İnsan Hakları ve Özgürlükleri
(Geçen Sayıdan Devam)
Haşim YALÇINKAYA§
|
5.TEMEL HAK VE ÖDEVLERİ
Gerek literatürde gerekse günlük dilde sıkça rastlanan bir yanlış da insan haklarının varlığının birtakım mukabil ödevlerin yerine getirilmesine bağlı olduğu veya insan haklarının aynı zamanda topluma karşı ödevleri de içerdiği düşüncesidir. Haklarla ödevler arasında gerçekten de bir simetrik ilişki vardır, ancak bu, hak-sahibinin karşısında bir ödevlinin bulunması anlamındadır. Eğer bir kişi bir hakka sahipse, bu hakka tekabül eden bir ödevi yerine getirmekle yükümlü olan başka bir kişi veya organ da vardır. Bu nedenle, bir toplumda genel olarak hakların artması yükümlülüklerin/ödevlerin de artması anlamına gelir. Ne var ki, insan haklarıyla bağlantılı olarak genel olarak dile getirilen bundan farklı bir şeydir: Bireyin insan hakkına sahip olmasının onun mukabil bir ödevi yerine getirmesine bağlı olduğu ileri sürülür. Yani kişi aynı konuda hem hak-sahibi hem de ödevli konumunda olarak tasarlanmaktadır.
İnsan haklarının aynı zamanda ödevler olduğu görüşü doğru olamaz, çünkü doğru olsaydı insan hakları bizim insan olmamızdan dolayı genel olarak sahip olduğumuz mutlak haklar olmaktan çıkar, varlıkları tesadüfe kalır veya kayıtlanmış olurdu. Bu nedenle, “insan haklarının aynı zamanda onların özneleri için ödevler de içerdiği” veya varlıklarının ödevlerin yerine getirilmesine bağlı olduğu görüşü yanlış ve tehlikelidir. Bunun pratik sonucu, yasal veya ahlâki bir ödevini yerine getirmemiş olmasını bahane ederek kişinin temel insan haklarından yoksun bırakılması olurdu. Örneğin, belediyeye olan su borcunu veya eski karısına olan nafaka borcunu ödememiş olduğu için kişinin ifade özgürlüğü hakkından yoksun bırakılması gibi. Ahlâki ve yasal yükümlülüklerimizden sarfı nazar etmemiz birtakım yasal ve/veya ahlâki müeyyidelerle karşılaşmamızın haklı gerekçesi olabilir, ama insan haklarımızı kaybetmemizin değil., insan haklarının varlığı, başka ödevlerin yerine getirilmesinden bağımsızdır.
5.1.Hakların Korunması İle İlgili Hükümler;
Anayasa’nın 36. Maddesine göre herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir.
Anayasa’nın 37. Maddesi kanuni hakim güvencesi konusunu düzenlemektedir. Buna göre hiç kimse kanunun tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğrudan yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.
Anayasa’nın 38. Maddesine göre kimse işlendiği zaman yürürlükte bulanan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; Kimseye suç işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Anayasa’nın 40. Maddesiyle de temel hak ve hürriyetleri ihlal eden herkes yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. Kişinin resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zararda kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye bu tazminatı ödetme hakkı saklıdır.
5.2.Çalışma İle İlgili Hükümler;
Anayasa’nın 49. Maddesine göre çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Çalışma şartları ve dinlenme hakkı 50. Maddeyle düzenlenmektedir. Anayasa’nın 51. Maddesiyle düzenlenen sendika kurma hakkı şu şekilde gerçekleşmektedir.[1]
İşçiler ve işverenler üyelerinin çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hal ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma hakkına sahiptirler.
Meslek seçme ve çalışma hakkı; Herkes, çalışma ve serbestçe seçilmiş veya kabul edilmiş bir mesleği ifa etme hakkına sahiptir.
Avrupa Birliği içinde her Devlet’te iş arama, çalışma;Bu hak, serbest dolaşım ilkesinin bir sonucu olarak herhangi bir Üye Devlet vatandaşının Avrupa Birliği içinde her Devlet’te iş arama, çalışma, yerleşme hakkının kullanma ve hizmet verme özgürlüğüne sahip olduğunu teyit etmektedir. Ayrıca Adalet Divanının daha önce verdiği kararlara uygun olarak Üye Devlet ülkelerinde çalışma izni almış olan üçüncü ülkelerin vatandaşlarının, Çalışma şartlarına eşit çalışma şartlarından yararlanma hakkına sahip olduğunu tescil etmektedir.
Bir ticari faaliyette bulunma özgürlüğü “Topluluk hukuku ve ulusal yasalar ve uygulamalara göre bir ticari faaliyette bulunma özgürlüğü tanınmaktadır.” Benzer bir hak ülkemizde tanınmamıştır.
5.3.Toplu İş Sözleşmesi , Grev ve Lokavt Hakkı;
Anayasa’nın 53. Maddesine göre işçiler ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptirler.
Anayasa’nın 54. Maddesine göre toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının ve işverenin lokavta başvurmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnalar kanunla düzenlenir.
5.4.Ücrette Adalet Sağlanması;
Anayasa’nın 55. Maddesi ücrete adalet sağlanması konusunu düzenlemektedir. Buna göre ücret emeğin karşılığıdır. Devlet çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirler alır.
5.5.Çevre Hakkı;
Anayasa’nın 56. maddesine göre herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.[2]
Yasada çevre kirliliğinin tanımı şöyledir; Havada, suda ve toprakta meydana gelen olumsuz bir gelişme var ve ekolojik denge bozulmuş, hem de yapılan etkinlik sonucu ortaya koku, (gürültü) ve atıklar çıkıyor ve çevrede ‘arzu edilmeyen sonuçlar’ doğuyor ise Çevre Kanunu’nun 3. Maddesi bir çevre kirliliğinin mevcut olduğunu söyler. Yasa çevre kirliliği varsa öncelikleönemli olan kirletenin saptanmasıdır der. “Kirlenmenin önlenmesi, sınırlandırılması ve mücadele için yapılacak harcamaların kirleten tarafından karşılanması esastır. Kirleten kirlenmeyi durdurmak, gidermek ve azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca doğrudan alınması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar…. Kirletenden tahsil edilir.” (Çevre Kanunu, madde 3/f) Herhangi bir noktaya çevreyi kirletecek bir yapı kuranlar, fabrika gibi, arıtma tesisini de kurmak zorunda. Aksi takdirde, Çevre Kanunu’nun 11. maddesi kirletici kuruluşun çalıştırılamayacağını söylüyor. Bu tesislerin kurulmaması halinde işletme izni alınamaz, alınmış olsa bile yasaya aykırı davranıldığı için etkinliğinin her an durdurulma ihtimali vardır. (Çevre Kanunu. Madde 15) Kanunlar hepimize ait çevrenin kirletilmemesi için gerekli önlemleri almıştır.”Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükme göre tazminat sorumluluğu saklıdır” (Çevre Kanunu, madde 28/2) Çevre Kanunu, madde 28/1, “çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar” der. Çevre Kanunu, madde 30 ise “çevreyi kirleten veya bazen faaliyetten zarar gören veya haberdar olan gerçek veya tüzel kişiler idari makamlara başvurarak bu faaliyetin durdurulmasını isteyebilirler” der.
5.6.Gençlik ve Spor Hakkı;
Anayasa’nın 58. Maddesi gençliğin korunması konusu düzenlenmektedir. Buna göre devlet, istiklal ve cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilimin ışığında Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirler alır.[3]
5.7.Sosyal Güvenlik Hakkı;
1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesinin 22.maddesi; “Toplum üyesi olarak herkesin sosyal güvenlik hakkı vardır. Hükmüyle yaygınlaşma sürecine girdi.Uluslararası çalışma Teşkilatı (ILO)’nun 1951 Toplantısında önemi vurgulandı. 1952 Toplantısında Çerçevesi belirlendi.
Yeni terim ile;
A) Ekonomik faaliyetler, ekonomik istikrar ve böylece ekonomi politikaları ile sosyal güvenlik arasında sıkı etkileşim olduğu kabul edilmiştir
B) Sosyal Güvenliğe bakış evrensel bir nitelik kazanmıştır
C) Yeni ve etik ifade tarzı kazanmıştır.
Dar anlamda sosyal güvenlik; Hastalık, kaza, annelik, sakatlık, yaşlılık, ölüm, ve işsizlikten doğan her türlü gelir kayıpları ile gider artışlarını karşılama amacı taşımaktadır.
Geniş anlamda sosyal güvenlik ise; bunlara ek olarak mevcut refah düzeyinin sadece sürdürülmesi değil yükseltilmesi amacını taşımakta ve sosyal politika ve ekonomi aracı olarak kabul edilmektedir.
Sosyal güvenlik, günümüz Anayasalarında da yer alan önemli bir sosyal devlet ilkesidir.
Çağımızda sosyal güvenlik kavramı boyut değiştirmiş, artık sadece çalışanların değil, bütün fertlerin sorunu olmuştur. Anayasamızın 60’ıncı maddesinde “Herkes Sosyal Güvenlik Hakkına Sahiptir. Devlet, Bu Güvenliği Sağlayacak Gerekli Tedbirleri Alır Ve Teşkilatı Kurar.” şeklinde tanımlanan bu çağdaş kavram ekonomik ve sosyal gelişmelere paralel olarak yeni boyutlar kazanmaktadır.
Anayasamızın söz konusu 60’ıncı maddesine göre bütün vatandaşlarımızın sosyal güvenlik hakkı mevcuttur ve bu hakkın, devletin mali kaynakları geliştikçe tedricen bütün vatandaşlarımızı kapsama alacak şekilde yaygınlaştırılması öngörülmüştür. (Anayasa md: 65) Kişilerin, doğanın, toplumsal ve ekonomik yaşamın önüne çıkardığı sosyal risklere karşı kendini güvenlik altına alma istek ve çabası insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar topluluk halinde yaşamaya başladıkları tarihten itibaren, gerek kendileri gerekse aile fertleri için, gelecek günlerde karşılaşabilecekleri (kaza, işsizlik, hastalık, ölüm gibi) sosyal tehlikelerin kaygısını taşımışlar ve bu tehlikelerin iktisadi sonuçlarına karşı belirli güvenceler aramışlardır.
Anayasa’nın 60. Maddesine göre herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirler alır ve teşkilatı kurar.[4]
Anayasa’nın 61. Maddesiyle sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gerekenler konusu düzenlenmektedir.
Anayasa’nın 62. Maddesi yabancı ülkelerde yaşayan Türk Vatandaşların sosyal güvenlikleri konusunu düzenlemektedir.
Ekonomik ve sosyal gelişmelerin zorunlu kıldığı bir garanti sistemi olan, sosyal güvenlik; ülkede yaşayanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin toplumun bütün fertlerinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda, bugünlerini ve yarınlarını güven altına almayı amaç edinmiş bir sistemler bütünüdür.
Bu istek ve özlem İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde güçlü bir şekilde yansımıştır.Bu beyannameye göre;
Her şahsın gerek kendisi, gerek ailesi için, sağlığını ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkanlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde, sosyal güvenlik hakkı vardır. “Şu hale göre; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tarafından sosyal güvenlik Devletin vatandaşlarına tanımakla yükümlü bulunduğu insanlık hakkı olarak kabul ve ilan edilmiştir.
Ülkemizde modern anlamda sosyal güvenlik sistemi, başlangıcından itibaren sürekli bir gelişme göstermişse de henüz tam anlamıyla tatminkar bir düzeye gelememiştir. Sosyal güvenlik kavramı; toplumdaki bireylerin hiç bir ayrım gözetmeksizin bugünlerinin ve geleceklerinin çeşitli sosyal ve ekonomik risklere karşı güvence altına alınması ve toplumun bütünüyle gelecek endişesinden kurtarılmasını amaçlayan bir sistemler bütünüdür.
5.8.Tarih, kültür ve Tabiat Varlıklarını Korunması Hakkı;
Anayasa’nın 63. Maddesine göre devletin tarih kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasın sağlar. Bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirler alır.
5.9.Tüketici Hakları;
Temel gereksinmelerinin karşılanması hakkı;
Barınma, ısınma, aydınlanma, içecek ve kullanılacak su bulma, ulaşım, haberleşme, tüketicilerin en temel haklarıdır. Her tüketici, bu hakları talep edebilmeli, bu haklara ulaşabilmeli ve bunları etkin bir şekilde kullanabilmelidir.
Sağlık ve güvenliğin korunması hakkı;
Tüketilmek üzere satışa sunulan her türlü mal ve hizmetin yaşam ve sağlık açısından kullanıcılarına zarar vermeyecek durumda bulunması tüketicinin hakkıdır.
Ekonomik çıkarların korunması hakkı (Seçme Hakkı);
Tüketicilere çok çeşitli kaliteli mal ve hizmetlerin ucuz fiyattan sunulması; satış sonrası hizmetlerin yeterli düzeyde olması; satıcının suistimalini gösterir tek taraflı sözleşmeler ve sözleşmelerdeki haksız hükümler; zorlayıcı kredi şartları ve baskı yaratan satış yöntemlerine karşı korunma tüketicinin hakkıdır.
Bilgilendirilme hakkı;
Mal ve hizmeti satın alırken doğru karar vermeye yardımcı olacak bilgilerin edinilmesi; yanlış, yanıltıcı, eksik reklam, etiket ve ambalaja karşı korunma tüketicinin hakkıdır.[5]
Eğitilme hakkı:
Tüketicilerin, kendi hak ve yararlarını koruyup geliştirmesi; bilinçlenmesi; yönlendirilen değil yönlendiren tüketici olması amacıyla eğitim kurumlarında eğitilme hakkıdır.
Tazmin edilme hakkı;
Satın alınan ürünlerin bozuk, eksik veya hatalı çıkması durumunda kusurlu malın geri alınması, yenisi ile değiştirilmesi; kusurlu hizmetin yeniden görülmesi; gerekirse tazminat ödenmesi tüketicinin hakkıdır.
Temsil edilme hakkı;
Hükümetlerin ekonomik politikalarının oluşturulmasında dikkate alınma; kamu organlarında temsil; firmalarda, özellikle ürün geliştirme aşamasında görüşü alınma tüketicilerin hakkıdır.
Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı;
Sağlık koşullarına uygun fiziksel çevrede yaşama; çevresel tehlikelerden korunma; günümüz ve gelecek nesiller için doğayı koruma tüketicinin hakkıdır.
Anayasa’nın 172. Maddesi; Tüketicilerin korunması konusunu düzenlemektedir. Buna göre devlet tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı tedbirler alır. Tüketicilerin kendilerinin koruyucu girişimlerini teşvik eder.
5.10.Vatandaşlık hakkı;
Anayasa’nın 66. Maddesine göre Türk Devletine Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk Babanın ve Türk Annenin çocuğu Türk’tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir. Vatandaşlık kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir.[6]
Hiçbir Türk vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.
Sığınma hakkı;
Sığınma hakkı, 28 Temmuz 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve sığınmacıların statüsüne ilişkin 31 Ocak 1967 tarihli Protokol kuralları dikkate alınarak ve Avrupa Topluluğunu kuran Antlaşma’ya uygun olarak teminat altına alınmalıdır.”
Türkiye, Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne 1962 yılında taraf olmuştur. Türkiye, Sözleşme’nin 1’inci maddesinin B/2. fıkrasında tanınan hakkı kullanarak, 359 sayılı Onay Kanunu’nda bu konudaki beyanını açıklamış; beyanın (B) bölümünde, Sözleşme’nin yüklediği vecibeler bakımından Sözleşme’nin 1’inci maddesinin (b) fıkrasındaki “1 Ocak 1951’den önce cereyan eden olaylar” ibaresini “1 Ocak 1951’den önce Avrupa’da cereyan eden olaylar” şeklinde anladığını ve kabul ettiğini bildirmiştir. Bu durumda Türkiye, 1 Ocak 1951 tarihinden önce Avrupa dışında meydana gelen olaylar nedeniyle iltica talebinde bulunan kişilere mülteci statüsü verilmesi konusunda uluslararası bir yükümlülük altına girmemiştir. Türkiye, 1951 Sözleşmesi’ne Ek 1967 Protokolü’nü, 5 Ağustos 1968 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 6/10266 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylamıştır. Protokol’ün 1’inci maddesinin 2. fıkrası, 1951 Sözleşmesi’nin 1’inci maddesinin A/2. fıkrasında mevcut “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda…” ve “söz konusu olaylar sonucunda” ifadelerini yürürlükten kaldırırken, Sözleşme’ye taraf ülkelerin söz konusu maddeye ilişkin mevcut çekincelerini muhafaza etmelerine imkan tanımıştır. Böylece Türkiye, 1951 Sözleşmesi’ndeki tarih sınırlamasının kaldırılmasını kabul etmiş, ancak coğrafi sınırlamayı korumuştur. Türkiye’nin 1951 Sözleşmesi’ne taraf olurken getirdiği ve daha sonraki yıllarda da sürdürdüğü mültecilerin tanımına ilişkin coğrafi sınırlama, büyük ölçüde Türkiye’nin içinde bulunduğu istikrarsız coğrafyadan ve güvenlik mülahazalarından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte Türkiye, hem coğrafi çekincesi doğrultusunda mülteci olarak kabul ettiği yabancılar, hem de sırf insani nedenlerle geçici sığınma hakkı tanıdığı Avrupa dışından gelen yabancılar için, 1951 Sözleşmesi’nin 33’üncü maddesinin ilk bendinde düzenlenen geri göndermeme ilkesine titizlikle riayet etmektedir.
Türkiye Ulusal Program’da iltica bölümünde şöyle bir öngörüde bulunmuştur: “İltica konusundaki 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne konulan coğrafi çekincenin kaldırılması, Türkiye’ye doğudan bir mülteci akımını teşvik etmeyecek şekilde, gerekli mevzuat ve altyapı değişikliklerinin gerçekleştirilmesine ve AB ülkelerinin külfet paylaşımı konusunda gerekli hassasiyeti göstermelerine bağlı olarak değerlendirilecektir.”
İhraç, sınır dışı veya iade etme yasağı,
Toplu sınır dışı etmeler yasaktır. Hiç kimse, ölüm cezası, işkence veya başka insanlık dışı veya alçaltıcı muamele veya cezaya tabi tutulması konusunda ciddi bir tehlikenin bulunduğu bir Devlete geri gönderilemez, sınır dışı edilemez veya iade edilemez. Türkiye açısından toplu sınır dışı etme uygulaması söz konusu olmadığı gibi, iade konusu da taraf devletlerle arasındaki suçluların iadesine dair anlaşmalar çerçevesinde çözümlenmektedir.
Türk vatandaşlığına alınmanın iki ayrı şekli var. Genel olarak ve istisnai olarak vatandaşlığa alınma.
1- Reşit olmak,
2- Başvuru tarihinden geriye doğru beş yıl Türkiye’de ikamet etmiş olmak.
3- Türkiye’de yerleşmeye karar verdiğini davranışı ile teyit etmiş olmak,
4-İyi ahlâklı olmak,
5- Genel sağlık bakımından tehlike teşkil eden hastalığı bulunmamak,
6- Yeteri kadar Türkçe konuşabilmek,
7- Türkiye’de geçimini sağlayacak gelire veya mesleğe sahip olmak. Bu yedi şartı yerine getiren yabancılar Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına alınabilir.İstisnai olarak vatandaşlığa alınmak için ise;
1- Türk vatandaşlığını herhangi bir şekilde kaybetmiş olanların sonradan doğmuş reşit çocukları
2- Bir Türk vatandaşı ile evle olanlarla bunların reşit çocukları,
3- Türk soyundan olanlarla eşleri ve çocukları
4- Bir Türk vatandaşıyla evlenme kararıyla Türkiye’de yerleşmiş olanlar,
5- Türkiye’ye sanayi tesisleri getiren sosyal, ekonomik alanlarda veya bilim, teknik ya da sanat alanlarında olağanüstü hizmeti geçmiş veya hizmeti geçeceği düşünülen kimseler,
6- Vatandaşlığa alınması Bakanlar Kurulunca zaruri görülenler. Bu koşullardan 2 ve 3. aranmaksızın yabancılar, istekleri üzerine, İçişleri Bakanlığı’nın teklifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına alınabilir.
Vatandaşlığın kaybedilmesine gelecek olursak, ilk belirtilecek olan husus, Türk vatandaşlığını kaybeden kişinin, kayıp tarihinden başlayarak yabancı muamelesine tabi tutulmasıdır. Bu konuda da, kazanmada olduğu gibi, kanun yoluyla, yetkili makam kararıyla ve seçme hakkıyla kayıp yöntemleri söz konusudur. Yabancıyla evlenen Türk vatandaşı kadın, kocasının vatandaşlığını kazanabiliyorsa ve bunu seçtiğini bildirdiği takdirde, Türk vatandaşlığını kaybeder (kanun yoluyla kayıp). Türk vatandaşlığından, Bakanlar Kurulunun izniyle çıkmak (yetkili makam kararıyla kayıp) mümkündür. Ancak böyle bir başvuruda bulunacak olan kişinin,
1-Temyiz hakkına sahip ve reşit olması,
2-Muvazzaf askerlik hizmetini yapmış olması veya yapmış sayılması,
3-Herhangi bir nedenle yabancı devlet vatandaşlığını kazanmış olması veya başka bir devlet vatandaşlığını kazanacağına ilişkin inandırıcı belirtiler bulunması gerekir. İlgili kişinin Türkiye vatandaşlığına alınması, kendisinin yalan beyanı yada önemli hususları gizlemesi sonucunda gerçekleşmesine, vatandaşlığa alınma kararı Bakanlar Kurulu kararıyla iptal edilir
5.11.Kamu Hizmetlerine Girme Hakkı;
Anayasa’nın 70. Maddesine göre her türlü kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayrım gözetilemez.[7]
5.12.Dilekçe Hakkı;
Dilekçe hakkı aslında büyük ölçüde hak arama özgürlüğüne ilişkin bir hak görünümünde olsa da, ifade özgürlüğüne ilişkin bir boyutu da var. Kişiye kişisel dilek ve fikirlerini yetkili makamlara bildirme hakkı verilmiştir. Hatta herhangi bir nedenden gönderilen dilekçelerin ve altında toplanacak imzaların çokluğu o dilekçenin etkisini artırır.
Türk Hukuku’nda dilekçe hakkının tarihçesi, 1876 tarihli Kanunu Esasi’ye kadar geri götürülebilir. Dilekçe hakkı, 1982 Anayasası’nın 74 maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, “Vatandaşlar, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yazı ile başvurma hakkına sahiptir. Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu, dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirilir. Bu hakkın kullanılma biçimi kanunla düzenlenir.”
Görüldüğü gibi, 74. maddede düzenlenen dilekçe hakkı, hem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne[8] hem de idareye dilekçe ile başvurabilme hakkını içermektedir. Dilekçe hakkının kullanılması, 10.11.1984 tarihinde yürürlüğe giren 3071 sayılı Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun ile düzenlenmiştir.
Bu Kanun’un 4. maddesine göre, “Türk vatandaşlarının Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne veya yetkili makamlara verdikleri veya gönderdikleri dilekçelerde, dilekçe sahibinin adı-soyadı ve imzası ile iş veya ikametgah adresinin bulunması gerekir.”
Yine aynı Kanun’un 5. maddesine göre, “Dilekçe, konusuyla ilgili olmayan bir idari makama verilmesi durumunda, bu makam tarafından yetkili idari makama gönderilir ve ayrıca dilekçe sahibine bilgi verilir.”
Görüldüğü gibi bu iki maddede, yurttaşların dilekçe hakkını kullanmalarının olabildiğince kolaylaştırılması amaçlanmıştır. Yurttaşlar, el yazılarıyla, daktiloyla yada bilgisayarla yazacakları herhangi bir dilekçenin üzerine ad ve soyadlarını, imzalarını ve adreslerini yazmakla, TBMM’ye veya herhangi bir idari makama başvurabileceklerdir. Bu başvurunun dilekçe konusuyla ilgili olmayan bir idari makama gönderilmesi durumunda, dilekçe bu idari makam tarafından, gerçek muhatabına iletilecektir. Yasa koyucunun buradaki amacı, yurttaşların karmaşık idari teşkilat yapısını bilmeme ihtimallerini göz önünde bulundurarak onların dilekçe haklarını korumaktır.
Dilekçe Kanunu’nun 7. maddesine göre, “Türk vatandaşlarının kendileri ve kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri konusunda yetkili makamlara yaptıkları başvuruların sonucu veya yapılmakta olan işlemin safahatı hakkında dilekçe sahiplerine en geç iki ay içinde cevap verilir…”.
Yurttaşın idareye herhangi bir istemle başvurması durumunda idarenin bu isteme üç farklı biçimde yanıt vermesi mümkündür.
1. İdare, yurttaşın dilekçedeki istemini kabul edebilir. Bu durumda isteği yerine gelmiş olduğu için, yurttaşın başka herhangi bir yola başvurması gerekmez.
2. İdare, yurttaşın dilekçedeki istemini açıkça reddedebilir. Bu durumda idare, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. maddesine göre, en geç altmış gün içerisinde, dilekçe sahibine, isteminin reddedilmiş olduğunu yazılı olarak bildirmek zorundadır. Eğer yurttaş, idarenin istemini reddetmesinin hukuka aykırı olduğu düşüncesindeyse, bu yazılı bildirim üzerine, en geç altmış gün içerisinde idare mahkemesinde iptal davası açmak zorundadır. Dilekçe sahibi yurttaş bu davasında, idarenin istemini reddetmesine dair işlemin iptal edilmesini isteyecektir. Eğer idare mahkemesi davacı yurttaşın istemini haklı bulursa, idarenin red kararını iptal edecek, böylece idare yurttaşın isteğini gerçekleştirmek zorunda kalacaktır.
3. İdare yurttaşın dilekçesine yazılı yanıt vermeyebilir. Bu durumda bir yandan yurttaşın isteği gerçekleşememekte, diğer yandan yurttaşın elinde iptal davası konusu olabilecek bir idari işlem bulunmamaktadır. İşte bu durum İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. maddesinde özel olarak düzenlenmiştir. Bu durumda, idareye dilekçeyle başvurmak suretiyle bir istemini ileten yurttaş, bu istemine altmış gün içerisinde herhangi bir yazılı yanıt alamazsa, idarenin yurttaşın istemini zımnen (üstü kapalı olarak) reddetmiş olduğu varsayılacaktır. İşte bu varsayım, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. maddesinde, dava konusu edilebilir bir işlem olarak düzenlenmiştir. Yani, idare yurttaşın başvurusuna altmış gün içerisinde yanıt vermiyorsa, bu, yurttaşın başvurusunu reddettiği anlamına gelecek ve yurttaş, bu altmış günün bitmesinden sonraki altmış gün içerisinde idare mahkemesine başvurmak suretiyle, isteminin üstü kapalı olarak reddedilmesinin iptal edilmesini talep edebilecektir. Bu durumda eğer idare mahkemesi davacı yurttaşı haklı bulursa, idarenin üstü kapalı ret işlemini iptal edecek ve idare, yurttaşın istemini gerçekleştirmek zorunda kalacaktır.
[1] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.36
[2] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.26
[3] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.30
[4] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.28
[5] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.39
[6] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.13
[7] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.44
[8] Emine YAMANLAR,Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi, Ders Kitapları A.Ş.,İstanbul,2000,s.45