AİLE VE ÇOCUK-2
Hasan YILMAZ
4.Sınıf Emniyet Müdürü
Balıkesir Emniyet Müdürlüğü
Çocuk Şube Müdürü
1988 yılında Komiser Yardımcısı olarak göreve başladım. Sırasıyla Eğitim Daire Başkanlığı, Kayseri Emniyet Müdürlüğü, Malatya Emniyet Müdürlüğü ve şu anda da Balıkesir Emniyet Müdürlüğünde Çocuk Şube Müdürü olarak çalışmaktayım. Çalıştığım birimlerde hırsızlıkla, fuhuşla, terörle, maddeyle vs. tanışmış gençleri tanıdım. Ben bu gençleri hep suç ortamında tanıyordum. Suç ortamı ile tanışan gençlerin ortamını hep bir dağın zirvesine benzettim. Zirveden aşağıya doğru ayakları tökezleyerek kaymaya, yuvarlanmaya başladıklarında, ellerini açarak tutunacak bir dal, bir el aradıklarını gördüm. Tanıdıklarımın hepsine ellerimi uzattım. Ama tam uçurumun kenarında olduğu için bir çoğunu geri yukarıya doğru çekemedim. Bir çoğu aşağıya doğru uçurumdan yuvarlandılar. Uçurumdan aşağıya baktığımda ise, orada fuhuş, terör, madde vs. grupları vardı ve bu gençleri aşağıya doğru çekiyorlardı. Gençler de daha fazla direnemeden aşağıya doğru yuvarlanıyordu. Bunları gördüğüm zaman kahroluyordum. Bazılarını sevgili eşimle paylaşıp ağlaştığımız çok olmuştur.
Kendime hep şu soruyu sordum; “Ben niçin başarılı olamıyorum?” Ülke insanı beni ve benim gibileri ilköğretimden, Polis Akademisine kadar ücretsiz okutmuş, belli bir bilgi birikimine getirmiş ve “İnsanlara güvenlik hizmeti sun” diye görev vermişti. Burnunu dahi silmesini! bilmediğini düşündüğüm odaklar (terör, fuhuş, organize, madde vs. odaklar) başarılı oluyor da, ben niçin başarılı olamıyordum? Ve yüzlerce genç suç ortamı ile tanışmaya devam ediyordu.
Bu düşüncem yıllarca soru işaretleri ile geçti. Taa ki Malatya Emniyet Müdürlüğüne atanıp, sevgili devre arkadaşım Metin VAROL ve üst devre AbimHüdayi SAYIN ile bu konu beyin fırtınalarına kadar sürdü. Bu fikir alışverişlerinden şunu öğrendim; “Biz iletişimi bilmiyorduk.” Doğan CÜCELOĞLU, Üstün DÖKMEN, Atalay YÖRÜKOĞLU, Haluk YAVUZER, Acar BALTAŞ, Zig ZİGLAR, Stefan COVEY, Pat MESİTİ, John MAXWEL, Thomas GORDON, Virginia SATİR vs. ile ilgili kitapları okumuyor ve genç dünyalar ile bir iletişim kapısı, penceresi açamıyorduk. Burnunu dahi silmesini bilmediğini! düşündüğüm kimseler bu gençlerin dünyasına birer iletişim kapısı, penceresi açtıkları için onları teröre, fuhşa, maddeye, organize suçlara vs. götürebiliyorlardı. Sevgili Metin ve Hüdayi Abi ile görüşmelerimiz döneminde, çok sevgili dostum mali müşavir Erkan ONEL bir gün bana: Nüvit OSMAY’ınİnsan Mühendisliği isimli kitabını verdi. Bu üç isim hayatımın dönüm noktası oldu açıkçası. Bana insan davranışı ile ilgili kendimi takviye etmem ve öğrenmemin bütün bir hayat boyunca devam etmesi gerektiğini öğretmişlerdi. Bunu öğrenmem benim yedi yılımı almıştı.
Bir gün Tokyo’da hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadım. Bir bahar gününün öğleden sonrası idi ve tren oldukça boştu; çocuklarıyla alışverişe çıkmış birkaç ev kadını, yaşlı iki üç çift vardı vagonda. Tren istasyonlarda duruyor. Pek inen olmuyordu. Bir istasyonda içeriye avazı çıktığı kadar bağıran sarhoş, pis, leş gibi kokan amele kılıklı biri geldi. Sendeleye sendeleye içeri girdi, üzerinde kusmuk kurumuştu ve ekşi ekşi kokuyordu. Önüne çıkan ilk kişiye-bu kucağında bebek tutan bir kadındı-bir yumruk salladı. Kadın geri çekildiği için yumruk omuzuna isabet etti ve onu vagonun öbür ucundaki yaşlı bir çiftin kucağına savurdu. Yumruğun bebeğe vurmaması bir mucizeydi. Yaşlı bir kadın kalkıp sarhoştan uzaklaşmaya çalışırken adam ona da bir tekme savurdu, kadın tekmeden kaçarken sarhoş “seni pis orospu!” diye küfrediyordu. Vagonun ortasındaki demiri yerinden çıkarmak istedi; sağ elinin kanadığını gördüm. Herkes korkuyla sinerken o kime saldıracağını kestirmek üzere etrafa göz attı.
“Oturduğum yerden kalktım. O zaman 1.90 boyunda, 100 kg. ağırlığında, günde 8 saat aikido eğitimi gören biriydim. Kendime güvenim tamdı. Henüz gerçek dövüş içinde kendimi denememiştim. Aikido hiçbir zaman bir saldırı aracı olarak kullanılmamalıydı; hocam bana sürekli aikido’nun bir barış gücü olarak kullanılmasını, ancak başkalarını korumak gerekirse dövüşme aracı olarak kullanılacağını söylemişti. Aikido çatışmayı çözmek için kullanılır, çatışma yaratmak için değil, derdi hocam. Hocama saygım o kadar yüksekti ki, birkaç kere, sokak serserileriyle kavga etmemek için kaldırım değiştirdiğimi hatırlıyorum. Fakat içimden, “Şöyle haklı bir durum çıksa da, başkalarını haksız yere rahatsız eden, zayıfları ezen biri üzerinde bildiklerimi bir uygulasam,” arzusu geçerdi.
“İşte dedim; şimdi bildiklerimi uygulamanın tam sırası. Bu terbiyesiz hem sarhoş, hem küfürbaz, hem de kadınlara ve çocuklara karşı saldırgan küstahın teki. Ona haddini bildirmezsem, şimdi bir masumun canını yakacak. İçim rahat olarak onun pestilini çıkartabilirim.
“Beni ayakta görünce sarhoş bana şöyle bir baktı ve, “bu yabancı piçinin Japonlara nasıl saygı gösterildiği konusunda bir derse ihtiyacı var,” diye ağzından tükürükler saçarak konuştu. Ben onu kızdıracak şekilde vagonun tavanındaki demirden tutmuş hafif hafif ayaklarım üzerinde sallanıyordum. Ona, önemsemeyen, küçümseyen bir şekilde baktım. Bu herifin leşini serecektim. Büyük ve cüsseliydi, ama sarhoştu ve kızgındı. Ben soğuk kanlı idim. Çok iyi eğitilmiştim ve ne yapacağını iyi bilen birinin güveni içindeydim.”
“Sana bir ders vereyim de hiç unutma pezevenk!” diyerek üzerime yürüdü. Hiç yerimden kıpırdamadım, hatta onu gözlerimle süzerek bir ibne öpücüğü gönderdim. Bana saldırmak üzere tam tavrını aldı. Neye uğradığını anlayamayacaktı. O bana saldırmadan birkaç saniye önce, biri, “Hey!” diye ona seslendi. Yüksek, tiz bir sesti, ama, kendine güvenli ve neşeli birine ait olduğu hemen anlaşılıyordu. Bir şey bulmuş birinin “bak ben ne buldum” diyen ton çınlıyordu bu seste. Hem ben, hem sarhoş döndük ve bu küçük ihtiyar adamı gördük. Yetmiş Yaşlarında olmalıydı, kimono vehakaması içinde tertemiz giyimli biriydi. Bana hiç bakmıyordu, ama sarhoş işçiye, sanki onunla önemli bir sırrı paylaşacakmış gibi gözlerinin içi gülerek bakıyordu.
“Buraya gel,” diye eliyle işaret etti, “buraya gel ve benimle konuş”. Sarhoş sanki kendine ip bağlanmış bir kukla gibi yaşlı adamın yanına gitti. Önünde durdu, yukarıdan şöyle bu küçük yaşlı adama baktı ve, “Ne istiyorsun içi kurumuş adam bozması, osursam seni düşürürüm,” dedi. Sarhoş yaşlı adama saldırmaya kalksa onu hemen altıma alacaktım. Ama yaşlı adam gözlerinin içi hiç korkusuz, “Ne içiyordun sen arkadaşım?” diye gülerek ona sordu.
“Saki içiyorum maymun gözlü moruk. Benim ne içtiğimden sana ne?” diye yaşlı adama hakaret etti. Yaşlı, “O, çok güzel. Gerçekten çok güzel, çünkü ben sakiyi severim. Her akşam üstü ben ve karım-o şimdi yetmiş altı yaşında- biraz saki ısıtır, bahçemize büyük babamın öğrencilerinin onun için yaptığı divanın üstüne oturur, yavaş yavaş sakimizi içeriz. Günün batışını seyreder ve hurmalarımıza bakarız. Geçen yıl ki soğuklardan hurmalarımız hırpalandı. Benim büyük babamın dedesi o hurmayı dikmişti. Sakimizi içerek hurmaya bakarız, güneşin batışını izleriz” Güler yüzle, bir dostun diğeriyle konuşmasındaki rahatlık ve sevecenlikle sarhoşun yüzüne bakıyordu.
Sarhoş yaşlı adamın söylediği şeylerin ayrıntılarını takip etmeye çalışırken yüzü yumuşamaya başladı. Sıkılı yumrukları gevşedi, ve yaşlı adam sözünü bitirince, “Ben de saki severim,” dedi. Ve sesi yavaş yavaş yumuşadı, eski haşinliğini kaybetti.
Yaşlı adam, “Evet, ve eminim senin de harika bir hanımın vardır.”
Sarhoş hüzünlü hüzünlü başını sallamaya başladı,”Hayır,bende karı yok, aile yok.”Trenin sallantısına uyan bir baş sallamasıyla sözünü tekrar etti,”Benim eşim yok, ailem yok.” Biraz durdu ve biraz önceki haliyle hiç uymayacak yumuşak bir sesle, “Ne karım var. Ne evim var, ne elbisem var, param yok, alet edevatım yok, yatacak yerim yok, kendimden utanıyorum.”Koca sarhoş hıçkıra hıçkıra ağlarken bütün bedeni sarsılıyordu.
Yaşlı adam, “Vay vay, gerçekten kötü bir şanssızlık olmuş,” diyerek onu anlayışla dinledi. Ama onun mutlu ve coşkulu gözleri yine aynıydı, “Gel şuraya otur hadi bakalım, bana hepsini anlat!” Bu esnada tren ineceğim istasyona gelmişti vagondan dışarı çıkarken yeniden arkama dönüp baktım; Sarhoş bir çuval gibi kanepeye yığılmış ve yaşlı adamın kucağına başını koymuştu. Yaşlı adam kurumuş kusmuklu başı okşuyordu, gözlerinde anlayış ve şefkat vardı.
Tren istasyonundan ayrılırken oturup bu yaşantıyı yeniden gözden geçirmek istedim. Benim kasla ve kemikle başarmaya çalıştığımı yaşlı bir adam gülümseme, anlayış ve şefkat dolu birkaç cümle ile başarmıştı. Gerçek aikido’yu şimdi gördüğümü anladım. (Savaşçı-CÜCELOĞLU Doğan)
Ben de polisliği yeni öğrenmiştim. Şimdi iki oğlum var, Burak ve Barış. Dokuz ve üç yaşındalar. Aynı soruları kendime bir baba olarak soruyorum. Kendi çocuklarım ile bir iletişim kapısı, penceresi açabilmiş miyim? Eğer çocuklarımız ile bir iletişim kapısı, penceresi açmamış isek, onlar mutlaka bir iletişim ortamı arayacaklardır. Ülkemizdeki temel sorun burada başlamakta, aile ortamımızı bir iletişim ortamına çevirmek veya iletişimsizlik ortamına çevirmek. Suç ve suçluluk ortamı büyük oranlarda burada başlamaktadır.
Bu hafta görüştüğüm Fizik Mühendisi olan sevgili dostum Kartal YOLTAY’dan öğrendiğim bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istedim. “Bir insan günde sadece on beş dakika kitap okursa, ayda bir, yılda on iki kitap okur.” Bir polis olarak, anne-baba olarak yirmi dört saatin sadece on beş dakikasını bilgilenmeye ayırdığımız zaman, öğrenmeyi sürekli hale getirerek daha iyi bir polis, daha iyi bir anne-baba ve daha iyi bir vatandaş olabiliriz. Bu zamanı ve daha fazlasını suç odakları, burnunu silmesini bilmeyen! İnsanlar ayırmaktadır. Biz niçin ayıramamaktayız? Dünyanın en uzun süre terörle mücadele eden ülkesiyiz. Aynı mücadeleyi önümüzdeki yıllarda da devam mı ettireceğiz? yoksa bilgi toplumu insanı olarak bu soruna köklü çözüm mü bulacağız? Unutulmamalı ki, cehalet daima karanlıkları doğuracaktır. 2003 yılında halen ülke olarak eğitim yaşımız 3.6’dır. Bunu yukarılara çekemediğimiz, okuma-yazma bilmeyenleri sıfırlamadığımız sürece, suç grupları bizim gençlerimiz üzerinde tasarruflarını devam ettireceklerdir. İki Yüz bin nüfuslu polis ailemiz, bilgi toplumu polisi içinde yerini alarak, güvenlik hizmeti sunduğu yurttaşları da bilgi toplumu kapısından geçirecek bir öğretmen donanımında olmadığı sürece ve önleyici zabıta hizmetlerini bu şekilde ifa etmediği sürece sorunlarımız yıllarca devam edeceği düşüncesindeyim.
Resimde gördüğümüz çocuğun arkasında bekleyen akbaba gibi, kendi çocuklarımız da olmak üzere, her gencin arkasında 300-350 akbaba beklemekte. Bu akbabalara karşı anne-baba olarak, güvenlik kuvvetleri olarak, eğitimciler olarak vs. yeteri kadar donanımlı mıyız? Çocuklarımıza yeterince özgüven kazandırmış mıyız, yoksa sadece çocuklarımıza karşı hami durumunda mıyız? Çocuklarımızı istediğimiz kadar kanatlarımızın altında tutmaya çalışalım, bu çağda tutmamız mümkün olamayacaktır. Ama onlara yeterince özgüven kazandırarak ayaklarının üstüne basmasını öğrettiğimiz takdirde ve ev ortamımızı bir iletişim ortamına çevirdiğimiz takdirde, bu akbabalar çocuklara asla ilişemeyecektir.
Lütfen şunu unutmayın; bilgili insan inançlı, inançlı insan kararlı, kararlı insan mutlaka başarılı olacaktır. Eğer bilgi yoksa başarı da olmayacaktır.
Sevgiyle kalın.