunun içinde,tarihsel sürecin iyi tahlil edilerek olumlu veya olumsuz sonuçlar elde etme yönüyle örnek alınması ve geleceğe dönük yeni stratejiler ve hedeflerin belirlenmesini gerektirmektedir.
Terörü doğuran sebeplere baktığımızda;milli şuurda ki zayıflama,ekonomik sebepler,eğitim eksikliği,psikolojik sebepler,uluslar arası dengelerde ki değişiklik ve gelişmeler,istismar edilmeye müsait sorunların varlığı,çıkar çatışmaları,güvenlik önlemlerinde ki zafiyet,yasal boşluklar,otorite boşluğu olduğunu görmekteyiz.(age,241)
Bu açıklamalar çerçevesinde ülkemize baktığımızda hala milletleşemediğimiz ortaya çıkmaktadır. Makalemizin temel iddiası da bu husus olmakta ve bu iddiamızın nedenlerini,niçinlerini ve çözüm yollarını kısa şekilde açıklamaya gayret edeceğiz. Milletleşme olgusunu iyice anlayabilmek için sosyolojik anlamda cemaat ve cemiyet kavramlarını irdelememiz gerekmektedir.
Cemaat Ve Cemiyet
Cemaat(Communaute`);küçük veya büyük herhangi bir grubun üyelerinin,ayrı ayrı menfaatleri değil de,ortak hayatın temel şartlarını paylaşacak biçimde,şahsiyetlerinin bütünüyle katılarak bir arada yaşadıkları grup olarak tanımlanabilir. Bu tanım incelendiğinde,cemaatin iki temel özelliği göze çarpar. Ortak bir hayatın bütün şartlarını bir arada yaşama zorunluluğu (mekan şartı) ve ortak hayat tarzından haberdarlık (cemaat duygusu H.Freyerin ifadesiyle biz şuuru).(Sezen,1990,17-20)
Ne var ki büyük şehirlerde yaşadığı halde bütün ilgileri küçük bir gruba ait olan kimseler de klasik anlamda cemaat üyelerinin özelliklerine benzer ilişkiler içinde olabilmektedir.Cemiyet içinde cemaat oluşması şeklinde tanımlanabilen bu olguya cemaatleşme adı verilmektedir. Bir başka ifade ile cemaatleşme herhangi bir sebepten dolayı gitgide daha sıkı bir temas ve birlikte bulunmaktan doğan veya birlikteliği doğuran kader ve ülkü birliğinin meydana getirdiği olay olarak tanımlanabilir. Cemaatleşmenin cemaatten farkı,üyelerinin iradelerine yer vermesi,onların rızası ile cemaatleşmenin ortaya çıkmış olması,dilediği zaman cemaatten ayrılma imkanına sahip olmasıdır. Ancak cemaat üyesi için böyle bir irade söz konusu değildir. İçinde doğduğu ve büyüdüğü topluluk onun için zorunluluktur. (Aslantürk ve Amman,1999-215)
Cemaat,tarih bakımından cemiyetten önce meydana gelmiştir. İlkel gruplar,aşiretler cemaatin somut örnekleridir. Cemaat duygusunun geliştirdiği şuura sosyologlar biz şuuruderler. Cemaat üyeleri,kader birliği,ortaklaşa kültür ve birbirine girmiş olmaktan ileri gelen bir bütünlük gösterir. Kendiliğinden meydana gelen kan birliğine,müşterek duygu ve yaşayış esasına dayanan gruplardır. Dar çerçeveli ve gelenekçidirler. Sosyal hayata örf ve adetler hakimdir. Fertleşme tamamiyle teşekkül etmemiştir. (Sezen,1990-19,20)
Karmaşık toplum,birliksel toplum,modern toplum ,sanayi toplumu ya da açık toplum gibi ifadelerle de söz edilen cemiyet ise bu özelliklerin tersini göstermektedir. Aile küçülmüş,aile bağları kısmen zayıflamış ve bir engel olmaktan çıkmış,işbölümü ve uzmanlaşma gelişmiş,faaliyet alanları genişlemiş,fonksiyonlar detaylı hale gelmiş;dayanışma otomatik olmaktan çıkarak bilinçli bir tercihe dönüşmüş;statüler çoğalmış ve sosyal mesafe genişlemiş;iktisadi hayat, ticaret,sanayi ve hizmet sektöründe yoğunlaşmış;dikey ve yatay hareketlilik kanalları olabildiğince açılmış;geleneksel değerler esneklik kazanmış;kamu düzenini sağlamak için resmi(yazılı) kurallar geliştirilmiştir. Aslantürk ve Amman,1999-217)
Cemiyet hayatının çok çeşitli imkanlar sunması ,böylece fertlerin çıkarlarına uygun değişik tercihlerde bulunabilmeleri,davranışların özgürleşmesini sağlarken;bu davranışların resmi kurallara (hukuki düzene) uygun olma zorunluluğu ise sınırlandırılma anlamına gelmektedir.
Cemiyetin ferde çok çeşitli alternatifler sunması,kişisel planda temel karakteristiklerinden biri olan ferdiyetin ortaya çıkmasını sağlar. Cemaatten farklı olarak cemiyet insanının özelliği olan ferdiyet ,sosyalleşme sürecinde kişinin çok çeşitli karmaşık etkenlerle karşı karşıya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Ailevi özelliklerin farklılığı,okul ve arkadaşlık ilişkileri,değişik mesleki ve serbest zaman faaliyetlerine yönelme;farklı kitap , gazete ve dergileri okuma yada değişik televizyon kanallarını izleme gibi çağdaş hayatın sunduğu alternatifler ile ferdiyet gelişir. Bu yüzden H.Freyer “cemaat ferdi her yönüyle kuşatırken;cemiyet,bir yönüyle yakalamaktadır.” demektedir.(age-218)
Cemiyet,cemaatin büyümüş şeklidir. Tipik bir kültür etrafında toplanan,fertleri arasında karşılıklı bağlılık ve teşkilatlanmış ilişkiler bulunan sosyal gruplardır. Kurumları müşterek olan insan topluluğudur. Cemiyet de,temel manevi birlik ve bütünlüktür. Aralarında kültür dediğimiz din,ahlak,hukuk vs. bağlar bulunmayan insan yığınları cemiyet olamazlar. Ancak burada cemaatten farklı ve fazla şeyler bulunur. Tabiiliğe,akli ve hukuki münasebetler de eklenmiştir. Cemiyet,cemaatten farklı şekilde menfaate dayalı,iktisadi,hukuki,kültürel vb. geniş bir ağ içinde olmakla beraber biz şuurundan da mahrum değildir.(Sezen,1990-21)
Kısacası ;Cemaat ferdi kuşatmakta özgür,bireysel hareket imkanını kısıtlamakta;aşiret tipinde düşündüğümüzde şu partiye oy ver denilince vermekte,şu hareketi yap deyince yapmakta önceden konulmuş kurallar sorgulanmadan ve fert iradesi önemsenmeden hareket edilerek yaşanmaktadır. Cemiyette ise;ferdi irade ön planda,robotiklikten kurtulmuş ama yazılı kurallarla sınırlı,her türlü derneğe,vakfa serbestçe üye olabilmekte,istediği partiyi ve takımı tutabilmekte,istediği basını takip edebilmektedir. Şayet;cemiyet içinde cemaatleşme olgusu yakalanabilirse bu biz duygusunu (altruist.diğergam) oluşturabilmekte,sağlam milletleşme olgusu yakalanabilmektedir. Şayet cemiyet içinde cemaatleşme olgusu yakalanamazsa,kişiler atomize olabilmekte,kitlesel yığınlaşmaya doğru gitmekte ve toplumda da anomi halinin başlaması sözkonusu olabilmektedir. Bu nedenle cemiyetleşme yakalanmalı ,cemaatleşme oluşturulmalı ve milletleşme ile ayakta kalınabilinmelidir.
O halde biz cemiyetleşebildik mi?,cemaatleşmeyi yakalayabildik mi?,milletleşme olgusu hangi boyuttadır? işte şimdi bu sorulara cevap vermemiz gerekmektedir.
Milli Kültür ve Tarihsel Süreç
Manevi Değerlerimizde;ilme,ferdi iradeye saygının,insanlığa ve adalete yönelişin,yardımseverliğin,laikliğin demokrasi ve insan haklarının,gerçek manasıyla cihangirliğin,fatihliğin,vatanseverliğin,milliyetçiliğin,çalışkanlığa yönelişin oldukları görülecektir. Tarihsel süreç içerisinde manevi değerlerimizin doğru şekilde yorumlandığı devrede ilmi seviyemizin de yükseldiği görülmektedir. Gerileme dönemine kadar;gerçekleri aramanın kutsal olduğu,ilim için ilim yapma prensibinin,yaratıcıyı bilmenin tabiatı,cemiyeti ve kendini bilme suretiyle mümkün olacağı prensibinin(somut örneği Yunus’tur) manevi değerlerimizin yanlış anlaşılmaya başlandığı devrede ise;ilimde gerilememizi gerektiren sebeplerin oluştuğu görülmektedir.
Milletin oluşumunda ve devamlılığında önem arz eden bahsettiğimiz bu manevi değerler,cemaat-cemiyet kavramlarının varlığı ve milletleşme olgusu Osmanlı’da nasıldı?
Türk toplumu;Orta Asya Türk toplum yapısı dahil olmak üzere günümüze gelinceye kadar ki Türk Tarihi içerisinde oluşan bir süreçtir. Bu nedenle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin sosyal yapı özelliklerini tesbit ederken eski yapı ile zaman zaman karşılaştırma zarureti vardır.(Aslantürk ve Amman,1999-242) Ancak biz bu araştırmamızda daha ziyade Osmanlı Türk toplum yapısı ile Cumhuriyet dönemi Türk toplum yapısı arasında karşılaştırmalar yaparak açıklamaya çalışacağız.Bu nedenle tarihsel süreç içerisinde milli değerlerle günümüz sosyal yaşantısında ki değerler/değer yozlaşması durumunu irdelemek gerekmektedir.
Hemen hemen bütün Türk destanlarında sarsılmaz karı-koca saygı,sevgi ve sadakati vardır.Oğuz destanında,ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilmektedir.(Sevinç,1987-21,25)Kadın,Türk toplumlarında tabu olmadığı için erkeğin her türlü faaliyetine iştirak eder;avda,savaşta,ziyafetlerde,dini,siyasi,bedii,lisani,itikadi sahalarda erkeklerle aynı ortamı paylaşırdı.İbni Fazlan;homoseksüelliğin Türkler arasında çok büyük bir suç olduğunu yazmaktadır. Türk devletleri haydutları ve hırsızları genellikle ölüm cezasına çarptırmışlardır.(age, 93)
Çamaşırı Avrupa,Türklerden öğrenmiştir. Romalılar,harmaniye veya gömleklerini tenlerine giyiyorlardı. Mendili de Türk’lerden öğrenmişlerdir. XVII.asırda bile mendil Avrupa ‘da çok az yaygınken,Türkler mendili ilkçağdan beri kullanıyorlardı. Yine çok eski asırlardan beri ütü yapmayı,kumaşlarını,giyeceklerini ütülemesini biliyorlardı. Divanü Lugati’t-Türk’ te hem ütü hem ulatu(mendil) kelimeleri vardır.(Öztuna,C.10-457)
Rokoko devri Leh mimarisi Türk unsurlarıyla doludur . Hammer Şöyle der (c.17,s.42) “Türk ordusunun musikisi,bütün Avrupa milletleri tarafından iktibas edilmiştir. Türk davulları ve madeni boruları,Osmanlılar’dan Avrupa askeri musikisine geçmiştir.”
Osmanlı toplum yapısına baktığımızda,bu konu ile ilgili Yılmaz Öztuna özellikle yabancı kaynaklara dayanarak ayrıntılı şekilde açıklamaktadır.
Büyük ve uzun ömürlü bir imparatorlukta fuhşun olmadığını söylemek,mümkün değildir. Fakat Osmanlı Türk toplumunda fuhşun yok denecek kadar az olduğu görülmektedir. Bunun milli sebebi,Türkler’in İslam’dan önce de fuhşu çok büyük suç saymaları ve aileye büyük değer vermeleridir. İstanbul’da fuhuş Tanzimat’tan önce,gayrimüslim kadınlar da gizli idi. Tanzimat’tan sonra gayri müslim kadınlar resmen fahişelik yapabilmişlerdir. Gayrimüslim kadınların çalıştığı ilk tescilli evler 1850’lerde Galata’da açılmıştır. 1490’da Roma,Papa’nın başkenti olan kutsal şehirdi. Şehrin nüfusu 100.000 idi. Şehirde 6.000 resmi fahişe vardı. Kibarların evlerinde ki metres hayatı yaşayan odalıklar,bu rakamın dışında kalıyordu. Yarım asır sonra Roma terfi etmiş,devlete fuhuştan kazanç vergisi veren yalnız fahişelerin sayısı 13.000’e yükselmiştir. Fuhşun,çok geniş ölçüde fakirlik ve sosyal dayanışma eksikliği ile ilgisi vardır. Toplumun ahlakına zararlı ve hatta kemiricidir. Aile kurumunu tahrip edebilmektedir.(ÖztunaC..11-272)
Klasik Osmanlı Türk toplumunda,kumar da yok gibidir. Türkler çok güzel satranç,dama,üç taş oynarlar. Fakat hiçbir zaman para karşılığında oynamazlar. Çok soğukkanlı oynarlar. Kazansalar da, kaybetseler de en küçük bir his belirtisi göstermezler.(age- 273)
Avrupa’nın ancak XIX. Asırda yıkanmaya başladığı bilinmektedir. Kral saraylarında hamam,banyo gibi şeyler yoktur. XVIII.asır sonlarında Versailles’i basan ihtilalciler (1789) Kraliçe Marie Antoinette’in banyosunu görünce,kraliçeye bu lüzumsuz ve kimsenin kullanmadığı lüksten dolayı lanet etmiş ve çok şaşırmışlar,banyoya girerek eğlenmişlerdir. (age. –274)
Kanuni devrinde İstanbul’da birkaç yıl kalan İspanyol seyyaha dayanarak Y.Öztuna şunları söylemektedir. “Türkler,biz Hıristiyanların pis olduğumuzu iddia ederler. İspanya’da ömrü boyunca iki defa yıkanmış erkek ve kadın yoktur;zira ilk yıkanış vaftiz suyu iledir,tekrar yıkanmak kutsal sudan mahrum kalmak demektir. Yıkanmak zararlıdır. “ Yine Grelot’adayanarak şöyle söylemektedir.”Türk hamamlarına Hıristiyanlarla Yahudilerde devam edebilir. Çünkü hamamlar herkesin menfaati ve temizliği için vakfedilmişlerdir. Bu hamamlardan dolayı Türkler’in bizim kadar hastalanmadıklarını sanıyorum. Ama yıkanmakta mübalağaya kaçarlar,bu kadar sık yıkanmadıkları takdirde daha az hasta olacakları muhakkaktır ! Mesela en çok ayda bir defa yıkansalar dünyada daha ala şey olmaz!. Fakat hemen her gün yıkandıkları için beyinleri sulanmaktadır.”(age-275, 276)
Üsküdar’da bir kedi hastanesi vardır. Şam’da hasta kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane yapmışlardır. Du Loir (279) “Bir çok kibar Türk’ün büyük meydanlarda kediler için kasaplardan ciğer,hatta kebapçılardan kebap alıp kendi elleriyle dağıttıklarını gördüm” demektedir.
Türkler,hiç bir zaman kendilerinin selamlanmasını beklemezler,ayıp sayarlar. Kim önce görürse,o selam verir. Birkaç kişi birden konuşmaz bir kişi konuşur,diğerleri dinler,biri sözü bitirmeden öteki söze karışmaz. Dedikodu,iftira çok ayıptır. (age-256) Namusluluk,Türk milletine şeref veren haslettir. En yoksul bir Türk,hırsızlığa asla tenezzül etmez.(age-271) Misafirlerine evin en iyi odasını ayırır,en iyi yemekleri yedirir,giderken misafire hatıra olarak hediyeler,ihtiyacı varsa para verirler,evlerini şereflendirdikleri için bir de teşekkür ederler. (age-267)
İstanbul’da (1684) 100 adar muazzam binalı hastahane ve 417 kervansaray,han ve imaret vardır. Hepsi hayır eseridir. Hepsi bedavadır. Susayana su vermek sevap sayıldığı için çeşme ve sebillerde boldur. İstanbul’da 5.935 çeşme ve sebil vardır. Dilencilik adeta yoktur. Borcundan dolayı hapse atılmış bir adam olduğunu işiten herhangi bir zengin,hemen o adamın borcunu ödeyip hapisten çıkarır. Yangın felaketine uğrayanın evi civarın zenginleri tarafından yeniden yapılır,eskisi gibi döşenir ve felaket sahibine hediye edilir. (age-261)
Villamont,(1596,227b) “İndiğim kervansaraya,Türkler gibi Hıristiyanlarda kabul ediliyor,üç gün müddetle bedava yedirilip içiriliyordu. Çünkü Türk hayratı din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şamildir259 Her yolcuya günde 50 dirhem bal (1 dirhem=3 gr, 50*3=150 gr) misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. İmaretlerde fakirlere her öğün bir ekmek,bir tabak dolusu koyun eti ve bir tabak dolusu sebze verilmektedir. Bu şekilde imaretlerden İstanbul’da 30.000 den fazla fakir yemek yemektedir.” (age-328, 329)
Devlet,vatandaşın canını malını korumak,asayişi sağlamak sınırları muhafaza etmek,devlet düzenini ne pahasına olursa olsun her şeyden üstün tutmak,bu düzeni ilgilendiren her türlü yüksek menfaati sağlamakla mükelleftir. Neyle mükellef değildir ? Bayındırlık eseri yaptırmakla,vatandaşı okutmakla,onun ibadetine yarayan yapılar inşa etmekle ve bu gibi şeylerle mükellef değildir. Yalnız askerin üzerinden geçtiği ana yollar,köprüler,barındığı kaleler ve kışlalar,silahlandığı fabrikalar ve emsali şeyler vardır. Onları yapmak,en iyi şekilde muhafaza etmek görevidir. Peki bu kadar cami,mektep,çeşme,imaret,hastahane ve benzerlerini kim yaptırdı? Hemen hemen hiç birin devlet yapmadı,şahıslar yaptırdı ve asırlarca ayakta durmalarını yine şahıslar sağladı.(Öztuna. C.10- 316)Selçuklu ve Osmanlıdan Türkiye sınırları içinde kalan 333 kervansaray vardır. 3 saatlik mesafeye bir kervansaray konulmuştur.
Sosyal düzen fazla sefahate ve para harcamaya müsait değildi. Fazla para hayır eserine yatırılmaktadır. İdeal bir devlet adamının gelirinin üçte birini tasarruf etmesini,üçte birini harcamasını,üçte birini de hayır işlerine yatırmasını,böyle icap ettiğini,Kanuni’nin vezir-i azamı ve eniştesi Damad Lütfi Paşa,Asaf-Name adlı klasik eserinde açıkça yazmaktadır.(age- 317)
Fatih,1470’de 16 medresesi,hastahanesi,hamamları,misafirhanesi,kütüphanesi ve aşevi gibi ayrıntıları da içeren bir külliye (Üniversite) inşa ettirmiş ve fen ilimlerine tam bir serbestlik vermiştir. İlme duyulan bu saygı,dolayısıyla batı da hiçbir benzerinin olmadığı devrede Türkler cüzzamlılar için tecrithaneler yaptırmışlar,çeşitli hastalıklar için tedavi yuvaları ve istirahat yurtları inşa ettirmişlerdir. (Kurtkan- 24,25) Kültürümüzün en önemli sayılabilecek manevi değerlerinden biri de çalışkanlığa yönelişi teşvik eden kıymet hükmüdür. Çalışkanlık,sırf ferdi tatmin gayesinden değil ,fakat aynı zaman da cemiyet uğruna fedakarlık yapmak gibi manevi bir gayeden kuvvet aldığı için,bıkkınlık hududu olmayan bir teşvik edici gücün etkisine tabi olmuştur. (age-65)
Kültürümüzün yardımseverlik değer hükmü,her Türk’e,milletinin derdini gönlünde taşıma ve milleti için hizmete koşma idealini aşılar. Atatürk, bunun için,milletin hakiki efendisi (yani gönüllerde taht kuran sevgilisi) olabilmenin yolunu,millete hizmet etme yolu olarak göstermiştir. Bir ferdin bu mevkiye yükselebilmenin tek çaresi,her şeyden evvel milli problemleri,kendi derdi olarak benimseyebilmesidir..tmmd 43
Türk devleti,batıda gözlendiği üzere “cius regio,cius lingua”(hükmeden kimse onun dili geçerlidir) türü bir politika izlememiştir.(Türkdoğan,1996b- 15)
Şuurlu bir planlamadan mahrum gibi görünen,ancak dini ve ticari merkezlerin geleneksel bir plana uyularak inşa edildiği Türk şehirlerinin meskun bölgelerindeki irticaliyapılaşma,müslüman dünya görüşüyle Türk göçebe kimliğinin benzersiz terkibini yansıtmaktadır. Tabiatla çatışmak ,onu tahrip etmek suretiyle dengelerine müdahaleye kalkışmak gibi geliyordu. Bu hassasiyetle göçebenin hürriyetine düşkünlüğü bir araya gelince,tabiata son derece saygılı,hatta belki de onu tamamlayan bir şehir dokusu ortaya çıkmıştır. İnsan elinden çıkma yapılarla fiziki coğrafya arasında mükemmel bir uyumun sağlandığı müslüman Türk şehirleri,adeta tabiatın bir parçası olarak doğup gelişmişlerdir. Surlarla çevrili yerleşim bölgeleri bile fethedilir edilmez kabuklarını kırarak üzerine kuruldukları coğrafyanın şartlarıyla tam bir uyum halinde yayılırlar. Mesela Bursa,fetihten hemen sonra surların dışına taşıp Uludağ eteklerinin tabii dokusuna uygun olarak yeniden şekillenmeye başlamıştır(.Aile Arş,1992-770)
Müslüman Türk şehirlerinde,özellikle meskenler,meydan okuma tavrından uzak,mütevazı binalardır. Dışarıdan bakıldığında zenginlerin evlerini bile fakirlerinkinden ayırt etmek mümkün değildi. Şüphesiz bu,tabiatla uyum sağlama gayretinin yanısıra,sınıfsız Müslüman toplumunun yapısını da yansıtan bir oluşumdur. Meskenlerin içe dönük,dış dünyaya kapalı mekanlar olarak tasarlanması ise islami aile yapısının gerektirdiği bir çözümdür. Dış dünyaya kapalı ,fakat hayatının ihtiyaçlarını karşılayabilecek fonksiyonelliğe sahip bir ev tipi:Odalar,eyvan ve avluya (yahut bahçeye) açılan sofa.(age-771)
Klasik Osmanlı şehirlerinde,yani orta Anadolu’dan Balkanlar’a kadar uzanan çok geniş bir alanda ağacın,kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerin kullanılması da göçebe kimliğinin bir tezahürü olarak düşünülebilir. Hemen kalkılıp gidilecekmiş hissini uyandıran sadelikte ki bir şehir dokusunu ancak sosyal çehresinde göçebeliğin derin çizgilerini devam ettiren bir kavim kurabilirdi.
Mesken mimarisinde dayanıksız malzemeleri tercih,zamanla İslami dünya görüşüyle bütünleşerek dini/tasavvufi bir davranış haline gelmiştir. Sadece ibadet yerlerinde,mektep medrese,imaret,han,hamam,çarşı gibi kamu yararına ve hayra yönelik binalarda kullanılan taş,müslüman Türklerin nazarında artık ebediyeti temsil etmektedir.Age.771
Mahallelerin genellikle fazlaca meyilli araziler üzerine kurulmuş olması,Türk şehirlerinin en önemli hususiyetlerinden biridir. Böylece her çeşit suya tabii akıntı imkanı verildiği gibi,her evin ufkunun açık olması ve güneşten faydalanması sağlanıyordu.Evlerin altındaki üzeri örtülü ve önü açık bölmeye hayat denilmesi,Türklerin asıl hayatı,açık havada,tabiatla iç içe yaşanan bir hayat olarak anladıklarını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir.age.772 (Bu tip evlere en bariz örnekler Safranbolu’da mevcuttur)
Türk mezarlıkları,Hıristiyan mezarlıklarının aksine hiç ürkütücü değildir ve şehirlerden tecrit edilmemiştir. Pekala günlük hayatın mekanlarından biri olarak kullanılabilen mezarlıklar,yemyeşil servileri,her biri birer sanat eseri olan mezar taşları,çiçekleri,eğrelti otlarıyla hayatın içindedirler. Ölüm korkusu,müslüman şehirlerinde,ondan kaçarak değil,ölülerle ve mezarlıklarla iç içe yaşanarak yenilmiştir;iki alem,bu dünya ve öteki dünya adeta yan yanadır. (age-784)
Batı tarihleri her ne kadar bizler için göçebe,barbar,yobaz Türk tanımlamaları yapıyor ise de gerçek tarih te görülmektedir ki,o zamanlar Türkler Avrupa’nın çok ilerisinde bir gelişme düzeyine ulaşmıştı güney doğu Avrupa’ya endüstriyi ve şehir hayatını Türkler getirdi ve ilkel kabile köylülüğünden çiftçiliğe ulaştırdı. (Avcıoğlu,1990-225)
Türk Milletinin manevi değerlerinde biri olan vatanseverlik vatan kavramını,coğrafi manada bir arazi parçası olmaktan çıkaran ve ona çok daha mukaddes mana veren islamkültürünün etkisinden kuvvet almıştır. Bu coğrafya parçası üzerinde her gün yüz yüze geldiğimiz insanlar,aynı dini terbiyeyi almış oldukları için,aynı idrake sahip bulunan,aynı sıla hasretini duyan kimseler ise;bu ülke gerçek vatandaşların kavuşup kaynaştığı ve ayrılık acısını dindirdiği bir yer olur ve kutsallaşır. Böyle bir kutsallaşma,vatanın istiklali için cephelerde ölmeyi de en mukaddes ibadet (şehitlik) haline getirir. Vatan kavramının bu manada kutsallaştırılmasının en mükemmel izahını tasavvuf sahasında tanınmış Yesevi’ler,Hacı Bayramlar,HacıBektaş’lar vb.leri olan düşünürler yapmışlardır. Böylece din,vatan sevgisini hiçbir zaman azaltmamış,fakat o sevgiyi somut bir toprak parçasına değil,onu inanç ve ideal birliği ile şenlendiren,aynı millete mensup insanlara duyulan sevgi ile aynılaştırmıştır. (Kurtkan,2000- 59)
Kan binliği,kültür beraberliği haline geçmedikçe ve kültür,pekiştirici bir felsefeye dayanmadıkça,milliyet bağı zayıflayabilmektedir. O halde gerçek milliyetçilik,gerçek dindarlıkla bağdaşır ve ondan ayrılamaz. Çünkü,dinimizin özü ve gerçeği,toplumun ayrılık ve gediklerini kapatarak,fertleri aynı idealde bütünleştiren vahdet akidesidir. (age-61)
Türkler,ırk ve kan üzerine kurulu toplum olmadıkları gibi,din üzerine kurulu toplumda olmamışlardır. Türkün tarihsel varlığı;devlet,ordu ve ekonomiye özellikle endüstriye dayanır.(Berkes,1965-165)
Kültürümüzün yardımseverlik değer hükmü,her Türk’e ,milletinin derdini gönlünde taşıma ve milleti için,milletinin hakiki efendisi (yani gönüllerde taht kuran sevgilisi ) olabilmenin yolunu,milleti hizmet etme yolu olarak gösterilmiştir. Şu halde bu mevkiye yükselebilmenin tek çaresi,her şeyden evvel milli problemleri,ferdin,kendi derdi olarak benimseyebilmesidir. Böyle bir fert,bütün gönüllere hükmederek her isteğini,her ferde yaptırabilen bir gönül sultanı (yani tabi lider ) olur. Çünkü onun putlaştırılmış hiçbir şahsi isteği yoktur ve bütün istekleri zaten milleti içindir.
Türk milletinin manevi değerlerinden biride fertleri gerçek insan olmaya sevk eden değer hükmüdür. Bu ise;yüksek seviyeli bir sosyalleşme ile olur. Böylece fert,sosyal bir terbiye ile kendi psikolojik alemini ıslah ederek,kendisi hakkında dahi objektif hükümler verebilen gerçek manada insan haline gelir. Sosyalleşmenin derecesi,her ferdin gerçek manada insan (yani kendisi hakkında dahi objektif düşünebilen adil fert ) olabilme derecesine tabidir. (Kurtkan,2000- 35)
Klasik Osmanlı toplumu,hiç intiharı olmayan,intiharı meçhul toplumdur.(Brayer,1836) 1740 da Comte de Bonneval,İstanbul ve banliyölerinde 2 milyon nüfusun yaşadığını,tek dilenci görülmediğini kaydeder.O kadar fazla vakıf çeşidi vardır ki,adeta sayısız denecek kadar vardır. Belli başlıcaları ve ilginç olanlarına baktığımızda;donanmaya kadırga yapılması,gönüllü askerlerin silahlandırılması,kale ve hisar tamiri,çocukların piknik yerlerine götürülmesi,su soğutmak için kar ve buz tahsisi,fakirlere kışın odun ve kömür verilmesi,okçuluk ve güreş yapılabilmesi için,köpeklere ekmek doğranması,kuşlara pirinç saçılması,borçluların borçlarını ödeyip hapisten kurtarma,fakir ölülerin defni,evde eşya kıran çocukların eşyalarının tazmini gibi vakıfları görmekteyiz.
Osmanlı imparatorluğunun yükselme devrinde,Türk milleti islam kültürünün bütün değer kıymet hükümlerini muhafaza edebildiği için adalet kök salabilmiş ve insan hakları korunabilmiştir. Böylece Osmanlı yükselme devri demokrasiye bağlı olmamakla beraber,diktatörlüğe de kaymama başarısını gösterebilmiştir. Fakat duraklama ve gerileme devrinde,değer hükümlerinin terk edilmeye başlanmasının önemi büyüktür.(age.52)
Kültürümüzde her insanın bir evren olduğu;insana göre kainat ne ise,hücreye göre insanında o olduğu,yani kainat kadar büyük ve önemli olduğu görülmektedir.Harp yaparken asla toprak kazanmak ve sömürmek hedefini gütmemişlerdir. Adil bir idarenin ne olduğunu başka memleketler halkına ancak yayılma politikası güderek,fakat sömürü yapmayarak göstermek zorunda kaldılar.(age,57)
Türk milletinin manevi değerlerinden biri olan vatanseverlik vatan kavramını,coğrafi manada bir arazi parçası olmaktan çıkaran ve ona daha mukaddes mana veren islamkültürünün etkisinden kuvvet almıştır. Böyle bir kutsallaşma vatanın istiklali için cephelerde ölmeyi de en mukaddes ibadet (şehitlik) haline getirmiştir.
Osmanlı tarihinde birlik akidesi bütün insanlık için insan haklarına hizmet fikrini aşılayan bir idealizme bürünmüştür. Bu idealizm yabancı ülkelerde ki köleleri kurtarmak için şehit düşmeye kadar varmış bunun yanı sıra beklenen neticeyi dünya ölçüsünde de gerçekleştirememiştir. Diğer devletler içte ve dışta istismarcı politikalarını terk etmemişler ve hiçbir sömürü izi bulunmamasına rağmen Osmanlı tarihine de insafsızca sömürü tarihi damgasını vurabilmişlerdir. Fakat bu gayretler boşa da gitmemiş gidilen her yerde milli karakterimizi gösteren mimari tarzımızdan hayat üslubuna kadar bütün özellikler damgasını vurarak çeşitli eserleri bırakmışlardır. Manevi değerlerimizin yanlış anlaşılmaya başlandığı devrede ilimde de gerilememiz söz konusu olmuştur. Duraklama ve gerileme devrinde,dinin kalıbının özüne tercih edildiği görülmektedir. Birlik akidesi bir yana bırakılarak ibadetin şekille ilgili özelliklerinin ön plana alındığı göze çarpmaktadır. Bu durum,mezhep ihtilaflarının ortaya çıkmasına sebep olmuş ve sosyal gelişme özelliğinin kaybedilmesi ile iktisadi gerileme at başı gitmiştir. Tabiat ve sosyal düzenin esaslarını arayıp bulma unutulmuş,ilmi mevkilere bilgisiz,iltimaslı ve fertlerin kayırıldığı bir karanlık çağ Osmanlı Devletini bir kabus gibi kaplamıştır.(age- 30)
Bu çerçevede sadece Osmanlı da olmayan bu tür sosyal çözülme ve gerileme hastalığı,ne yazık ki bir çok müslüman Türk devletlerinde de vardı. Albert Bennigsen’in “Stepte Ezan Sesleri” isimli eserinde Rus orduları ile çarpışan dağlık Karabağ ve yöre halkının Ruslar tarafından atılan bildirilerde ellerinde ki mavzerlerin yağının domuz yağından imal edildiği yazısını okumaları üzerine ellerinde ki mavzerleri atarak kılıçlarla çarpıştıkları ve tabiatıyla mağlup oldukları acı ama ne yazık ki gerçektir.
Sürecek…