Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

BİR SEYAHATİN ARDINDAN

 

                                                                                                            Hüseyin GÜLÇİÇEK

Kayseri İl Emniyet Müdür Yrd.

Bu yıl 30 Günlük iznimi yurt dışında  geçirdim      

İlk gidiş durağım İngiltere (Londra ) oldu. 21 Haziran 2003  Cumartesi günü Saat 09.30 da T.H.Y. Tarifeli Kayseri- İstanbul, İstanbul-Londra aktarmalı olarak uçtuk. Yanımda eşimde vardı. İngiltere’ye bu ilk seyahatimizdi, uçakta giderken hava parçalı bulutluydu. Bulgaristan, Macaristan,Yugoslavya,Avusturya üzerinden geçerken Tuna Nehrinin kavisler çizerek yeşillikler arasından akması görülmeye değerdi. Almanya’nın güneyinden (Münih Civarı) doğup uzun bir yolculuktan sonra Karadeniz’e dökülen Avrupa’nın bu en uzun nehri çoğu türkülere konu olmuştur.

Uçağımız Atlas Okyanusu üzerinden Manş’ı geçerken hava  çok güzel ve açıktı, Solumuzda Manş denizi ve Fransa-Belçika kıyıları diğer yanda İngiltere adasının güney kıyılarını net olarak görülebiliyordu.Ada üzerinde uçağımız alçalırken Thımes ırmağı ve Londra’yı havadan izlemek çok hoş bir duyguydu.gördüğümüz ve izleyebildiğimiz kadarıyla yeşillikler içinde Londra çok planlı bir şehir görünümü veriyordu.

Uçağımız İstanbul’dan kalktıktan sonra Saat 17.00 civarında  Londra’nın 3 No lu hava limanına iniş yapmıştı, Hava Limanı Londra’nın en büyük alanı olarak söylenmişti. Alandaki pasaport işlemleri biraz uzun sürdü.Daha sonra bizi karşılamaya gelenlerle Londra’nın kuzeyinde yer alan Horsey’ e gittik. Horsey de Cumartesi ve Pazar günleri dinlenmek ve yakın çevreyi tanımakla geçti. Horsey bölgesinde çoğu zenci olmak üzere ağırlıklı olarak yabancılar oturmaktadır. Cadde ve sokakların yeterince temiz tutulmadığını müşahede ettik.

İngilterenin 1992 Nüfus sayımına göre nüfusunun 61 Milyon olduğu, Londra’nın ise 20 Milyon civarında olduğu ifade edilmiştir.

23 Haziran günü Londra’nın kuzeyinde yer alan Campbrıdge e gittik. Burası yaklaşık yüzbin nüfuslu bir şehir, ağırlıklı olarak Üniversite şehri olarak tanınmaktadır. Diğer bir üniversite şehri olan Oxford buranın batısında bulunmaktadır. Cambrıdge’te  Oxford’a gitmek istedik ama ancak Londra’ya geri gelip öyle gidilebildiği içinde uğrayamadık. İngilizler Londra’nın etrafındaki kentleri öyle bir yolla bağlamışlar ki yakın çevredeki bir kente gitmek için mutlaka Londra’ya gitmek zorundadır. Cambrıdge de üniversite ve kanallar dışında bolca bahçeler bulunmakta. Bu kenteki İstanbul Restorantda öğle yemeği yedik.

25 Haziran Çarşamba günü Londra’nın kuzey batısındaki köyleri gezmeye çıktık, Burada çilek bahçeleri olarak adlandırılan fakat gerçekte her şeyin yetiştirildiği bahçeler gördük.Sebze ve meyveler çok modern araçlarla ekildiğini ve düzenli geniş bahçe ve bağların yapıldığını hayranlıkla izledik. İngiltere ve diğer gezdiğimiz Avrupa ülkeleri toprağın bir metrekaresi bile çok iyi şekilde değerlendirdiğine tanık olduk.

Londra’nın planlı bir şehir olduğunu söylemiştik.Bütün evler iki katlı ve bahçe içinde her mahallede büyük parklar, yüzme havuzları ve göletler yapmışlar. Merkezi Londra’da  çok katlı binalar, Resmi yada özel şirket binaları olarak yapılmıştır.4-5 katlı (çok seyrek) olarak rastladıklarımızda, zaman içinde yıkılıp yerlerine çift katlı bahçeli evler yaptıklarını söylendi. Londra yaklaşık olarak üç bin yıllık kent, ama oldukça düzenli bir yapılaşma görüyorsunuz. Buna karşılık 80 yıllık  Cumhuriyetin başkenti Ankara’ya ne demeli ?!…

Londra’dan bahsederken, Th Brıtısh Museum’den bahsetmemek olmaz herhalde, Londra’nın merkezinde tarihi bir binada yer alan The Brıtısh Museum adeta bir “Dünya Kültür Tarihi Müzesi” gibi demek yanlış olmaz. İngilizler, dünyanın her yerinden ne kadar tarihi değeri olan eser varsa alıp buraya getirmişler. Hacim olarak Lauvrekadar olmasa da barındırdığı eserler bakımından dünyanın en zengin müzesi denebilir. Eski Mısır, Yunan,Roma,Aztek,Maya, Çin ve Anadolu, Mezapotamya velhasıl dünyanın bütün değerli eserlerini burada bulabilirsiniz. Müzeye girişler ücretsiz. Londra ya yolunuz düşerse mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında bu müzeyi öneriyoruz.

Londra’da Madam Tuso müzeside meşhurmuş ama bizim zamanımız orayı gezmeye yetmedi. Thımes Nehri civarı gezip görülecek yerlerden, Tower Brıdge (Kule Köprüsü) Thımes ırmağı üzerinde, 1894 yılında hizmete açılmış  tarihi ve mimari özellikte bir köprü. Bakingam Sarayı, İngilizlerin Avamkamara olarak adlandırdıkları parlamento binası, meşhur haydepark görmeye değer diğer yerler.

İngiltere de bilindiği gibi Trafik soldan işliyor araba direksiyonları da sağda, Kaldığımız bir hafta boyunca, Londra trafiğine alışamadık. Uzunluk,ağırlık, birimleri farklı kapı ve pencereler sağa doğru açılır, Elektrik prizleri üçlüdür. Kısaca her şey dünyanın tersi şeklindedir. Sıcak ve soğuk suyu bile aynı musluktan akıtamazsınız.Ama ne hikmettir ki İngilizler dünyaya hakim bir millet demek yanlış olmaz.

28 Haziran 2003 Cumartesi günü Londra’nın Waterloo Tren garından Saat 13.00 te Paris e gitmek üzere ayrıldık Londra-Paris arası Trenle 4 Saat sürdü.

Londra’dan Paris’e gitmek, Manş denizinin altında yapılan ve uzunluğu 50 Km. yi bulan Tüneli geçmek bizi heyecanlandırıyordu. Tren Tünele girdikten sonra Manş denizini görmeden  Fransa topraklarına çıkmıştık. Londra-Tünel arası dümdüz ova, Aynı şekilde Tünel-Paris arasıda  fazlaca yüksek bir tepe yada dağ görmemiştik. Yol üzerindeki köyler ve kasabalar düzenli ve yeşil bağ ve bahçeler içindeydi.

Trenimiz Fransa Saatiyle 17.00 de Nord Paris istasyonuna girmişti.Paris’e bu ikinci gidişimdi.  Eşim ise ilk kez görüyordu.  İstasyonda kendi köylümüz olan Metin ÖZCAN karşılamıştı. Ancak Paris’te işçiler yürüyüşte olduğundan yollar kapalıydı, gideceğimiz yere saatler sonra varabilmiştik.

29 Haziran Pazar günü, Paris’i gezmek amacıyla çıktık. Londra’da olduğu gibi Paris’tede bolca park ve bahçeler bulunmaktadır. Ancak Londra Paris’e göre daha geniş alanlar park ve bahçeler  olarak düzenlendiğini söyleyebiliriz.Tarihi mekanlar bakımından Paris çok daha zengin bir yapı arz etmektedir.Paris, için dünyanın kültür merkezi denmektedir.Çok yerinde bir tesbittir.

30 Haziran Pazartesi günü meşhur Eyfiel kulesini ve civarını ziyarete gittik.Eyfel kulesi 375 Mt.yüksekliktedir.Gustove Eyfiel tarafından 1880 li yıllarda  yapılmıştır. Asansörle çıkışını sağlamak için Thomas EDİSON tarafından Elektrik verilmiştir.Kulenin en tepesinde bu iki insan ve sekreterinin mumyadan heykellerini yapıp koymuşlar. (Thomas EDİSON Elektrik mucididir.)

Paris’i kelimelerle anlatmak oldukça zordur, gezip görmek lazımdır. Sen nehrinin Paris’i ikiye ayırıp yılanvari kıvrılarak akışı, ırmak üzerinde nazlı nazlı yüzen yolcu gemileri, Irmağın iki yakasını bir birine bağlaya güzelim köprüler ve çepe çevre tarihi yapılar … hangisini anlatalım.

30 Haziran pazartesi günü köylümüz Musa ÖZCAN ve eşi ile birlikte iki aile olarak Paris’in 30 –35 km batısında yer alan VERSAİLLES Sarayına gittik.  Bu saray Fransız imparatorlarının ikametgah olarak kullandıkları ve bir kısım ziyaretçilerin kabul edildikleri mekanlardır.

Versailles Sarayı, çok geniş bir alana kurulmuş benzeri çok az bulunan tarihi bir yapıdır. Üç saatlik zamanda sarayın 1/3 nü  sanırım ancak gezebildik. Saray dört-beş kattan müteşekkil; Fransızları dünyanın en sanatkar milleti demek herhalde  bir hakkın teslimidir.Sarayın çok geniş bahçesi binbir çeşit çiçek  ve ağaçlarla bezenmiş bahçesi bulunmaktadır. Bin dönümün üstünde bir alana sahip Bahçelerin yanlarında su kanalları ve göletler mevcut Su fışkırtan, kablumbağaları kurbağalar, balıklar ve insan heykelleri bulunmakta,  adeta cennetten bir köşe haline getirmişler. 1996 da Berlin deki (Potsdam)Alman imparatorlarının yazlık saraylarında gezmiştim. Fakat Versay Sarayları ile mukayese edilemez. İstanbul’daki Topkapı Sarayı buranın yanında çok sönük kalır.

Napolyonun yatak odası, Sarayın ön giriş meydanına bakmaktadır, Doğan güneşin, ilk ışıkları odanın içine girmesini istemiş, dolayısıyla yatak odası doğuya bakmaktadır. Sarayın Güney-Kuzey ve batısı bahçelerle çevrilidir.Alabildiğince yeşillikler alıp gidiyor. Oval, Dairesel ve dikdörtgen biçiminde çokça havuzlar  çevreyi süslemektedir. Her çeşit ağaç ve çiçek bolca görülebilmektedir. Sarayının iç mekanındaki güzellikleri anlatmak oldukça zor. Muhteşem bir zenginlik, gezip görmek lazım

Sen Nehri kıyısındaki Noterdam Kiliseside bir başka tarihi yapı ama akşam saatleri olduğundan içine girememiştik.

Lourve müzesini  ise,  1 Temmuz günü ziyaret etmiştik. Lourve müzesi dünyaca ünlü dört müzeden biridir. Diğer müzeler Amerika da Metropolitan, Rusya’da Sen Petersburg, da bulunuyor. Berlin’deki Pergomun (Bergama) müzesinide bunlara dahil edilebilir.

Lourve müzesi Şanzalize Caddesinin batı bitiminde, genişçe  bir yapı kompleksi şeklinde yapılmıştır. Zamanın Fransız İmparatorlarının devlet işlerini yürüttüğü mekanlardan en önemlisi olarak bilinir. Binanın kendisi bir sanat abidesi gibidir. İçinde yer verilen eserler bakımından da çok zengin bir mekan olarak karşımıza çıkmaktadır. Th Brıtısh Museum’a göre bu eserlerin çoğu Fransız yapımı olarak müşahede ettik. Pek tabi Mısır, Roma, Yunan, Mezapotamya’dan da getirilenlerde sergileniyor, fakat bir o kadarda Fransızların kendi yaptığı yapıtlar olarak görmekteyiz.  Zaten müzenin kendisi bir sanat abidesi olarak nitelenebilir.müze dört beş kattan oluşuyor, Ama çok geniş bir alana oturuyor. Üst katı tamamen resim tabloları süslemektedir.Üç saat süren ziyaretimiz müzenin ancak yarısını dolaşabildik.

3 Temmuz Perşembe günü Paris’in güneyine doğru yüksekçe bir tepenin üstünde yapılan  Beyaz kilise’ye gittik. Bu kilise oldukça eski ve büyük; diğer bir özelliği ise ilk haçlı ordusu bu kiliseden yola çıkmış olmasıdır. Oldukça fazla ziyaretçinin uğrak yeri olduğunu gördük. Yürüyerek çıkılan çan kulesinden Paris’i seyredilebilmektedir.

Paris’te dikkatimizi çeken diğer bir şey de her tarafta polisi sıkça görmemiz oldu. Kamu binalarının çevresinde, cadde ve sokaklarda  çokça polis noktaları gördük. Bekleyen yada yaya  ve mobil ekiplere rastladık. Aynı durum Londra içinde geçerliydi. Daha sonra uğradığımız. Hollanda ve Almanya’nın şehir ve kasabalarında da görecektik.Oysa 1996 yılında, Londra dışındaki bu ülkelerde adeta yer yarılmış polis içine girmiş gibiydi.Sanıyorum Afganistan ve Irak’ta yaşanan olaylar ve Amerika’daki ikiz kulelere yapılan  saldırılar bu duruma sebep olmuştur. Paris’i kelimelerle anlatmak imkansız.

5 Temmuz Cumartesi günü özel bir otoyla ev sahibimiz kardeşler ile birlikte Saat 13.00 te Paris’ten ayrıldık. Belçika üzerinden Brüksel’e uğramadan Lille üzerinden Hollanda’nın Breda kentine geldik. Breda da polislik yapan Yaşar Suret bizi karşıladı. Bizi getiren Musa ve Metin kardeşleri yolcu ettikten sonra birlikte Breda’yı gezdik. Breda küçük fakat şirin bir Hollanda şehri, 50 bin nüfusa sahip olduğu söylendi. Breda daki polis merkezini ziyaret ettik Küçük  mütevazi iki katlı bir bina şeklindeydi.Ancak her türlü donanıma sahip olarak gördük. Ekip otolarına konan cihazla, hareket yerlerini anında polis merkezi tarafından izlenebilmektedir. Bu sayede ekiplerin görev sahası dışına çıkması önlenmiş olmaktadır.

Breda’ daki polis memurlarının görevde gömlek altında yelek giydiklerini müşahede ettik.Hollanda’da  ekip yada devriye polislerin biri bayan olması dikkat çekiciydi.Bayan polislerin, oto sürdükleride ayrı bir  diğer husustur. Avrupa da polislerin görevleri başında iken hiçbir şekilde kendilerine sunulan ikramları (Çay,Kahve vb,) kesinlikle kabul etmediklerini, yine ilgimizi ve beğenimizi alan bir husus oldu. Bu konuda yasaklayıcı kurallar olduğu da bize ifade edildi.Karakollarda görevli polislere, Çevik kuvvet görevi verildiği zaman tam teçhizatlı çelik yelek  giydiklerinide Hollanda örneğinde gördük.

Breda’dan ertesi gün Denbose’a hareket ettik Pazar gününü  bu kentde geçirdik. Dünyanın üç büyük tarihi ve mimari  güzellikteki kilisesinin birinin bu kentte olduğunu belirtelim.477 yıl sürmüş yapımı diğer ikisi de biri Roma ‘da diğerinin de Amerika’da olduğunu öğrendik.

7 Temmuz Pazartesi günü Amsterdam’a hareket ettik  Amsterdam’ı 1996 yılında ziyaret etmiştim ama  çok fazla gezememiştim.Bu sefer hem eşimin de görmesini sağlamak, hem de merak ettiğim Van Gogh resim müzesini, Amsterdam limanını görmek istiyorduk. Bu gezimizde Kayserili ve Karamanlı iki aile de vardı. Tabi onlar orada çalışıyorlar. Gezimize eşlik ediyorlardı. Amsterdam 1 milyona yakın Nüfusu var. Hükümet merkezi bu kentte bulunmaktadır. Su kanallarıyla  ünlüdür. Nerdeyse her sokaktaki bir kanal bulunmaktadır. Bu kanallar küçük çaplı teknelerle yolcu ve yük taşınmaktadır. Kanalın her iki tarafında  sokaklar var. Ortası ise su kanalı şeklinde yapılmış, ilginç bir görünüm arz etmektedir. Şehirde genel olarak tarihi binalar yer almaktadır.Mimarisi Paris’i andırmaktadır.

Van Gogh resim müzesi dört-beş kat, fazla büyük olmayan bir bina; Van Gogh un hayattayken yaptığı resim tabloları sergilenmektedir. Şehir merkezinde yer almaktadır. Hemen yanı başında bir resim müzesi daha bulunmakta fakat burayı ziyaret edemedik. Bu müzede meşhur bir ressamın eserlerini ihtiva ediyormuş fakat ismini kaydedemedik.

Amsterdam’dan sonra Danhag (Lahey) e gittik, Burası Kraliçenin oturduğu ve Uluslar arası  Adalet Divanının bulunduğu kent. Tarihi bir şehir, Yarım milyon Nüfusu var. Denlhag limanına ve Atlas okyanusu sahilinde  biraz dolaştıktan sonra Roterdam’a hareket ettik. Roterdam’da Hollanda’nın üçüncü büyük liman kenti. Daha önce bu şehirde göremediğimiz Liman ve Döner kuleyi ziyaret etmek istiyorduk. Akşam Saat 20.30 da vardığımız Roterdam’a Karamanlı bir aileye bir süre uğradıktan sonra onların kılavuzluğunda şehir turu yaptık.Görmeye değer tarihi bir şehir. Liman üstünde yapılan asma köprü  ve liman altından yapılan tüneller  ilginç yapılardı,  Gece yarısından sonra bu kentten ayrılarak konak yerimiz olan Denbosh’a geldik.

8 Temmuz Salı günü Almanya’ya gitmek üzere ev sahibimiz Azmi KARAHAN ve  arkadaşı İsmail (Karamanlı) ile  yola koyulduk. Bu sefer otobanlar yerine daha tali yolları tercih ettik.

Bu seferki gideceğimiz şehir Dortmund yakınlarındaki Werl kasabasıydı.Hollanda’nın kimi köy ve kasabalarını gezerek Almanya ya gidiyorduk.Yolda meşhur yel değirmenlerini de gezerek  yolumuza devam ediyorduk.

Yolumuz Almanya’nın Duisburg,  Düseldorf, Essen kentlerinide içine alıyordu. Otobanlardan  gidildiği zaman pek fazla bir şey göremiyorsunuz. Ama tali yollar yad şehir içlerine girerek  gittiğimizde daha fazla güzellikler görebiliyorsunuz. Bizde öyle yaptık bahsettiğimiz  bu kentler çevresinde bolca fabrika ve kömür havzası bulunuyor. Bu bölge Almanya’nın can damarı denilebilir. Nitekim Hitler “Kavgam” adlı eserinde buralardan sıkça bahseder, Saat 13.00 de Werl’e varmıştık.Bu şehirde de tanıdık arkadaşlarımız bizi bekliyordu. Bu kasabada küçük ama oldukça şirin bir yerdi. Çok sayıda Türk aile İngiliz askerlerinin 1992 yılında boşalttığı yerleri satın almışlar. Adeta bir Türk mahallesi gibiydi.

1912 yılında hizmete açılan ilk Alman Barajı, Bu kentin 10 Km. doğusunda yer almaktadır. İngilizler, bu barajı 1944 yılında bombalayarak tahrip etmiş, daha sonra Almanlarca tekrar onarılarak hizmete sokulmuştur. Bu barajın çevresi cennetten bir köşe gibiydi.Her tarafı çam ormanlarıyla doluydu.çevresinde şipşirin köyler yer almaktadır.bu küçük yerleşimlerde her türlü sosyal aktiviteye rastlayabilirsiniz.

Bu kasabada bulunduğumuz üç gün içinde,  Drotmund, Bochum, Köln, Essen ziyaret  ettiğimiz şehirler oldu. Köln içinden Ren Nehri aktığı için  daha bir güzeldir. Yolcu ve yük taşımacılığı bu nehir yoluyla yapılabilmektedir. Bochum da bir akşam ziyaret ettiğimizde  Türklerin yoğun olarak yaşadığı mahalle polis tarafından abluka altına alınmıştı. Sebebi ise mafyavari  silahlı saldırı olmuş, ölen olmamış ama bir çok yaralı olduğu söylendi bize. Uzun namlulu silahların kullanıldığı çatışmada, şans eseri ölen olmazken, o bölgede büyük bir huzursuzluğa sebep olmuştu. Sebebi ise Türk vatandaşları arasında bir rant kavgası olduğunu ertesi gün öğrenmiştik.

Bulunduğumuz bu bölgeden Perşembe günü Bielefield’e geçtik. Bu kenti üçüncü ziyaretim oluyordu.Burada da yakın akrabalarım vardı. İki günde burada kaldık.Bu kentte tarihi kaleler ve kalede yapılan zindanlar dışında belirgin bir özelliği bulunmamaktadır. 1996 yılında Bremen Hamburg  gibi kentlere gitmiştik.bu sefere buna gerek görmedik. Hamburg bana çok karışık gelmişti. Bremen’deki Bremen mızıkacıları heykelinin önünde hatıra resmi çekmiştik.

11 Temmuz günü saat 10.00 sıralarında Wolfeubettel’e gitmek üzere yola çıktık.Bu sefer yanımızda amcaoğlu  ve eşi vardı.yolumuz doğuya doğru 260 Km. civarındaydı.Wolfenbattel de yeğenlerimiz oturuyordu. Onlarda bizi bekliyorlardı. Bu kente öğle saatlerinde vardık. Aynı gün emekli bir polisin kılavuzlığında kenti gezdirdiler. Wolfenbüttel Anadolu’daki Safranbolu, Beypazarı vb. şehirler gibi tabii ahşap binaların yer aldığı bir şehir. Yaklaşık 50-60 bin nüfuslu bir kent. 1871 den önce o bölgenin 350 yıllık başkentliğini yapmış, Çok sayıda tarihi bina bulunmaktadır. Martin Louter, Protestan mezhebinin ilk hareketinin başlatıldığı kent ünvanına da sahiptir. Bu kentin hemen kuzeyinde Braunschweig ve Wolfsburg, Salzgitter, Golzar, Bedharzburg bulunmaktadır. 60 km. batısında ise Hannover yer alıyor.

Wolfsburg’da Wolfswagen otomobillerinin fabrikası da bulunuyor. Bu fabrikayı da ziyaret ettik.1902 den itibaren ilk mekanik hareketle yürütülen arabaların ve wolfswagen otomobillerini gelişimini gösteren büyükçe bir otomobil müzesi yapmışlar. Oldukça ilginç bir araba müzesi ortaya çıkmış.Fabrika oldukça geniş bir alana yayılmış, adeta ayrı bir şehir görünümünde, Su kanalları dahil her türlü ulaşım imkanına sahip .Fabrikanın her türlü sosyal tesisleri mevcut, İnsanlar buraya gelip hem eğleniyor, hem de bu devasa tesisleri geziyorlar “Wolfs Almancada Kurt manasına geliyor. Burg ise kale demek, yani “Kurt Kalesi” anlamına gelmektedir. Goslar tarihi bir şehir, 1980 dede bu kenti gezmiştim. Yeşillikler içinde şirin bir tarihi şehir; Bedhosburg da aynı durumda, Termal su havuzlarıda var, çam ormanlarıyla çevrili çok özel bir kent. Eski yapılar özenle korunmuş ve insan büyüleniyor.

Braunschweighda bolca kilise binası var, Ancak çok özel bir güzelliğine rastlamadık.           

16 Temmuz Perşembe günü, Wolfenbüttefide den erkenden ayrıldık. Bu sefer yanımızda yeğenim ve onun beyi (Almanya da Komiser) vardı. Bu seferki gideceğimiz yer Almanya’nın en güney ucundaki Bodensee gölü kıyısındaki Lindou kenti.  Burada üç gün pansiyonda kalıp o bölgeyi gezip göreceğiz Bulunduğumuz bölgeye 650 Kmuzaklıkta, Sabah Saat 06.00 da yola çıkmıştık. Hava şansımızdan hep açık ve güneşli geçmişti. Daha sonraki günlerde de öyle geçecekti.

Bodensee gölü, boden denizi olarak kullanılmaktadır. Bu gölün kuzeyi Almanya, Güneyi İsviçre, doğusu ise Avusturya ile çevrilidir.

Lindau ya gittiğimiz Perşembe günü  öğlenden sonra gölün  batı kıyısını izleyerek İsviçre’ye gittik. İsviçre Avrupa Birliğine üye olmadığı için sınırda polis kontrolü var. Bizi  kontrol etmediler. Ama ülkeye giriş ve çıkışlar kontrollü olduğunu gördük. Oysa diğer Avrupa birliği ülkelerini gezerken sınırda kontrol olmadığı gibi, sınırın neresi olduğunu çoğu zaman anlamazsınız.

İsviçre’nin Schaffhousen kentine gittik. Burada Ren nehri yüksekten aktığı için şelale oluşturuyor. Oldukça ilginç bir görünüm vardı. Ren nehrinin esasen İsviçre Alplerinde doğup bir yanıyla İsviçre Liechtenstein sınırını çizerek Bodensee gölüne katılıyor. Daha sonra bu gölün batı ucundan gölün taşan sularıyla Schaffhawen’a akıyor. Debisi oldukça fazla olduğunu belirtelim.Ren Almanya’yı güneyden kuzeye  boydan boya katedip, Köln bölgesinden batıya yönelerek,  Hollanda dan Atlas Okyanusuna dökülmektedir. Schaffhousen Zürih’e 40 Km. mesafede bir yer. Ancak Zürih’e istemememize rağmen gidemedik. Almanya en kuzeyinden güneyine kadar dağlık bölgelere rastlamazken İsviçre adeta  dağlar ülkesi gibidir. Aynı şeyi Avusturya  içinde söylenebilir. Bodensee ve Rhein nehri adeta bölgenin  can damarı gibidir. İsviçre hemen düzen ve intizamıyla kendini belli ediyor. Schaffhausen de akşam yemeği yedikten sonra Lindau ya geri dönüyoruz.

Ertesi gün Bodensee gölü içinde yer alan çiçek adasına gidiyoruz. Adaya küçük bir tekneyle  gidiyoruz. Buraya daha büyük yolcu gemileri ve araba vapurları da yakınındaki yarımadaya gidebiliyor. Ada bir zamanlar bir aile burayı  350 yıl süreyle mesken tutmuş 20-30 dönümlük arazide  küçük çaplı saraylar, 500 yıllık ardıç türü ağaçlar  her türlü çiçek ve diğer ağaçlarla donanmış vaziyette. Ada küçük bir köprüyle arkasındaki yarım ada ya bağlantılı Adanın birde kilisesi  bulunuyor. Çok sayıda yerli ve yabancı turist ziyaret ettiğini görüyoruz. Bu günü adayı ve Bodensee çevresini gezmekle geçiriyoruz. Lindau’da yine gölün içindeki eski bir yerleşim yeri olan Lindau adası  ve limanını gezerek geçiriyoruz. Bu küçük ada köprüyle anakaraya bağlanmıştır. Lindau kenti ve limanı ilginç tarihi yapıtlarla dikkati çekmektedir.Akşam yemeğini Çin lokantasında  yiyoruz. Çin ördekleri ve çorbası çok lezzetli, çubuklarla yemeyi pek beceremiyoruz. İlk defa bir Çin restorantında yemek yiyoruz. Çin mutfak kültürü oldukça zengin olduğu söylenebilir.

19 Temmuz cumartesi günü sabah erkenden yola çıkıyoruz Lindau’dan doğuya doğru Avusturya ya geçiyoruz.gölün kıyısında Avusturya’nın Bregenz kenti yer alıyor. Yüksekçe bir tepeye çıkıyoruz; buradan doğudan batıya doğru Bodensee gölü tüm güzelliğiyle görülüyor. Gölün üstünde çokça yelken var. Sol karşıda İsviçre kentleri aynı tepede Avusturya ve İsviçre Alpleri karlı tepeleriyle bize göz kırpıyor. Bu bölgede gür çam ormanları alabildiğine uzanıp gidiyor. Her taraf yeşillikler içinde, Yaban keçileri için özel mekanlar yapılmış, keçiler kayalara tırmanıyor ve ilgi topluyor. Buradan aşağıya iniyoruz. Brendes kentine doğru yol alıyoruz. Önce sahilde bir tiyatro sahnesi ve çevresini ziyaret ediyoruz.Tiyatro salonu gölün üstüne yapılmış. Sahnede (gölün içinde ) New York’taki kulelerin yıkılışını tasvir eder biçimde düzenlenmiş, oyun oldukça rağbet görmüş ki  biletler bir ay önceden bitiyormuş. Akşama Tiyatroya gitme arzumuz böylece sona eriyor. Yeğenim ve eşi  biz sonrada olsa gelip bu oyunu seyredeceğiz diyorlardı. Tiyatronun batı sahilinde plajlar yapılmış İnsanlar güneşlenip göle giriyorlardı. Hava oldukça sıcak .Buradan ayrılıyoruz. İsviçre’ye doğru yola çıkıyoruz.Yolumuz güneybatıyı ve göl kıyısını takip ediyoruz. bir süre sonra İsviçre sınırındayız, Sınırda kontrol noktaları  ve polis, selam veriyoruz. Bize geçin işareti yapıyorlar, Sanki bizimde polis olduğumuzu biliyorlarmış gibi bir his var içimde, bir tarafta da polislerin çalışmalarını da  kamerayla kaydediyoruz. Sahilden İsviçre’ye doğru yol alıyoruz. 20-30 km. sonra geriye dönüş yapıp İsviçre’nin iç kısımlarına doğru güneye yöneliyoruz. İsviçre’nin kent ve kasabaları çok daha tertipli ve düzenli alabildiğine çiçekler ve yeşillikler çam ormanları ağırlıkta, sahilden  dağlık iç kesimlere doğru yol alıyoruz. Yol iç kısımlara doğru yükseliyor. Virajlı ve dik yolumuz üstünde şirin Atstatten kasabasında mola veriyoruz Kasabayı gezerken bir Türk restaurantına rastlıyoruz. Zaten Avrupa’nın her yerinde Türk restaurantlarına rastlanabilmektedir. Sahibi Konya’nın Cihanbeyli ilçesinden, öğle yemeğini burada yiyoruz. Kasabada 10 Türk ailesi olduğunu öğreniyoruz.. yolumuza devam ediyoruz. Yol dik ve dolambaçlı ama çok şirin bir coğrafya,  bir tarafta kamerayla etrafı çekiyoruz, yol üzeri köylerde bolca inek görüyoruz.Köyler müthiş güzel  dağ tepe görememe hasretimizi burada bolca etrafı seyrederek gideriyoruz. En son gideceğimiz tepenin dibindeki Wasserauen’da  yol bitiyor. Teleferikle tepeye çıkacağız oldukça kalabalık gruplar var, yaklaşık 30 kişi alan teleferiğe biniyoruz. Burası Alplerin en kuzeyi ucu denebilir. Her tarafı çam ormanlarıyla kaplı, aşağıda birbirinden güzel köy ve kasabalar, dağların zirvesinde ince bir duman yamaç paraşütleriyle gökyüzünde süzülen yüzlerce paraşütçü görmeye değer bir manzara. Nihayet 1790 Rakımlı tepeye çıkıyoruz. Bu noktadan Almanya, Avusturya, Liechtenstein, İsviçre Alpleri seyrediyoruz.Alplerin tepelerinde hala karlar duruyor. Zaten İsviçre ve Avusturya’nın dağlık olduğunu söylemiştik.Dağların genelde çam ormanlarıyla kaplı olduğundan daha güzel bir görünüm arz etmektedir. Dağlar genel olarak batı doğu istikametinde uzamaktadırlar.

Geldiğimiz bu yer , yaklaşık Avusturya sınırına 60-70 km. mesafede bir yer, İsviçre’nin kuzeydoğusunda yer almaktadır. İsviçre’de neredeyse her yerde teleferikle  bu tip yüksek yerlere çıkabilmekte olduğunu öğreniyoruz.

Gölün Güneydoğusunun 35 Km. İçlerinde Liechtenstein yer almaktadır. Lieschtenstein 25-30  bin nüfuslu bir Avrupa ülkesi. Burayı İsviçre’ye gittiğimizde  1790 rakımlı tepeden izlemiştik. Yeri dümdüz ova bir çeşit şehir devleti gibi bir yer bu ülkeye gidemedik.

Bulunduğumuz tepe-dağdan iniyoruz. Geldiğimiz istikamette Brengez e geliyoruz. Bodensee’de yüzmek için göle giriyoruz. Akşam olmak üzere Lindau’ya geri dönüyoruz.Şehir içinde Limanda gezip sahilde bir şeyler içiyoruz.Birbirinden güzel müzikler dinliyoruz.Gece yarısı yorgun argın  pansiyona dönüyoruz. Ertesi gün sabah erkenden Lindau’dan ayrılıyoruz. Lindau Bodensee gölü etrafında bolca elma, üzüm ve benzeri sebze ve meyve bahçelerinin de olduğunu da belirtelim. Yolumuz bu sefer Münih in 105 km. güneyinde Avusturya sınırındaki FÜSSEN, burası Avusturya sınırında bir yer. 1864 yılında babasının ölümüyle bölgenin kralı olan Ladwig Almanya’yı baştan başa gezer ve en son bu bölgeyi çok beğenir.ve burada kalmaya karar verir. Henüz yaşı 18 dir. Ama müthiş bir hırs ve enerjisi vardır. Kolları sıvar dört ayrı şato saray yapımına karar verir, 1868 de inşaatına başlanır.Bu bölgenin güneyi Alplerin başlangıç noktası dağın kuzey yamacında saraylar inşa  edilir, alabildiğine ormanlarla kaplı, dağlar sarp ve yüksek, doğudan batıya doğru uzanır. Dağların güney arkası Avusturya, Kuzeyde ise uzayıp giden düzlükler  Almanya Dağın yamacında ve kuzey düzlüğünde birden fazla  tabii göller yer almaktadır. Her taraf ormanlarla kaplı müthiş bir manzara insanı büyülüyor.

Bahsettiğim saraylarda  bu dağın yamacında ve aralıklarla yapılmış sarayın ikisini göremedik.  Kral 35 yaşında doktoruyla birlikte suda boğulmuş olarak bulunuyor. Yani belli ki öldürülmüş. Dolayısıyla saraylarında bir kısmını bitiremiyor. 1886 da öldüğünde bu gün ki halini alır, ölümünden sonra yapımı devam etmez. Çünkü onu öldürenler bu sarayların devamını istememektedir. Bu gün Almanya’nın her yerinde bu sarayların tanıtım posterlerini, kitap,broşür ve resimlerini görebiliyoruz. Gerçekten mimarisi ve doğal ortamıyla fevkalade bir güzellik sunuyor. Burası cennetten bir köşe gibidir.  Fransa, İngiltere ve Berlin’deki  imparatorluk saraylarındaki bahsettiğimiz güzellikleri bu sarayda da bulabilirsiniz.

20 Temmuz Pazar günüydü buraya gidişimiz, garip duygularla  Saat 15.00 gibi buradan ayrılıyoruz.Yolumuz Münih’e doğru önümüzde dümdüz arazi dağlar arkamızda kaldı. Akşam18.00 uçağıyla Münih’ten Türkiye (Antalya) ya hareket edeceğiz  Münih’e uğramadan doğrudan Uluslar arası Hava Limanına gidiyoruz. Münih i 1980 de İstanbul’dan trenle gelmiştim. Gördüğüm bir şehir yeri oldukça düz  bir ova; Bir milyondan fazla nüfusa sahip zamanımız olmadığından  Münih e girmiyoruz. Hava Limanı oldukça büyük, şehrin kuzeyinde yer alıyor. Kayseri’ye yer bulamadığımızdan dolayı  Sun Expres Hava yollarıyla Antalya ya gitmek zorunda kalıyoruz. Antalya dan gece 12.00 de iniyoruz. Polisevinde gece konakladık.Sabahleyin Saat 9.00 da Kayseri’ye yola çıkıyoruz.Isparta, Konya üzerinden 11 Saat sonra Kayseri’ye varıyoruz.Tabii hayli yorgun argın seyahatimizi tamamlıyoruz. Ama yorgunluğa değdi diye düşünüyorum. Ağustos  2003