Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

HİLAFETİN KALDIRILMASI (Geçen Sayıdan Devam)

 

M.Yavuz ELBİRLER

1.Sınıf Emniyet Müdürü

Polis Başmüfettişi

 Fuzulinin tasarrufu ise kabul edilir olmaz. Meğer ki, mal sahibi sonradan onu kabul etmiş olsun. Bu halde de (icrareti lahika vekaleti sabıka hükmündedir) denir. Yani Sonraki kabul, önceden verilmiş vekalet sayılır,bu itibarla fuzulinin tasarrufu kabul edilir. Hüküm sorunu da böyledir.Yani bir kimse diğeriyle olan davasında başka bir kişiyi kendi rızasıyla hakem yapmadıkça o kişinin o kimse aleyhinde verilecek hükmü muteber olmaz. Fuzuli=fazladan olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir kişiye vermelidir ki,o kişinin o kimse aleyhindeki hükmü sayılır olabilsin. Çünkü demin demiştik? Babadan mada hiçbir kimsenin diğer bir zat hakkında velayeti, tasarruf hakkı yoktur dememiş mi idik? İşte onun içindir ki, her kim olursa olsun diğer bir kişinin lehinde veya aleyhinde tasarruf edebilmesi için o kişiden kendi rızasıyla velayet alması zorunludur. Babanın çocuk hakkındaki velahiyetine “Zati velahiyeti” denildiğini söylemiştik. Başka bir kişinin diğer bir kişe velayet vermesine ve o şahsın busuretlevelayeti haiz olmasına da (velayeti tafviz) verilmiş velayet denir. Demek oluyor ki, velayet iki kısımdır. Birisi zait velayet ki, babanın velahiyetidir. Diğeri tafvizi velayet ki, akıllı ve buluğa ermiş bir kişinin diğer bir kişiye vermiş olduğu velayettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hakemlerin haiz oldukları veleyetler hep tafvizi velayettir. Halifenin haiz olduğu velayet de bu tafvizi velayet nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya varislik yolu ile Halife olmak hakkı yoktur. İbni Muham’ınyukarıdaki deyiminden anlamışdık ki, Halife olmak demek kamu üzerine tasarruf hakkını haiz olmak demektir. Bu hak ise; millet tarafından bir şahsa bu kamu üzerine tasarrufa hak salahiyeti vermekle hasıl olur ki, vekillik demektir. Kamu işleri denilen şey millitin ortak işleridir. Bir memleket idaresi demek o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse, o hakka malik olamaz. İşte bu esasa göre yapılmıştır ki, İslam fakihları yani İslam hukukçuları, Halifelik, milletle halife arasında mukavelesi yapılmış vekilliktir, derler. Bu hususta, tamamen vekillik kaidesi hükümleri uygulanır. Mesala, vekillik mutlak olacağı gibi mukayyed de olabilir ve vekil olan kişi müvekkilinin vekillik verdiği zaman da göstereceği kayda ve şarta riayet etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu kabul edilemez. Bunun gibi Halifelik de vekillik nevinden olduğundan Halife seçildiği anda ve ona uyulduğu zamanda vekillik veren millet tarafından gösterilen kayda ve şarta uyzamay zorunludur. Millet kendi kamuya ait olan velayet hakkını yani kamu işlerindetasarrufselahiyetini Halifeye mutlak suretle vermiş ise Halifenin bu nevi mutlak halifeliği, mutlak hükümet olur. Raşidin Halifelerinin Halifeliği gibi. Yokeğer millet uyulma sırasında halifenin halifeliğini yani kamu velayetini bazı kayıdlara veşartlara tabi tutmuş ise o vakit bu nevi halifelik de Meşru Hükümet=Şarta bağlı hükümet demek olur. Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi kamu işlerinde hiçbir kimseye tasarruf hakkı vermemesi de esas itibarı ile caiz olmak lazım gelir. Millet, kendi işimi kendim göreceğim, artık yetiştim, yaşamda iyiyi, kötüyü ayırabilecek  hale geldim. Kendi ortak işlerimde kendim tasarrufumu kullanmak için gerek görülen olgunluğu ve bilgiyi de edindim.

Bunun üzerine kamuya ait tasarruf hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona, ne denilebilir? İşte şimdi bizde böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibarıyla hiçbir engel yoktur. Yeter ki, millet hakikaten erişgen olsun ve bu hususta var olması gereken siyasal terbiye ve toplumsal eğitime malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanlarınişi kendi aralarında meşveretle görülür) dediği için buna şer’i izin bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda bir çok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor, pek güzel idare ediyorlar.Maksat hasıl oluyor. Halifelik demek hükümet demektir. Kasdedilen memleketi ve milleti adalet       içinde güzelce idare etmektir. Yoksa Hükümet şekli değildir.

Bu bahsi biraz daha açıklamak gerekirse deriz ki, velayet ister kabul etsin, ister etmesin başkası üzerinde söz geçirmek demektir ki, zorla söz geçirmek demek olur. Böyle zorla söz geçirmek meşru olmasa onu zulüm ve zorla hükmetmek denir. Meşru olursa velahiyet denir. Bir kanuna dayandırılırsa ona hüküm denir. Lafızlar başka başkadır. Fakat anlamı hep birdir. İtibarlar, yönler ayrıdır, böyle olunca bu velayihet önce ikikısma ayrılır, Umumun velayeti, Hususi=özel velahiyet… (Umumun) Kanununvelahiyeti demek, hükümet demektir. Hakimiyet= hüküm yürütmek demek, saltanat demek, şu yüksek meclisin tasarrufu demektir. Kamu velahiyetinin anlamı budur. Memleketin her tarafını ve bütün bireylerinin ve kamunun bütün işlerini içine alır. Bu gün Türkiye’de bu yüksek Meclis Kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde zorla söz geçirmeye hakkı yoktur, geçiremez. Geçirirse meşru olmaz, cezayı çeker bir cürüm olur. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanızo vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur.Çünkü bunlar (izafi) birbiri üzerine gelen emirlerdir. Adalet de zulümde izafi emirlerdendir, nisbidir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur. Her şey nisbidir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.

O halde Halifenin, imamın hükümetin veyahut sultanın emirleri, tasarrufları nasıl yürüyebilir. İşte seçmek ve ona uymak onun için şarttır. Halife’yi seçmek, İmam denilen kişiyi seçmek, hatta milletvekillerini seçmek onun için şarttır. Yani bunların emirleri, tasarrufları tanılır olmak, meşru olmak için şarttır.Size basit bir hukuk kuralıarzedeyim. Hepiniz bilirsiniz, bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfi isteği, dilediği gibi tasarruf eder, dilerse bu tasarruf hakkını başkasına verebilir. Nitekim başkasına verdiği zaman o kişiye vekil denir ve o kişi sizden aldığı kullanma hakkına göre sizin malınızı kullanır.Onun  alımı ve satımı artık tanınabilir. Ve siz onu kabule zorunlu olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o kullanım hakkı, vekile bulunmuş olan tarafından verilmiş bir velayettir. Vekillik veren, kendi nefsinde, kendi malındaki velayeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velayete dayanarak tasarrufunu kullanıyor. Bir birey böyle olduğu gibi, beş, on, yüz bin ve daha ziyade bireylerden toplanmış bir ortaklık, bir toplum da bunu yapa-bilir. Büyük küçük bütün ortaklıklar topluluklar da aynı durumdadırlar.Dilerlerse onlar ortak işlerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi içlerinden veya hariçten bir veya birkaç kişi müdür yani vekil yapabilirler.  Yani kendilerinin velahiyetlerini o birkaç bireyden kurulmuş bir hey’ete veya bir kişiye verirler.Hakem (meselesi) sorunuda böyledir.Hakem de mesela sizden velahiyet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hüküm edemez.Ne vakitsiz birini kendinize hakem seçerseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinize geçerli olar. Neden geçerli olur? Çünkü siz o velayeti ona vermişsiniz, bundan dolayı geçerli olur.İşte bu ve benzerlerinin cümlesi hep velahiyet bahsidir.

Diğer bir itibar ile de velayet, zati velayet ve izafi velayet adlarıyla ikiye ayrılır. Zati velahiyet bir tanedir.O da babanın velahiyetidir. Şeriat , Baba’ya kendinde var olan babalık sıfatı, evladı hakkındaki tam ve hakiki şefkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını veriyor. Çünkü tarafından tafviz edilmeye bağlı değildir. Doğrudan doğruya şeriat o velayeti babaya veriyor.

Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Varislik yolu ile kendisine geçecek olan mallarını korumak lazım.İşte şeriat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan başka hiç kimsenin çocuk üzerinde emri veya nehyi (men edişi) geçerli olmaz. Velevki iki yaşındaki çocuk olsun. Kimsenin ona şuraya git, burada oturgibiemir etmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Zorla söz geçirmek demektir, velayettir. Tafviz ister. Tafviz olmadıkça kimse bu velayeti haiz olamaz. Fakat baba tam bir şefkate tabiatiyle sahip olduğundan şeriat bu velayeti babaya vermiştir. Fakat bazen baba da bir (ihtiras) şiddetli arzu atke altında kalarak çocuğun malını veya nefsini kötüye kullanabilir. Buna meydan vermemek için şeriat, babanın velayetini de çocuğun çıkarını korumak şartıyla bağlamıştır. 

Tagfvizi velayete gelince; Bu bir kişiye başkasının verdiği velayettir. Ona tafviz ediyor bırakıyor, vekil, vasi ve mütevellinin velayeti gibi… Valilerin, hakimlerin, kumandanların ve Büyük Millet Meclisinin velayetleri hep bu tafvizi velayet nevindendir. Yüksek Meclisin haiz olduğu kamu velayeti milletten alınmıştır. Onun içindir ki, müddetli sürelidir. Zira kandi zatında var olan ve içinde bulunan bir velayet değildir. Millet tafviz etmiştir ve bir müddetle sınırlandırılmıştır. Halifenin velayeti de böyledir.Oda kamu velayetini milletten almıştır. Millet bu velayeti seçmek suretiyle ve uymakla ona vermiştir.

Fakihlar yani İslam hukukçuları Halife milletin vekilidir derler. Çünkü millet kamu velayetini ona vermiştir. Seçim yolu ile vermiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamunun kamunun velayetini alabilir miydi? Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve asıldır. Kamu işlerinde bizzat kendisi icra etmeyip, o yürütmeyi seçmek ve uymak yolu ile Halifeye vermiş… İşte bu suretle Halife, kamunun velayetini İbni Humam’ın deyimi veçhile (tasarruf-ı amme istihkakı ibraz etmiştir.Kamu tasarrufu hakkını kazanmıştır. Ondan dolayıdır ki, millet bireyleri üzerinde tasarruf hakkına sahip olmuştur ve yine bundan dolayıdır ki, Halife milletin vekili olmuştur.

Sonra burada bir kural daha vardır. O da vekillik kuralından çıkıyor.  O da şudur. Vekillik bazen mutlak olur,bazen kayıtlı olur. Çünkü bir kimse diğerini vekil edeceği zaman dilerse mutlak suretle vekil eder, istediğini yap der, buna mutlak vekillik denir. Dilerse vekilin yapacağı işleri belirtir. Bazı kayıtlara ve şartlara tabii tutar Buna da kayıtlı vekillik denir. Bu suretle vekillikte kayıtlı veya kayıtsız vekilliği verenin hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez. Çünkü o kendi haiz olduğu velayeti vekilince veriyor, nasıl isterse öyle verir, bunun hakkıdır. Şu halde bu kural halifelikde de yürür. Millet dilerse Halifeyi mutlak suretle seçer, onun hiçbir tasarrufunu sınırlandırmaz. Bu suretle bu mutlak Hükümet demektir. Dilerse millet Halifenin tasarrufunu bazı kayıtlara ve şartlara tabi tutar. Bu suretle kayıtlanmış hükümet olur. İşte Meşruti Hükümet denilen hükümet bu kabildendir. Millet hiç bir kişeye vekillik vermez, yani bir halife, bir imam seçmezse halifelik yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna engel ne vardır.? Millet kendi işimi ben yapacağım, neden bana başkası yaptırsın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim göreceğim? Ne vakit aciz olursam o vakit halife veya imam adıyla başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben elhamdulillah aciz değilim. Rüştümü elde ettim, vekile ihtiyacım yoktur.

Millet için en faydalı bir hükümet şekli demek olan Cumhuriyet ve danışma usulü ile kendi işimi kendim göreceğim. O halde bu na kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. Kur’an-ı Kerim de bunu açık şekilde işaret ediyor. (Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür) diyor. İşte bakınız bu sorun ne kadar kolaymış. Döndü, dolaştı basit  hukuki bir sorun oldu. Bunu büyütmek, lüzumundan fazla büyütmek ve buna başka türlü anlamlar vermek, düzmelere, masallara kadar gitmek ve korkunç bir hale koymakta ne anlam vardır? Evet, bunun bir anlamı vardır o da görenektir. Görenektir, fakat alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil

Esef edilir her türlü zulümlarına katlanarak alışmısız,milleti uşak gibi kullanmışlar, bir şey dememişler.Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir zatın mallarını  zorla elinden alırlardı, şuna buna istedikleri malları peşkeş çekerlerdi. Avrupadan utandıkları için meşhur Gülhane hattı Humayununu  yayınlandığı zaman  zorla almak kaldırılmıştır demişlerdi. Medeni bir devlet haline gireceği, artık zorla almak kalkmış, demişler ve 93 (1876) Anayasasına da koymuşlardı. Halbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarını istedikleri tasarruf ederler, istedikleri gibi zorla alırlardı. Ahali mallarını bunları kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadare olur bunun önüne geçmenin çaresi nedir? Diye ahali kıvranmaya başlamış.

Ne yapsınlar tabi vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Zanneder misiniz ki, bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamalere bakarsanız görürsünüz  50 bin lira kıymetinde bir mal, senede 5-10 bin lira varidat getiren emlak vakıf ediliyor, fakat hayır cihetine topu topu 100 liralık bir masrafa katlanır. Mesela felan sebile  40 okka kar, falan cami e 80 okka zeytinyağı, falan mescide, 30-40 tane mum şart ediliyor. Üst tarafı evladına karım ve karın,  nesil bu nesil evladım evladına şart ediliyor, bu neden? Çünkü zorla alınır zorla alınmaktan kurtarmak için başka çare yok maksadım küçük düşürülmek değildir. Tarihi hakikati arzettirmektir.

Bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini almaya mecbur mudur? Bu konuda bir risale gördüm. Geçen seçim devletinin milletvekillerinden hoca Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendisi ile tanışamadım, kendisini göremediğim için bu anda ne anlamda olduğunu bilmiyorum. O kitapta   ( mezhebimiz iktizasınca Cuma ve bayram namazlarının sıhhatı doğruluğu İmamın iznine bağlı olmakla hatipliğin halifelik makamından verilmesi muktezidir gerekir) deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü Efendi bu makamdan iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve bayram namazlarının doğru olması için imamın izninin şart olması, diğeri de hatiplerin halife tarafından tayininin lüzumudur. Bu iki sorunun ikisi de yanlıştır. Çok çirkin hatadır. Kastamonu Milletvekili muhterem Halit bey efendi Hazretleri “ahalice öyle tellakki olunuyor, Halife olmazsa Cuma namazı doğru olmaz deniyor..” buyurdular. Bir kere şunu arzedeyim ki, efendiler İslam dininde Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir İslami bir hakikattır, ne şeyh ne mürşit ne müctehit, ne imam ne de bilmem ki asla vasıta olamaz. İslamlıkta ruhaniyat dini  teşkilat  yoktur .  Papa, İsa Hazretlerinin hatasız vekilidir. İsa Hazretleri adına yaptırır, yaptırmaz İslamlıkta böyle bir şey yoktur, hiçbir kimse peygamber Hazretlerinin teşri-i hükümlerde vekili değildir. Teşri de nihayet yürümez. İslamlıkta Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır, her kez o yoldan gidebilir, hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Nu Kur-an da ne de hadisde bir şey bulamazsınız. Bilakis aksini bulursunuz.

Cuma namazı siyasi bir ibadettir, bayram namazı da öyledir. Onun içindir ki, büyük şehirlerde ve Kasabalarda kılınır. Köylerde kılınmaz, bizim meshebimizde yani Hanefi mezhebinde köylerde Cuma namazı sahih olmaz. Mutlak şehirde olacak, çarşı ve Pazar ve kasabalarda kılınacak ve mümkün oldukça bir yerde bir camide kılınacak. Onun içindir ki, eskiden şehir içinde veya şehir kenarında özel suretle hazırlattırılmış olan yerlerde kılınırdı, o yerlere  namazgah denirdi. Hale bazı şehirlerde namazlık denilen yerler vardır. Hatip memleketin en büyük bilgini olacak, hutbe siyasi, sosyal, ahlaki, iktisadi, nasıhatları bilimsel beyanı ve uyarmayı bilecek bilginlikte olacak. Bunun üzerine böyle bir hutbeye her kes muktedir olacak. Ona göre hatip bulmak gerektir.  Onun için eskiden hutbe  meselesi mühim bir mesele idi. Hutbe okumak o suretle halka kendisini göstermek, insanların fikrine bir yer tutmak şüphesiz büyük bir şeref idi. Kendisine güvenen buna heves edebilir. Onların tarafları da olabilir. Bu okusun, hayır okumasın diye aralarında anlaşmazlık çıkabilir. İşte bu anlaşmazlığa ve uyuşmazlığa meydan vermemek için Hanefi fakihları hatibin, Cuma namazının kaldıracak kişinin Sultan tarafından tayin edilmiş olması lazımdır demişlerdir. Dikkat ediyor mu? Burada halife tabiri yok, sultan deyimi var. Türkisdanın en büyük bilginlerinden Halifivakıflarının en ulularından Burhanettin Murgunani adında büyük bir fakih vardı. Murgunan, Türkistan da fergane eyaletinin idare merkezidir. Bu kişi onlarda ve Semergantcıvarında bilgi yaymıştır. Hedane adında gayet feyizli, gayet sayılmış kıymetli bir kitabı vardır. Bu gün Mısır  da basılmış ki İslam aleminde bu kitabı bilmeyen bilgin yoktur. Ondan sonra yazılan bütün kitapların başvurduğu kitaptır. Hanefi mezhebinde en doğru, en itibar edilebilir kitaptır. İşte bu kitapta  Cuma namazı bizzat sultan veya onun özel memuru kıldırmak lazımdır deniyor. Bu kitabın şehri ünlü (fa tül kadir ) de ve bu gün her bilginin elinde bulunan ünlü  Durri Muhtar de Velev o sustan birmütegallip kişi, ve hatta kadın olsun veyis yoktur deniliyor. Sözü edilen Hedane de bu şartın, bu meselenin  illeti, mucip sebebi olmak üzere şöyle deniliyor ve Cuma namazı büyük cemaat ile eda olunur. Ve bazen hatiplişe ve imamlığa hevesli olanlar tarafından (takdim ve takat dümde) hangisinin öne geçmesinde anlaşmazlık hasıl olur. Bazen de farz olan bu emri tamamlamak için bu şarta lüzum görülmüştür. İşte bu sözler (hedane) nin kendi sözleridir, benim sözlerim değildir. Şüphe edenler oraya müracaat etsinler.

İşte pek açık olarak görülüyor ki, hatiplik verilmesi meselesi  öyle zan olunduğu gibi Halifeliğin gerektiğinden de değildir. Tek inzibat ve asayiş meselesidir, Uyuşmazlıkları ortadan kaldırmak için lüzum görülen hükümet vazifesidir. Hatta şafi-i mezhebine göre Cuma namazı doğruluğunda böyle bir şart yoktur. Hanifi fakıhlar da sultan olmayan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi seçer ve tayin ederler. İşte meselenin hakiki nedeni budur, fakat nasılsa esef edilir, bu mesele zihinlerde pek yanlış olarak yer etmiştir. Bu suretle düzeltilmesi gerekir. Bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız şer’iye vekili tarafından tayin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan Cuma ve Bayram namazları doğru değilmi denecek? Bu büyük bir hata olur. Lazım olan Hatibin  Cuma ve Bayram namazlarını kıldıracak imamın hükümet tarafından tayin edilmesidir. Bu hasıl olduktan sonra başkabir şeye lüzum yoktur. İmam izni sorusuna gelince bu da yanlıştır. (İmam izni) deyimindeki imam lafzı elifle imam değil? Ayın ile (amm) dır. Yani izafet terkibi ile (izni imam) değil (terkibi tasvibi) sıfat terkibi ile (izni amm) demek lazım gelir. İş te doğrusu budur, Yani Cuma namazı doğru olabilmek için amm’ın izni şarttır. Bu amm izinden maksat da cami veya kale kapılarının herkese açık bulunması, herkesin o camide kale içinde Cuma namazı kılmaya izinli bulunmasıdır. Çünkü Cuma ve bayram namazlarıİslamın şiarıdır. Onların aleni gösterilmesi gerekir, işte Cuma ve bayram namazları doğru olabilmesinde amme izninin şart olması bu hikmette dayandırılmasıdır. Bunun üzerine bir halife, Bir Padişah, Bir Vali veya bir Kumandan yalnız kendi adamları ile Cuma namazı kılmak isteyip de cami veya kale kapılarını kapattırarak halkı girmekten men ederse o namaz doğru olmaz. İşte bu meseleyi de bu şekilde düzeltmek lazımdır. Teessüf olunur ki, bilgin geçinen bir çok kişi bu meseleleri pek kolay oldukları halde gene yanlış bellemişlerdir. Bu mesele fıkıh kitaplarının hepsinde bu suretle yazılı olduğu halde bilmem nasıl olmuş ta bunlar pek yanlış, pek açık olarak bellenmiştir. Buna bir türlü aklım ermedi. Ben fıkıh kitapları içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden bir kitap, bir ibare görmedim.

Emirülhac meselesi de böyledir, demin adını söylediğim Hoca Şükrü efendi Emirül hac tayini içinde Halifenin varlığını lüzum gösteriyor.Halbuki asla öyle bir lüzum yoktur. Bu da inzibat ve asayiş meselesidir. Öteden beri hacılar arasında emniyet ve asayişi korumak ve niza ve uyuşmazlığı ortadan kaldırmak için bir kişiyi Hac emiri tayin ederlermiş mesele bundan ibarettir. Bu da hükümet görevlerinden bir görevdir ve hiçbir Halifelik lüzumundan değildir.

Hutbelerde Halifelerin, Padişahların adlarının söylenmesi keyfiyetine gelince; bu artık büsbütün sonradan ortaya çıkarılmış bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şartlarından değildir.Ve hutbe ile dini olmak üzere hiçbir ilişiği yoktur. Sırf idari ve siyası bir keyfiyettir Raşid’in Halifeleri zamanında hutbelerde hiç kimsenin adı söylenmezdi. Biraz evvel söylemiştim hutbe  söylev demektir. Onda söylenmesi gereken şeyler siyasi, içtimai, iktisadi, ahlaki nasihatlar, meselesidir. Hutbe, halkı uyandırmak, eriştirmek için okunur. Yoksa bir kişinin adını söylemek için okunmaz. Emevi Devletinde Hatipler, hutbelerde imamı Ali’ye lanet ederlerdi. Bunu sırf propaganda olmak üzere, halkı Ali Hazretlerinden soğutmak için Muaviye ortaya çıkarmıştır. Ali Hazretlerinin hükmü geçtiği yerlerde de hatipler, Emevi hatiplerine dua ederlerdi. Daha sonraları melikler taifeleri çıktığı zamanlar da her yerde hatip o yere hakim olan sultanın adını söylerlerdi. Bundan maksat o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın hükümet çevresi içinde bulunduğunu göstermektedir. Bizde hatipler hutbe okuduğu sırada Osmanlı Padişahlarının adlarını söylerken Halife ibnül halife demez.Essultan, İbnus sultan der, el halife ibnül halife diyen  hatip gördünüz mü? Hutbelerde raşidin halifelerin yani ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin adlarını söylemesi de bu kabil dendir. Yani bu sırf siyasi meseledir. Şiilere karşı söylenir. Bu hutbenin okunduğu yerdeki ahilinin sünnet ehli olduğu bununla ilan edilmiş olur. İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler, Ebubekir, Ömer ve Osman’ın adlarını söylemezler. Hulasa bu gibi şeyler sonradan çıkarılmış şeylerdir. Asıl islam şeriatında böyle şeyler yoktur, işte halifelik ve onun parçaları hakkında sizlere pek  sizlere çok izahat verdim. Bu izahatımla artık halifelik meselesinin şer’i mahiyeti tamamıyle anlaşılmıştır sanırım.

İslamlık gayet yüksek bir dindir.Maarifi ilerlemeyi pek sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yer yüzünde İslam dini kadar hürriyeti sever, ilerlemeyi ister bir din yoktur. Bütün dini hükümleri yüceliği yükseklikleri içine alır. Erişmek istediği amaç ahlak yüceliğini, insanlık faziletlerini kurmak ve yerine getirmektir. Peygamber hazretleri en doğru hadislerinden birinde (innema buistüliütemmime mekaramül ahlak) buyuruyor. Yani ben  Ancak ahlak mürekrremlerinitamamlamak için gönderildim diyor ve bir şerif hadis de de akla Hüccetüllah diyor. Bakınız ne diyor. ( Kün maalhakkı haysü kane ve meyyizma iştebeh aleykebiaklikefein hüccetullahi aleyke feyyakü ve berakatühü illake) bu hadis’in anlamı şudur. Hak nerede ise  sende onunla beraber orada bulun. Oradan ayrılma ve sana şüphe veren şeylerin hakikatını aklınla temyiz et. Çünkü Cenabı hakkın senin aleyhine olan hücceti sendedir, kendindedir. Ve onun fayızları, senedi ve bereketleri de senin yanındadır.İşte bu şerif hadisin anlamı budur. Ne yüksek sözdür, ne kadar anlamlıdır. Ve akla ne büyük kıymet veriyor?

Zaten Kur’an-ı Kerim de baştan başa aklı, akıl ve izan sahiplerini yükseltir. Onun için İslamlık akıl ve mantık ile birleşiktir. Bir kerim ayette (Febeşşir ibadiyellezineyestemiun elkavli feyettebiune ahsenehü) buyuruluyor. (Münif) büyük anlamı. Muhtelif sözleri işitip de onların en güzellerine uyan kullarımı ilahi mükafakımlamüjdele demektir. Bu ayetin alt tarafında da işte bunlardır ki, onları cenabı hak doğru yola eriştirmiş ve işte ancak onlar ululardan akıl ve iz’an sahibidir deniyor. İşte gerek o hadis ve gerek bu ayet taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini yani delilini bilmeksiniz körü körüne herkesin velevki bilginlerden olsun tek sözlerine uymağı men ediyor. Daime her şeyin akıl ve mantıkile, delillere dayanan aklın muhakemesiyle tetkik edilmesi lüzumunu gösteriyor. Bir celil ayetde de (Kulhatu burhaneküm inküntüm sadıkın) buyuruyor yani Peygamber hazretlerine hitaben  ( sözlerinizde doğru iseniz delilinizi gösteriniz) buyuruyor. (Burhan) kati delil demektir. Bilim lügatındadaha başlarda inandırıcı olarak görülen delile denir. Diğer bir celil ayetde (Velatekül meleyselekebihi ilmi) buyuruluyor ki, İlminin yetişmediği bilmediğin şeyin arkasından gitme demektir Pek açık olarak görülüyor ki, Kur’an hazretleri akıl ve mantıka ve bilimsel delillere pek büyük kıymet veriyor.

İslamlık maarif ile eştir. Hikmet ve marifetten hiçbir zaman ayrılmaz. Hep bilirsiniz mesela, bilim, velevki Çin’de olsa dahi gidiniz, tahsil ediniz ve Bilimi ve bilgin olmayı beşikten kabre kadar tahsis ediniz hadislerini hep bilirsiniz. Bilmeyen yok gibidir. Size bir hadis daha nakil edeyim. Bakınız bunda Peygamber cenablarıefendimiz ne diyor:

Elhikmetü dalletül mü’minü, haysüma ve cedeha fehüve  hakkun biha, buyuruyor. Bu şerif hadis doğru hadislerdendir ve güzel hadislerdendir. Ünlü altı kitaptan ( süneni termizi) de ve diğer hadis kitaplarında da mevcuttur ve pek ün almıştır. Muhtelif deyimlerle söylenegelmiştir. Öyle vaaz kitapları hadislerinden değildir. Abdi aciz öyle vaazlar kitapların hadislerinden bahsetmem.En tanınmış hadis kitaplarında görmedikçe d gibi zaif hadislerden bahsetmem.BU ŞERİF HADİS’İN YÜKSEK ANLAMI ŞUDUR: “Hikmet mü’minin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede bulursa onu almaya herkesden ziyade hak kazanmıştır. “İşte bu hadisin anlamı budur. (Hikmet) eşyanın hakikatlarına uyan kelam, bilim ve bilimlilik demektir. (Dalle) ne demektir bilirmisiniz? İnsanın kaybedip de aramadığı mal demektir. Mesela bir çakıyı üzerinden düşürürsünüz aramaya başlarsınız. İşte o sizin dallenizdir.

Hikmet olan söz, eşyanın hakikatlarına uygun olan bir söz; hukuki içtimai, felsefi, iktisadi ve ahlaki bir düstur. Müslümanın kaybedip de aradığı kendi malıdır. Hiç tereddüt etmesin, hemen alsın. Nerede bulunursa bulunsun herkesden ziyade bir mü’min ona hak kazanmıştır. Herkesden evvel alsın, onun öz malıdır. Bakınız, bu ne yüksek, ne yüce bir sözdür. Delalet ettiği anlam ve meal itibarıyle, zımnı işareti itibarıyla nebüyük düsturdur. İşte bu hadisden anlaşılıyor ki, İslamlık marife, eşyanın hakikatlarına pek büyük kıymet veriyor. Hukuk da hürriyet sever bir din olduğu gibi bilimlerde, fenlerde hürriyeti besleyen bir dindir.

Akıl ve mantıkı ve maarifi pek ziyade sever. Cehaletten ve körü körüne ötekini berikini taklit etmekten de pek nefret eder. Biz babalarımızı böyle bulduk, onların yolunda ayrılmayız diyen inat gösterenlere Kur’an-ı Kerim (Entüm ve abauküm fi dalalun mübin) yani (siz ve babalarınız belli ve aşikar delalettesiniz) diyor.

Bir vakıtlar Avrupa cehaletin karanlığı içinde iken, Doğu medeniyet yollarında hayli ilerlemişti. O vakitler dünya küresi üzerinde en ileri ve en medenileşmiş yerler İslam aleminin idi. Bütün Avrupa ezcümle İngilizler tekmil bilimleride ve fenleri de şimdi İspanya denilen endülüs’den almıştır. Amerika Üniversite Profösörlerinden (Draper) bilim ve din kavgası adı ile bir kitap yayınlamıştır. Bu adam bu kitabında bir kafada bir dimağda din ile bilim toplanamaz, bilgi ise dindar değildir, dindar ise bilgin değildir, diyor. Ve bu konu üzerinde mütealaların tarihsel, tetkiklerini yürütüyor. Fakat gene kendisi o kitapta açıkça diyor: benim bu kitapta dinden maksadım İslam dini değildir. Diğer dinlerdir. Özel olarak Katolik dinidir, İslam dinidir, diyor. Sonra endülüsde vakti ile İslam bilginleri tarafından kısmen yeni baştan icat, kısmen tamamlanan bilimleri ve fenleri birer birer sayıyor.

Mesela Müsellesat yuvarlağın  tamamı ile İslam bilginleri tarafından icat edildiğini, eski Yunanlılar zamanında bunların icat edilmemiş olduğunu söyler, iki ve üç (s)licebir düsturlarını, tevazülü hesabı ve hatta lögarıtmayı, saydalını, fenni ni yani ispençiyariyi, pehlivan ve nohud yakınlarını ve bunlara benzer daha bir çok fen usullerini ve kurallarını doğrudan doğruya ve ilk olarak İslam bilginlerinin icat eylediğini söyler. Işığın kırılmasını Ebubekir’i Raz’inin keşfettiğini ve arz yuvarlağının yuvarlaklığını gene İslam bilginlerinin keşfettiğini söyler ve arz yuvarlağının ilk Bağdat cıvarında Sencar  ovasında fenni usül içinde ölçüldüğünü ve Avrupalıların arz yuvarlağını ölçerek bulduğu miktar ile İslam bilginlerinin bulduğu miktar arasında pek az bir fark olduğunu söyler. Ebekasım denilen bir doktor’un Belçika kralı tarafından kendisine tevadi için özel şekilde getirildiğini ve bu kişinin iki defa Belçika’ya gittiğini, hatta bir defasında 6 ay kadar bir müddet Belçika’da oturarak kral ve diğerlerini tedavi ettiğini, Avrupa’da bilim meraklısı bir çok gençlerin ve hatta papa olan 1-2 kişinin bilim öğrenimi için endülüs’e kadar gittiklerini, İngilizlerin denizcilik fenlerini endülüs’te öğrendiklerini uzun uzadıya sayar ve açıklar, işte bunun içindir ki, İngilizce Denizcilik deyimlerinin bir çoğu Arabi kelimelerden alınmıştır.  

Daha bu hususta pek çok açıklamada bulunuyor ise de uzun gideceği için hepsini birer birer saymak istemem. Esasen onun söylemesine de hacet yok, zaten bizce bilinmektedir. Lakin gayrın dilinden işitmek hoşa gideceği için özet olsun onun sözlerini ve güzel tanıklığını kadir bilir ifadelerini aktarmayı uygun gördüm.

Şurasını belirteyim ki, doğduğu İslam aleminde İslam medeniyetine bilimler le fenlere hizmet eden bilginlerin çoğu türktür. İçlerinde feylesoflar, pek büyük fenleri bilenler ve denizler kadar engin bilginler,büyük hukukçu fak’ıhlar vardır. Bir takım zalim ve müstebit hükümdarların zulüm ve istibadı neticesinde böyle zebun, harap, cahil bir hale gelmiş olan, Semerkand, Buhara, Nişabur, Bağdat, Belh gibi şehirler vakti ile 3’e, 5’er milyon nüfusu havi büyük memleketler idi. Ünlü büyük şair merhum Kemal bir eserinde bu şehirler için her biri Paris, Londra gibi diyerek bunların bu günkü Paris ve Londra derecesinde büyük şehirler olduğunu söyler. Ben merhumun bu eserini okuduğum zaman bu sözünü pek büyütülmüş bulmuş inanmamıştım. Sonra arap eserlerinde görünce merhumun doğru dediğine inandım.

Bu arap eserlerinde gördüm Horasan ve Afganistan arasında bulunan ve ( beh ) denilen şehir vakti ile 6.000.000 milyon nüfusu büyük bir memleket imiş. İçinde 600kubleli minareli camii varmış. Bu gün ise ihtimal bu şehrin enkazı kalmamıştır.

Şimdi sorarım size. O vakit İslam medeniyeti o derecede ilerlemiş ve İslam alemi o nispette bayındırlı ve medenileşmiş iken, şimdi neden harabeye dönmüş, ahalisi cahil ve bilmemezlik içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir; İslamlık o vakit ilerlemeye engel olmuyordu da şimdi mi engelleniyor? Veyahut sözü aksine çevirelim. İslamlık şimdi ilerlemeye engel oluyor da o vakit mi engel olmuyordu; bunun hiçbir değil zamanımızda memleketimizde ilerlemeye engel olan hal hakiki İslamlık değildir. Cahilden körü körüne taklitçilikten doğan bir günün yerinde olmayan zihniyettir. Zamının da İslam dini pek garip kalmış düzmelerle doldurulmuştur. Ve bu düzmeler İslam alemine sair dinlerden  geçmiştir. Yoksa artık İslam dininden sonra, düzmelerin, yanlış fikirlerin en büyük düşmanıdır. Esasen İslam dini düzmeleri yanlış inançları kökünden yıkmak için gelmiştir. Nitekim vakti ile yıkmıştı da fakat sonraları şuradan, buradan İslam dininin içine bir çok uydurumlar girdi. Neticede İslam dini bütün bütün garip sahipsiz kaldı.

Tereddüt etmeden söyleyebilirim ki, bu günkü İslam dini başka saadet yüzyılındaki İslam dini başkadır. Hakiki İslam dini doğal ve mantık’a dayanan bir dindir. Ayinleri uydurmaları birtakım yanlış fikirleri hiç sevmez, aksine onlardan kaçınır. Biraz evvel’de söylemiştim, Peygamberimiz hazretlerinin büyük duası Allah ümme erineleşyayı kemahi yani yarabbi bize eşyanın hakikatlarını olduğu gibi göster duası idi. Ne güzel, en büyük duadır. İnsan eşyanın hakikatlarını olduğu gibi bilirse daha ne ister? En büyük hikmet ve en büyük bilim ve marifet de eşyanın hakikatlarını olduğu gibi bilmek değimlidir?

Ahali bu hakikatları anlamaz mış, bilmez miş.anlatım ve bildirelim görevimizdir.

Halk anlamamış, bilmemiş ise kabahat onların değil, anlatmayanlardadır, bildirmeyenlerdedir. Bundan sonra olsun anlatalım, uyaralım, nurlandıralım, eleştirelim ve bu zavallı memleketi artık yürütelim. Halifelik, halifelik diye çökmüş, gitmişiz harap ver toprak olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bütün memleket yoksulluk içinde kalmış, bu mu Halifeliğin güzellikleri  artık yürüyelim, dirilelim. Bütün medeniyet alemi almış, yürümüş, ilerleme yolunda dev adımları ile gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp da göçtü kervan,`kaldı dağlar başında mı diyelim? Doğrusu insan müteessir oluyor. Ne yalan söyleyeyim aynı zamanda insana hiddet geliyor.Ne acayip şey. İslam dini ne kadar yüce ve ilerleme sever, din din olsun da biz Müslümanlar, milletler ve kavimler içinde en geride kalalım.

Bundan 3-5 gün evvel bir açık oturumda, genel kurulumuzda muhterem, İzmir Milletvekili Saraçoğlu Şükrü bey  Türkün ruhundan doğan kanunlar isteriz demiştir.

Ben o oturumda bulunmadım, sonra gazeteden okudum. Pek doğru söylemiş, doğruların, Türk’ün örf ve adetine uygun kanunlar isteriz demek istiyor.

Kur-an-ı Kerim de böyle söylüyor. Bir celil ayet vardır. İçtimai ve hukuki bir vecize, hikmetli bir düsturdur. Bakınız, Kur-an-ı Kerim ne diyor? (Huzil affe ve emribilörfi ve a’rız anil cahilin) diyor. Anlamı Affi ihtiyar et örf ile emir ile cahillerden’ı razkıl uzaklaş  demektir. İşte görülüyor ki, Kur’anı Kerim Hazretleri örf ile emir et diyor.

Efendiler bütün Doğunun Batının bütün Avrupa hukuk otoritelerinin, bütün feylozofların birleştikleri bir şey vardır ki, o da bir memleket kanunları o memleketin örf ve adetine uygun olması gerekir. Kanun koyuculuğunun da esası budur. Bir kanun memleketin örf ve adaletine uymazsa  o kanun yaşamaz. Çünkü hukuk demek örf ve adet demektir. Bir memleketin kanun hükümleri hukuk kuralları o memleketin örf ve adetinden doğan ve örf ve adetin değişmesi ile değişir.

Lakin acaba bu celil ayetteki (örf) kelimesi bu gün dilimizde söylene gelen örf ve adet anlamına mıdır? Bu celil ayet hakki ile tetkik edilmemiş anlamı işlenmemiştir.Tevsirlere bakarsanız birbirine uymayan başka anlamlar verildiğini görürsünüz. Bu ayetteki örf , ma ruf, bilinmiş anlamınadır. İnkar edenin zıddı dır , halkın dilinde dönen örf ve adet anlamına değildir, derler halbuki efendiler, bu yanlıştır. Ben bu sorunu uzun müddet yıllarca tetkik ettim. Mesele de eşariler yani şafi bilginleri ile maturidilerin yani Hanefi bilginlerinin fikirleri bir birine karışıyor. Bunu ayırmak lazımdır. Şafii bilginleri tarafından yayınlanan tevsirlere, mesela (kadı-ı beyzavı tevsirine) bakarsanız örf’ün, şeriatı da beğenilen şeydir diye tevsir edildiğini görürsünüz. Halbuki hanifiler, tarafından yazılan tevsirlere mesela Hanifilerin en büyük tahkik yapanlardan ve fıkıh usulü imanlarından hassa Ebubekir razı’nın ( ahkamül Kur-an ) adındaki tevsirine bakarsanız. Örf i akılca beğenilen şeydir diye tevsir ettiğini görürsünüz. Bir birine uymamazlığınsebebi (hüsun kubuh) – güzel-çirkin” meselesidir. Bu İslam felsefesinde çok önemli bir bahisdir. Bu gün Avrupa feylesofları da bu bahis ile meşgul olmaktadırlar. Bu size açıklamak istemem, uzun giderbunun yeri burası değildir. Şu kadar söyleyeyim ki, Örf, irfandan alınmıştır. Matüridiler’e göre yani Hanefi fakıhlarına göre akıl ve irfanın caiz gördüğü şey demektir. Adetle arasında şu kadar bir fark ardır ki, adet batıl  üzerine kurulabilir. Yanlış beğenilmeyen, kötü şeyler de adet olabilir. Nitekim bir çok kötü şeyler insanlar arasında adet olduğu gibi… Lakin Örf, irfan üzerine kurulmuştur. Batıl, üzerine kurulmaz.red edilmiş, kötü bilinmiş şeylere örf denmez. Şu halde örf ile adet arasında umum ve husus-i mutlak vardır. Örf has-çok hususi, adet (eamm) çok umumidir. Yani her örf adet’dir. Ama her adet örf değildir. Ama her adet örf değildir.Bazı adetler akılca makbul sayıldığı için örf’dür. Fakat bazı adetler de akılca beğenilmediği, red edildiği için örf değildir. İşte örf ve adet’in arasında bu  fark vardır. Evet (Maruf) bilinmiş de örf demektir. Fakat o da bu anlamdadır.

Son söz olarak şu ciheti arzedeyim ki, hukuku düzenleme adı altında acele bir kanun yapmak doğru olmaz. Zararlıdır. Almanlar son medeni kanunlarını ancak 15 yılda vücuda getirebildiler. Memlekete milletin örf ve adetine, milletin içtimai bünyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Çeşitli devletlerin, çeşitli kural ve kanunları var. Batının örf ve adeti ve hukuku olduğu gibi Doğunun da memleketimizin de örf ve adeti ve hukuk kuralları vardır.Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüdetmek, düşünmek, hangi kuralların hangi hükümlerin memleketimize sosyal şartlarına , yaşama hallerine uygun olduğunu belirtmek gerekir. Böyle yapmayıp da acele ile, gelişi güzel bir kanun yapılacak olursa fayda yerine zararlı olur. Sonra sık sık iki günde bir değişmeye zorunluluk hasıl olur. Türkiye’de Türkiye Kanunu lazımdır. Bu da uzun uzadıya tetkike muhtaçtır. Kaş yapayım derken göz çıkarmayalım. Metin ve sağlam eserler üzerinde yürüyelim.”

İşte, Laik, Demokrat Hukuk Devleti olmanın ilk şartı bu konuşmanın yapıldığı oturumdan sonra Halifeliğin T.B.M.M tarafından kadırılmasıyla gerçekleşmiştir,bilirbilmez Halifeliği savunanlara bu konuşma ışığında cevap vermek yeterlidir kanaatındayız.  03.MART.2003