Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

AB BAĞLAMINDA YUNANİSTAN ve TÜRKİYE

 

                                                                                                 (Geçen Sayıdan Devam)

 Tuna SAYLAN*

 

AVRUPA KAMUOYUNDA TÜRKİYE ALEYHİNDEKİ BİR TAKIM GÖRÜŞLER

 

Başta, Avrupa Kültürünün temelini teşkil ettiğine inanılan Greko-Romen, yani Yunan – Roma kültürü içersinde Türkiye ve Türklerin yerinin olmadığı ve Türkiye’nin çok büyük bir parçasının Avrupa kıtasında olmadığı savunması yer almaktadır.

 

Yukarıdaki bölümde de değinildiği üzere, bir Türk İmparatorluğu olarak addedilen Osmanlılar, Roma İmparatorluğunun üçüncü varisi olarak kabul görmektedir. Ayrıca, bugün bir Yunan kültüründen bahsedilebiliyorsa, şu anki Yunan kültüründen apayrı bir konumda olduğu değerlendirilmesi gereken, MÖ 3000 yılına dayandırılan üretici konumdaki Yunan kültürünün tohumlarının atıldığı, yeşerdiği yer, Asya Kıtasının bir başka sınırını teşkil eden Ural Dağları ile karşılaştırıldığında yaklaşık 1000 kilometre daha yakın ve Asya Kıtasına dahil olan, Anadolu yarımadasında yer alan sekiz medeniyetten sonuncusu ve daimi olanı, Türklerin engin hoşgörüsü ve muavenet edici konumu sayesinde olduğu unutulmamalıdır.

 

İkinci olarak, başta Vatikan ve tutucu kesimler tarafından desteklenen, AB’nin bir Hıristiyan Topluluğu olduğu ve bu toplulukta Müslüman Türkiye’ye yer olmadığı gelir.

 

Avrupa Anayasasının taslağının hazırlanması aşamasında önemli tartışmalara yol açan, “Avrupa’nın dini Hıristiyanlıktır.” İfadesinden hareketle, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelen laiklik ilkesinin, temeli olan yeniden doğuş (rönesans) hareketinin ardından gelen yeniden yapılanma (reform) hareketleri AB kamuoyunun kendi çelişkilerinden bir tanesidir. Ayrıca, Katoliklik inancının merkezi olan Vatikan, Prof.Ünsal OKSAY’ın 28 Kasım 2003 tarihli Milliyet Gazetesi’nin Popüler Kültür isimli ekinin sekizinci sayfasında yer alan “Urfalı İşsiz, AB’de ne Halt edecek?” başlıklı yazısında da değindiği üzere, “Dünyada dine en liberal şekilde yaklaşan, hayata dini açıdan bakmamakta en önde gelen (tarihte ilk olarak İtalyan asıllı olmayıp, Polonyalı olan bugünkü) Papanın kendisi.” Ancak burada önemli olan konuya Papa’nın kişisel bakış açısı değil, Vatikan’ın kurumsal yaklaşımıdır. Öte yandan, yeryüzündeki ilk kiliselerin Türkiye’de, Anadolu’da bulunduğu unutulmamalıdır.

 

İslam inancını benimsemiş Türk halkı, başta Anadolu olmak üzere Hıristiyan halklarla beraber huzur içinde yaşamış ve yaşamaya da devam etmekle birlikte, bunun temelinde tarihte yer almış tüm Türk devletleri gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de tüm vatandaşlarına adil ve eşit davranmasının yanı sıra, laik yapısının yattığı bir kez daha anımsanmalıdır.

 

Üçüncü olarak, Türklerin Asya kökenli bir kavim olmasına devamlı surette dem vurulmaktadır.

 

Asya’nın doğusundan kaynaklanan, Avrasya’nın bugünkü şekillenmesinde ana rolü oynayan Kavimler Göçü’nün tetikleyici sebeplerinin aslı, Çin ile tarihte bilinen ilk Türk devleti Hunlar arasındaki çekişme ve o coğrafyadaki yaşam şartlarının zorluklarıdır. Bu sebeplerden dolayı batı yönünde ilerleyen, Türk kavimlerinden Hunlar, Orta Asya’nın iç kesimlerinden hareketle, Karadeniz’in batısından, Roma İmparatorluğu’nun kontrolü altındaki Panonya iline gelir ve Attila liderliğinde Romalıları burayı terk etmeye zorlarlar.[1] Bu hareket esnasında daha sonra doğu ve batı (Ostrogot – Vizigot) şeklinde ikiye ayrılacak olan Got, Gepit ve Vandal gibi Germen kavimlerinin batıya doğru olan göçünden en büyük zararı Roma İmparatorluğu görür.  Buraya yerleşen, kendi dillerinde Magyar, İngilizce de ise Hungarians diye anılan Hunlar zamanla Katolikliği benimser. Her ne kadar bir takım dini, kültürel ve siyasi sebeplerden dolayı kendilerini Türki bir kavim olarak nitelendirmekten imtina etseler de, Macar Devleti ve Halkı, Türkiye Devleti ve Halkı tarafından sempati ile algılanmalarının yanısıra; AB üyeliğine karşı söylem geliştirenlerin, Türkiye’nin önüne daimi olarak Asyalı kökenlerini dile getirdikleri tezlerine karşı, Macarlar, Finlilerle birlikte en iyi örneği teşkil etmektedir.       

 

Hürriyet Gazetesinin 20 Aralık 2003 tarihli sayısının 23. Sayfasında “Görücü bahanesi” başlığı ile çıkan Alman tarih profesörü, Hans Ulrich Wehler’in, Türkiye’nin AB’ye hangi nedenlerle üye olamayacağına dair yedi görüşüne, fazla bir yorum yapmadan, yer verilmiştir. Bu görüşler ve görüşlere dair değerlendirmelere aşağıda değinilecektir:

 

1)     Aydınlanma yok: Türkiye hiçbir zaman tarihi Avrupa’nın parçası olmadı. Türkiye, Avrupa’yı şekillendiren Antik çağ, Roma hukuku, Reformasyon, Aydınlanma hareketlerinden hiç nasibini alması Dünyada yedi büyük dinden sadece İslam koyu bir Batı düşmanı. Buna karşı İslam içinde bir aydınlanma hareketi görünmüyor.

 

Tarihin ve Avrupa kıtasının bir çok yerinde olan Yahudi karşıtlığı harekete karşın, İspanya’dan kovulan Sefarat ve Almanya’da damgalanan, malvarlıklarına el konan ve farklı kötü muamelelere maruz kalan Musevi inancını taşıyan insanlara, Rus yayılmacılığı altında ezilen, Katolik inancını taşıyan Macar ve Polonyalı göçmenlere ve çok yakın geçmişe kadar sırf ırkları ve inançları sebebiyle kötü muamele gören, vatandaşlık hakları kullandırılmayan, vatandaşlıktan çıkartılan ve zaman zaman katliama maruz kalan Yunanistan, Kıbrıs Adası, Bulgaristan, eski Yugoslavya coğrafyasında yer alan Bosna Hersek, Kosova, Rusya’nın kontrolünde bulunan Kafkasya’daki milyonu aşan insana kucağını açan, ekmeğini paylaşan, toplumun ve devlet yönetiminin her kesimine kabul edenin Türkiye olduğu akıllarda tutulmalıdır.

 

Türkiye hiçbir zaman Avrupa’nın bir parçası olmadıysa, Türkiye’nin selefi olan hoşgörülü ve yatırımlarının büyük bir kısmını Avrupa’da yapan Osmanlı İmparatorluğu zamanında da, o günlere kadar birbiriyle çekişme halinde olan, Osmanlıların Habsburglarla sınırını teşkil eden Sırp, Boşnak, Hırvat, Makedon, Karadağ, Arnavut, Yunan gibi Balkan halklarının birbirleriyle çekişme içinde olduğunu iddia edilmesi oldukça zordur.

 

Tüm Hıristiyanlar Türk düşmanıdır, tüm Museviler İslam düşmanıdır diye bir genelleme yapmak ne kadar yanlışsa, yedi büyük dinden sadece İslam’ın koyu bir batı düşmanı olduğunu iddia etmek de bir o kadar yanlış bir varsayımdır. Bu yaklaşım, Ülkemizde ve yurtdışında yaşayan bazı vatandaşlarımızın, İslamı ve İslami hayat biçimini Pers, Fars, İran ya da Arabistan giyip tarzıyla örtüştüren ve evrensel bir değer olan yılbaşını kutlama kültürünü, İslam dinin gereklerinden biri olan ve hiçbir peygamberi inkar etme gibi bir seçeneği olmayan, ancak bu inanışı, işine gelmeyince bir kenara koyarak, yeni yıl kutlamalarının Hıristiyan inancından kaynaklanması sebebiyle haram olduğuna dair fetva veren zihniyetle aynı paralelde değerlendirilmelidir.

 

Aynı zamanda tarihten ilgi çekici bir örnek vermek gerekirse, II. Mahmut döneminde halkın “Fes”i çeşitli dini önyargılarla kabul etmemesi gibi, Atatürk’ün şapka devrimiyle, simgesel bir anlamı olan fesi kaldırarak şapkayı getirmesine karşı halkın yine aynı şekilde, dini bir takım önyargılarla şapkayı kabul etmemesi gibi gülünç sayılabilecek bir örneği de hatırlamakta fayda vardır. Buna karşın en güncel cevap, Hürriyet Gazetesi’nin 1 Ocak 2004 tarihli sayısının manşetinde ve 20. sayfasında yer verilen “Medeniyetler buluşması” başlıklı haberdir. Bu haberde, 67 yaşında, 17 yıldan beri oturduğu Antalya’nın Alanya İlçesi’nde hayata gözlerini yuman Alman Marinne Kusch’un cenaze törenine Türkler ve Almanlar tarafından katılımın yanısıra, Müftü Gevher ile Papaz Korten’in dua etmeleri, törenden sonra iki dine de uygun olacak şekilde ekmek ve helva dağıtılmasına ve Türkiye topraklarında yer alan Alanya’daki Hıristiyan Mezarlığı’na gömülmesine yer verilmiştir.    

 

Dahası, AB’nin kurulma sebeplerinin temelleri arasında sayılabilecek, Deli Petro diye anılan Rus hükümdarının başlattığı Batıya ilerleme ve sıcak denizlere açılma politikasını, SSCB’nin dağılmasına kadar olan süreçte sürdüren Rusya’nın, Avrupalı sayılmama eğiliminin bile bertaraf edildiği bir ortam da bile, Avrupa’nın büyük güçleri ile, ilk defa Rusya’ya karşı olan Kırım Harbi’nde müttefik olan Türkiye’nin selefi olan Osmanlı İmparatorluğu olduğu unutulmaktadır.

 

Tüm bunlara ek olarak unutulmamalıdır ki, sadece Almanya’da yaşayan Müslüman Türk nüfusu üç milyona yakın seyretmekte olup, Wehler’in iddialarına göre, bu Türk varlığının, 1960’lı yılların başından beri yapageldiği şekilde, çalışan genç nüfusa ihtiyaç duyan ve bugünlerde eksi değerlere düşen Alman ekonomisine ve toplumuna çok şey kazandırmayarak, Alman toplumuyla kaynaşmayarak, Almanlara Almanya’da Almanları kötülemesi gerekmektedir. Sadece Almanya’da değil, Fransa’da, İtalya’da, İsveç’te, Birleşik Krallık’ta, Belçika’da, Hollanda’da, Danimarka’da, Yunanistan’da çok az sayıda olmakla birlikte Polonya’da, Macaristan’da, yakında Birliğe girmesine kesin gözle bakılan Bulgaristan ile Romanya’da ve şu anda belki düşüncesi bile oluşmayan, tahminlerimizden yakın bir süre içersinde Birliğe alınacak olan Bosna Hersek’teki, Sırbistan-Karadağ, Makedonya ve Arnavutluk’ta bulunan Müslüman nüfusun varlığının azımsanacak düzeyde olmadığı dikkate değerdir.

 

Öte yandan Orta Çağda, eğitim, sağlık, savunma, maliye gibi, hayatın tüm yönlerinden çok kötü şartlar altında bulunan Avrupa’dan çok daha üstün durumda bulunan Osmanlı Devletinin İstanbul’u fetih şeklinin ve daha sonrasında Avrupa’da cereyan eden sanatsal, askeri ve toplumsal hareketlerin Reformasyon ve Aydınlanma hareketlerinin tetiğini çektiği hatırlanmalıdır.

 

2) Görücü Evliliği: Avrupa Hukukuna ters çok köklü gelenekler var. Bunların başında kızların çocuk yaşta ailelerin zoruyla hiç tanımadığı bir kişiyle evlendirilmesi geliyor. Okullarda din dersleri zorunlu. İlamcı okulları devlet finanse ediyor. Başörtüsüne tekrar izin verildi.

     

Buna verilebilecek en güncel cevap, Danimarka Hükümeti’nin Ülkelerinde yaşayan Türk göçmenlerin, tamamen kişisel bir seçim olması gereken evlenmelerine, Türklerin entegrasyonunu zorlaması gibi su üstüne çıkmayan bir sebepten dolayı ve ABD’de yaşayan Danimarkalıların, evlenecekleri kişileri yine kendi milletlerinden seçme özgürlükleri unutularak, antidemokratik bir şekilde karışmasıdır.

 

Her ülkenin, toplumun kendine göre gelenekleri ve görenekleri vardır. Bunların bir kısmı başka toplumlarca değişik ve kabul edilemez bulunabilir; hatta bunlar aynı toplum içindeki kişilerce de hoş bulunmayıp, uygulanmayabilir. Çok da eski olmayan, Yunanistan ve Türkiye’nin halen bazı kesimlerinde uygulanan evlilik adetlerinden bahsetmek gerekirse, Yunanlılarda yeni evlenen çiftlerin evine çeyizi kız tarafı verir, Türk adetlerinde ise erkek tarafı kız tarafına başlık parası öder. Bu tür adetler Türkiye içersinde bile, Muğla’dan Van’a çok büyük farklılıklar gösterir ve hatta Türk komedi filmlerine konu teşkil eder. Zorla evlendirme hadiseleri, toplumun büyük bir kısmı tarafından onaylanmasa bile, zaman zaman kamuoyunun gündemine gelmekte ve yaşanmaya devam etmektedir.

 

Okullarda din derslerinin zorunlu olmasına gelince, zorunlu din dersleri öğrencilere, kendilerini dinci[2] yapmak için değil, aksine sistematik olarak İslamın gerçeklerini, olması gerekenlerini ve hoşgörüsünü vermektedir. Burada, Wehler, inanca dair konuları bilinçli olarak saptırmakta, inanç çatışmasına dönüştürmek istemektedir.[3]

 

3)     Tarım ilkel: Türkiye geri kalmış bir tarım ülkesi. Halkın yüzde 35’inden fazlası çok ilkel metotlarla tarım sektöründe çalışıyor.

 

Bu yoruma karşılık, 1 Mayıs 2004’te AB’ye dahil olacak Polonya’daki durum örnek gösterilerek, Polonyalı çiftçilerin AB’nin tarım politikasına karşı yaptıkları protestoları anımsanabilir. Hatta Polonya gibi büyük ve kalabalık (38.7 milyon) nüfusa sahip bir ülkenin AB politikalarına kolay uyum sağlayamayacağı ve bunun hoşgörüyle karşılanması gerektiği, zaman zaman bir çok AB yetkilisinin ve Polonya makamlarının ağzından basına, oradan da dünya kamuoyuna yansıtılmıştır. Buna ek olarak,  daha AB üyesi olan İrlanda ve Birleşik Krallık’ın, bir takım milli çıkarları münasebetiyle Schengen, yine Birleşik Krallık, Danimarka ve çok yakın bir geçmişte İsveç tarafından Euro para sistemine dahil olmayı reddetmeleri de farklı yorumlara sebep olmaktadır. Bu yorumlardan hareketle, kimsenin, AB üyeliği için Türkiye’de yer alan olumlu hareketlerin, bu kadar süratli ve toplumun geniş bir kesimi tarafından desteklenmesi halinde bile, yaşanan bir takım aksaklıkları çok büyük olumsuzluklarmış gibi gösterilmesinin bir faydası olmamaktadır.

 

4)     Göçmen sorunu: Türkiye’nin AB’ye girmesi durumunda 10 ile 18 milyon arasında fakir Anadolu çiftçisinin Avrupa’ya göçeceği tahmin ediliyor.

 

Aynı çekincenin, dışarı aşırı göç veren Portekiz için de mevcut olduğu, Portekiz’in AET’ye dahil olmasıyla, korkulanın başa gelmediği, istihdamın arttığı ve mali durumun düzelmeye geçtiği bu ülkedeki dışarı olan göçün gönüllü olarak nasıl tersine döndüğü tekrar dikkatlere sunulmalıdır. 

 

5)     Biçimsiz komşular: Avrupa niçin ne olacağı bilinmeyen Irak, Suriye diktatörlüğü, teokratik rejimli İran, erozyona uğramış Gürcistan, Ermenistan ile komşu olsun?

 

Burada atlanan bir husus, benzer bir takım ifadelerin AB’yi çerçeveleyen ve bir kısmı 1 Mayıs 2004’te Birliğe alınacak olan eski doğu bloğu ülkeleri için de kullanılmaktadır. Bugün bir Avrupa suç haritası çıkartıldığında, otomobil, silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, adam öldürme, insan ticareti, göçmen kaçakçılığı, kara para aklama gibi bir çok suçun, Letonya, Litvanya, Estonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Macaristan, Arnavutluk, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan-Karadağ, Makedonya gibi ülkelerden ve Kosova bölgesinden arz – talep dengesine göre yönlendirilmekte ve örgütlenmektedir. İşte bu gibi konular ve çatışma bölgelerindeki istikrarın sağlanması amacıyla mücadele için BM, İstikrar Paktı, AGİT, SECI, İnterpol ve Europol gibi kuruluşlar aynı yukarıda bahsi geçen bir takım ülkeler gibi AB’yi çerçeveleyen bu ülkelerde görev almakta ve çalışmaktadır. Diğer bir taraftan, AB’ye alınan bu ülkelerde gerçekleşen özelleştirme hareketlerine bakıldığında, özelleştirilen bu kuruluşların demir perde zamanındaki yöneticileri ile mevcut sahip ve hissedarlarının ağırlıklı olarak aynı kişiler olduğu görülebilir. Bununla birlikte Gürcistan ve Ermenistan’ın Avrupa Konseyi üyesi olduğu dikkate değerdir.

 

Biçimsiz komşular diye tabir edilen, komşularımızda yer alan çok çeşitli çalkantıların aynısı ya da benzerlerinin, AB’ye sınır olan bir bölgede yer alması durumunda, acaba AB’nin, başta yasal ve yasadışı göç gibi, bu zorluklarla ne şekilde mücadele edeceği belli olmayacağı gibi, Avrupa’nın ortasında, eski Yugoslavya coğrafyasında yaşananlarla AB’nin ne şekilde etkili olduğu sorgulanır bir nitelik taşınmaktadır.  

 

6)     Bakıma muhtaç: 25 üyeyle karar almakta zorlanan AB niçin “devamlı bakıma muhtaç Türkiye’yi alsın?”

 

Türkiye, 70 milyona yakın, ağırlıklı genç nüfusuyla, güçlü sanayiye sahip Avrupa, petrol zengini Orta Doğu ve petrol ile diğer yer altı kaynakları bakımından zengin Orta Asya Türki Cumhuriyetleri arasında stratejik bir yere sahiptir. Dahası söz konusu nüfusuyla, gıda, giyim, turizm, otomotiv, askeri araç – gereç vs gibi akla gelecek her türlü konuda kendine yeten, başka bir ülkeye muhtaç olmadığı gibi, çevre ülkelere de ihracat yapan dünyada yer alan sayılı ülkelerden biridir.

 

Bununla birlikte, Türkiye’nin AB içersinde yer almasıyla, AB’de sözü geçen Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Belçika, Hollanda ve sözü geçecek olan Polonya’dan daha güçlü bir konuma geçmesi şimdilik hayal gibi gelse bile, aslında ciddi bir de gerçektir. Dünya’da çok ciddi buhranlar yaşanması, dünya istikrarını ve barışını bozacak/bozan bir ülkenin ortaya çıkması, Suriye, Irak, Filistin, İsrail, İran, Ürdün, Ermenistan, Gürcistan ve Rusya’ya bağlı Kuzey Kafkasya gibi yakın çevremizde yer alan bunalımlı ülkeler/bölgelerdeki olumsuzlukların, Türkiye’nin çevreye yaydığı pozitif değerlerin üstünde seyretmesi gibi durumların meydana gelmemesi halinde Türkiye sadece AB resmi karar alma organlarında değil, aynı zamanda şu anda olduğu gibi bölgede daha etken bir siyaset güderek, AB üyeliğinin getirdiği bir takım olumlu göstergelerle bölgedeki etkinliğini çok daha verimli kılabilecektir. Bu, başta Türkiye olmak üzere, AB ve bölge ülkelerinin çıkarına olacak bir durumdur.

 

Yunanistan ve Portekiz’in AB’ye kabulleri gerçekleşene kadar, gerçek anlamda bakıma muhtaç ülkelerden olduğu, ve Polonya ile Macaristan dahil, 1 Mayıs 2004’te Birliğe dahil olacak ülkelerin de aynı durumda oldukları unutulmamalıdır.

 

7)     Demokrasi sorunu: Türkiye ile müzakerelere başlanması Avrupa’daki demokrasi açığını arttırır. Türkiye’nin AB üyeliği sorunu 2004 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir halk oylaması kampanyasına dönüştürülsün.

 

Burada dikkati çekilmesi gereken bir ifade olan, “… Türkiye’nin AB üyeliği sorunu..”, söyleminin ardında yatan art niyet açıkça bellidir. Türkiye’nin Birliğe alınması değil, girişi artık geri dönülmez bir yoldadır. Bu da Türkiye’deki tüm kamu kurum çalışmalarının yanısıra, halk tarafından da benimsenmiş bir yoldur.

 

Mali durumla ve istikrarla aynı paralelde ilerleyen demokrasi, Türkiye’de her gün daha iyiye gitmekte, hatta bazı Avrupa ülkelerinden daha ileri bir konuma gelmeye daha yatkındır. Tarihte de görüleceği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930 yılında belediye, 5 Ocak 1934 yılında ise milletvekili seçimlerine katılım için kadınlarımızın önünü açması, o yıllarda Avrupalı kadınların bile sahip olamadığı bir hak olduğu hatırlara getirilmelidir.

 

Wehler’in gazetede alan bu söylemleri arasında, terörün olmaması da bir hayli şaşırtıcıdır. Bahse konu Profesör, İspanya’nın Bask, Birleşik Krallık’ın Kuzey İrlanda, kısmen İskoçya ve Galler, Fransa’nın şu an için halledilmiş olan Korsika, İtalya’a çok eskiden beri gelen Sicilya, yeni yeni yeşeren zengin Kuzey İtalya, Almanya’nın zengin Eyaleti Bavyera’nın ayrılıkçı hareketleri aklına gelmiş olacak ki, Avrupa’da özgürlük hareketi diye kabul gören, Ülkemizde ise 40.000 insan ve milyonlarca dolara mal olan terörle mücadele konusuna deyinmemiş olması bir hayli ilginçtir. Bunda büyük ihtimalle, dünya kamuoyunca da bilinen, ancak hiçbir şekilde karşı harekete geçilmeyen, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde yer aldığı bilinen dünya terör örgütlerinin merkezlerinin yanısıra, bu örgütlerin GKRY, Yunanistan, İngiltere, Belçika ve İsveç’in rahat ve bu tür hareketlere hoşgörülü ortamlarından hareketle buralarda da konuşlanmış oldukları ve teröre kaynak oluşturan çeşitli faaliyetlerini yürüttükleri bilinmeyen bir gerçek değildir.

 

AB Bağlamında Yunanistan – Türkiye

               

Osmanlı yönetimindeyken, 1821 yılında Mora isyanıyla başlayan, 1830’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla devam eden, Türk karşıtı güçlerin desteği ile Girit, Teselya, Epir, Makedonya, Trakya, Ege Adaları, On İki Ada ile gelişen, Kıbrıs, Anadolu’nun verimli batı kıyıları ve hatta, kendilerince bilinçli olarak Pontus diye adlandırılan, Trabzon ve civarını içeren bölge, Yunan Büyük Ülküsü (Megalo Idea) hedefleri arasında yer almaktadır. Bu sayılan coğrafyaların ağırlığını değil, tamamını Türkiye aleyhinde olduğu aşikardır.

 

Çok basit bir üniversite hazırlık tarih kitapçığının, “Komşularımız ve Tarihsel Hedefleri” başlığı altında yer verilen, “Yunanistan’ın Hedefleri kısmında bu bilgilere yer verilmiştir:

 

  • Türkiye’nin iç güvenliğini tehdit eden unsurlara destek vermek.
  • Türkiye’nin Batı ile bütünleşme yolundaki çabalarına engel çıkartmak.
  • Türkiye ile sorunları olan doğu ve güneydoğu ülkeleriyle savunma ve işbirliği anlaşmaları imzalamak.
  • Türkiye’nin ilgi sahası olan Balkanlar, Karadeniz, Orta Asya gibi bölgelerdeki etkinliğini azaltmak.[4]

 

İlk maddede yer verilen konuya değinilecek olursa, yıllardan beri basınımızda çıkan ve zaman zaman PKK-KADEK itirafçılarının da ifadelerinde, Yunanistan’ın bahsi geçen örgüte ne gibi yardımlarda ve desteklerde bulunduğu, tüm kamuoyunun dikkatine sunulmuştur. Hatta bu destekler salt Yunanistan tarafından değil, hiçbir diplomatik ilişkimizin bulunmadığı, aşağıda değinilecek olan, Yunanistan’ın her türlü hamiliğini yaptığı GKRY tarafından da adı geçen örgüte sağlanmaktadır.

 

İkinci maddeye ilişkin olarak, Avrupa’nın şımarık çocuğu diye tabir edilen ve hatta zaman zaman, diğer AB üye ülkelerini de zor duruma düşüren Yunanistan’ın, gene aşağıda değinilecek olan birkaç gerilimli husus çerçevesinin de dışına çıkarak, Türkiye’nin Batıyla olan ilişkilerini, birçok zaman AB üyeliğini de kullanarak sekteye uğratmaya çalıştığı bilinmektedir.

 

Üçüncü maddeden hareketle, Yunanistan’ın, Türkiye’nin komşularıyla olan bir takım tarihsel ve mevcut sorunlarını, Türkiye ile olan iyi ilişkisinin kendisine ne gibi yararlar sağlayacağını, belli bir sabit fikirlilikle görmezden gelerek, sadece ve sadece “düşmanımın düşmanı dostumdur” sözünden hareketle Türkiye aleyhine çevirmeye çalışmaktadır. Buna örnek verilecek olursa, Yunanistan Erivan, Tahran, Şam, GKRY yönetimleriyle Türkiye’yi bir kıskaca alacak şekilde, güvenlik işbirliği anlaşmaları imzalamış ve bu ülkelerin silahlanma çalışmalarına imkanları çerçevesinde yardımda bulunarak, bunu uygulamaya koymuştur. Buna Türkiye kısa sürede cevap vererek benzer bir uygulamayı Tiflis, Bakü, Lefkoşa, Tiran ile uygulamaya koyar.      

 

Son madde dikkate alınacak olursa, Türkiye’nin başını çektiği Karadeniz Ekonomik İşbirliği girişimine, yine Türkiye’nin bir jesti olarak, Karadeniz’e pek de yakın olmayan Yunanistan da davet edilir. Karadeniz havzasında bulunan ve ağırlıklı olarak eski demir perde yönetiminde yer alan ülkeleri kapsayan ve bu bölgede başta ekonomik, siyasi ve toplumsal istikrarı hedefleyen KEİ’de yer alan ve Türkiye ile hala bir takım husumetlerini sürdürmeye niyetli olan Ermenistan, Balkanlar’da önemli bir yere sahip olan ve bu bölgedeki en büyük ticari ortağımız olan Romanya ile Yunanistan ilişkileri oldukça dikkat çekicidir.

 

Bu kısımda yer alan konulara kısaca değinilmesinin ardından, belirli alt başlıklar altında daha ayrıntılı olarak değinilir:

                                                                                                                                             Sürecek…



[1] Europe On A Shoestring, Lonely Planet Publications, Avustralya, 1999, s 575

[2] Burada dikkat çekilmek istenen husus, halk tabiriyle “dinci” ve “dindar” kavramlarının arasındaki farktır. “Dinci”, ifadesinin kullanımının altında yatan, kimi zaman aşırı uç diye tabir edilen, kimi zamanda din kisvesi altında, çıkarları yönünde hareket eden, çıkarları lehinde dindaşlarını veya farklı dine mensup kişileri kışkırtan, farklı inanışları hazmedemeyen ve hoşgörüden uzak kimse anlamında kullanılmıştır. “Dindar” ise, inancını gereklerine göre yaşayan, dini inançtan başka bir amaca alet etmeyen gerçek inanan ve hoşgörülü kimse anlamında kullanılmıştır.

[3] İslamcı okulların devlet tarafından finanse edilmesi ve baş örtüsüne izin verilmesi gibi iddialara karşılık, bu konular üzerine yapılacak yorumlar farklı yerlere çekilip, farklı şekillerde yorumlanıp amacından saptırılabileceği için bu konuya değinmemeyi seçmiş bulunmaktayım 

 

[4] Cep Kitapları Seti, ÖSS Tarih, Güvender Yayınları, İstanbul, 2001 s.233-234.