GAFFAR OKKAN OLAYI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
A. Gani YILDIRIM
Bilgi Işlem Daire Başkanı
Diyarbakır Emniyet Müdürümüz Gaffar Okkan ve beş mesai arkadaşı 24 Ocak 2001 günü Diyarbakır Şehitlik semtinde pusuya düşürülerek uğradıkları silahlı saldırı sonucu şehit edildiler. Olayla ilgili olarak öncelikle “Hizbullah” terör örgütünün adı ön plana çıktı. Bu yazının yayınlandığı günlerde ihtimaldir ki olayın aydınlatılması ile ilgili önemli mesafeler alınmış ve yine İhtimaldir failler yakalanmış veya haklarında net bilgiler elde edilmiş olacaktır. Ancak dikkat çekici olanı, Gaffar Okkan’ın bir yönetici olarak halkla yüz yüze ve doğrudan ilişkiye önem vermesi, devletle bölge nüfusu arasında meydana gelen ilişki kopukluğunu ve güven eksikliğini gidermesi, bu yönüyle Türkiye’ye ve Diyarbakır’a yaptığı hizmetlerin ölümünden sonra kamuoyunda tartışılır olmasıdır. Görülüyor ki bir Emniyet Müdürü, örneğine az rastlanacak bir şekilde, sadece halka yaklaşım ve tavırlarıyla, PKK terör örgütünün ve diğer şer güçlerin çabalarıyla devletle bölge halkı arasında oluşan soğukluğu büyük ölçüde gidermiştir. Geniş bir çerçevede değerlendirme yapıldığında bireysel yönetici davranışlarının ve halka yaklaşımların önemli sonuçları beraberinde getirebildiğini görüyoruz. Ancak özel konumu nedeniyle, Diyarbakır ilimizde son derece başarılı olduğu gözlenen bu uygulamanın diğer il emniyet müdürlerimiz tarafından örnek alınması ve bir çeşit halk popülizmi sayılabilecek davranışların sergilenmesi muhtemelen aynı ölçüde takdir ve alkışlarla karşılanmayacaktır. Asıl görevi o ilin güvenliğini sağlamak olan bir emniyet müdürünün, örneğin Eskişehir Emniyet Müdürünün, konuk takımın ve taraftarlarının da güvenliğini sağlamak ve tarafsız davranmak zorunda olduğu ortada iken, ilinin futbol takımının bayrağını alarak şehir sokaklarında ve stadyum içerisinde dolaşması ne derece doğrudur? Böyle bir davranışla birlikte görev yaptığı güvenlik görevlilerine vermiş olduğu mesaj yanlış anlaşılmaz mı?
Sistem sorunu yaşanan ülkelerde bir de yaygın kamu yönetimi uygulaması sürdürülüyorsa, devlet yönetiminin yöneticilerin kişisel becerilerine son derece bağımlı olduğu görülmektedir. Yöneticinin başarılı veya başarısız uygulamaları sistemsizlik nedeni ile uygulama sonuçlarının hemen tamamını etki altına almaktadır. Diyarbakır örneğinde görüldüğü gibi bu ilimizde özel olarak hissedilen, aslında ülkenin genelinde var olan devlet organları ile vatandaş arasındaki iletişim eksikliğinin, değişken idarecilerin halka yaklaşımları ile çözümlenmeğe çalışılması ve bir bölge için ancak hassas dönemde doğru olabilecek uygulamaların örnek alınıp ülke geneline yaygınlaştırılması halinde, ister istemez kamu uygulamalarında dejenerasyon sorunu yaşanacaktır. 1940 larda Almanya, İngiltere, Fransa ve İspanya’da görülen lider devlet adamı, lider idareci uygulamaları, bu ülkelerce artısı ve eksisi ile geride bırakılarak kurallarla işleyen sistemin, yeterli ve yetenekli yönetici uygulamaları ile yönlendirilmesine dönüşmüştür. Bu ülkelerde siyasal yöneticilerde dahil olmak üzere sistem yönlendiricileri gerektiğinde değişmekte ancak bireysel davranışlardan fazla etkilenmeyen oturmuş rejim ve siyasal sistem, idari uygulamalarda sorunlar yaşanmasına izin vermemektedir. Halk mı devlet için, devlet mi halk için düşüncesi üzerine yüzlerce makalenin yazıldığı bir ülkenin vatandaşı olarak, her ikisi de cevabı verilebildiğinde, bu varsayım içerisinde ve Gaffar Okkan’nın bireysel davranışları ile gelinen noktada, kamu yönetiminin ve bu yönetim içerisinde polisin yerinin ne olduğunun titizlikle sorgulanması ve fonksiyonlarının yeniden belirlenmesi gerekmektedir. Polis hem devletin ve halkın güvenliğini sağlayacaktır, hem de devletin halk için var olduğu ve tüm kurumları ile onun hizmetinde olduğu bilinciyle bu düşünceye uygun hizmet anlayışını sergileyecektir. Hiç şüphesiz ki böyle bir uygulama bireysel davranışların çok ötesinde yeni bir anlayışı ve yapılanmayı, halka daha yaklaşabilen bir örgütlenme biçimini beraberinde getirecektir.
Türkiye’nin genel idari ve siyasal sistemi ile ilgili değerlendirme yapıldığında ve yeni örgütlenme modelleri üzerine öneride bulunulduğunda, ülkemizin hassasiyet taşıyan dengeleri doğal olarak gündeme gelecektir. Bu açıdan bakıldığında hiç şüphesiz Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü çök önemlidir. Hatta hayati önemdedir. Ve bu hepimiz için böyledir. Ancak bu önemli sorunun sadece merkezi yönetimle ve atanmış yöneticilerle çözümlenebileceğini düşünmek ve bunun üzerine gelişmiş ülkelerde hemen hiç olmayan, kamu yöneticilerinin halktan kopuk yaşantılarını eklemek ne derece doğrudur? Adliye personeli adliye lojmanlarında ve hakim evlerinde, askerler askeri lojmanlarda ve ordu evlerinde, polisler polis evlerinde ve lojmanlarında, öğretmenler öğretmen evleri ve lojmanlarında yaşarlarsa, bunun üstüne halkın temsilcileri olan TBMM üyeleri de hemen aynı düzen içerisindeyseler, böyle bir kamu yönetim anlayışı doğal olarak halkıyla iletişim eksikliği sorunu yaşar. Burada belki söylenmesi gereken kamu görevlilerinin yetersiz ücretlerle çalıştırıldıkları, devletin bu uygulamalar ile bir ölçüde sosyal ve genel yaşantılarına katkıda bulunduğudur. Veya güvenlik endişesi yaşayan personelin bu endişesinin bir ölçüde giderilmesidir. Ancak rasyonel ve liberal devlet uygulamaları ile batı örneklerinde başarı ile görülmüştür ki devlet, yeterli sayıda kamu görevlisini, bu tür eklentilere ihtiyaç kalmaksızın yaşantılarını sürdürebilecek bir ücretle çalıştırabilmektedir. Diğer yönüyle, bilindiği üzere güvenlik personelinin lojmanlaşma oranı %30 bulmamaktadır. Peki yüzde yetmiş oranda kamu lojmanları dışında oturan görevlilerin güvenlik sorunu yok mudur?
Bundan 32 yıl önce Polis Kolejinde öğrenime başladığımızda, o yılların Polis Enstitüsü öğrencileri poliste reform dileklerini duyurabilmek amacıyla boykot adını verdikleri derslere girmeme eylemi yapıyorlardı. Bu eylemden aklımızda kalan en çarpıcı slogan ise “Halkın Polisi Olmak İstiyoruz”[1] olanıydı. İçerik itibarı ile o günlerde yeterince anlaşılamayan, hatta siyasi mesaj taşıdığı düşüncesi ile endişe ile karşılanan bu slogan, şimdilerde batı ülkelerinde polisiye uygulamaların ana temasını oluşturmaktadır. Geçenlerde Fransız polisleri ile teknik eğitim işbirliği çerçevesinde bir arada olduğumuzda 2001 yılı için uygulamaya koymak üzere son derece gelişmiş toplum destekli polis çalışmasını programa aldıklarını öğünerek bize ifade ettiler. Bu çalışma polisi halka daha yaklaştırmak, bütünleştirmek ve bu amaçla yerel polis birimleri oluşturmak şeklinde özetleniyordu. Satır aralarında ifade edilmeye çalışılan ise polisin halkın hizmetinde olduğu ve onun güvenliği için var olduğuydu. Ülkemiz açısından değerlendirdiğimizde ise bu alanda yapılması gereken çok şeyin olduğunu görüyoruz. Şimdi baktığımızda, polis amirlerinin Polis Koleji ve Akademisinde, içinde yaşayacakları ve hizmetinde olacakları halktan kopuk, kapalı bir düzen içerisinde sekiz yıl yatılı olarak yetiştirilmelerinin hiçte gerekli olmadığını düşünüyoruz. Yüz binlerce üniversite mezunu ellerinde diplomaları işsiz gezerken, sadece bir sınavla insanları ömür boyu maaşlı ve yakınları ile beraber sosyal güvenceli Polis Koleji ve Akademisine almak ne derece doğru, mantıklı ve ekonomiktir. Bu üniversite mezunlarından, yüksek tutulacak seçme kriterleri ile seçeceklerimizi, Polis Akademisinde bir yıl mesleki eğitimden geçirerek amir ihtiyacımızı karşılasak diye düşündüğümüzde, çok mu kafaları karıştırırız?
Bu düşünceler çerçevesinde polisin örgütlenmesinde ne gibi değişiklikler yapılmalıdır? Aslında bu sorunun cevabının verilmesinden önce Emniyet Genel Müdürlüğünün bugünkü örgütlenme şekline göz atmakta yarar var. Bu örgütlenme, “en üstte siyasal iktidarın temsilcisi İçişleri Bakanı, bakanın teklifi ve üçlü kararname ile atanan Emniyet Genel Müdürü, aynı usulle atanan 81 il emniyet müdürü, merkezde sadece bakan imzası ile görevlendirilen veya görevden alınabilen daire başkanları, şube müdürlerinden oluşmaktadır.”[2] İlk bakışta siyasi bakana bağlı olmak şekliyle, seçilmiş siyasal iktidar ile dolayısıyla halkla ve demokrasiyle bütünlük gösterdiği düşünülen bu merkezi yapılanma, aslında Emniyet Genel Müdürlüğünün hemen tüm sorunlarının başlangıcını oluşturmaktadır. Bir yönüyle düşünüldüğünde görülecektir ki, siyasal iktidarı genel olarak bir siyasi parti veya onunla ortak birkaç siyasi parti oluşturmaktadır. “Polisin, seçilmiş sivil bir bakana karşı sorumlu olması, onun İçişleri Bakanının üyesi olduğu hükümetteki partinin tamamen kontrolü altında bulunması demektir…. Demokrasi prensiplerinin tam olarak yerleşmediği bir ülkede bu durum gerçekte kendi bölgelerinde değişik politik menfaatlerini polis teşkilatı vasıtasıyla icra etmek isteyen hükümet partisinin politikacılarına bir davetiyedir.”[3] Bu durumda polisin son derece önemli devlet güvenliği ile ilgili birimlerinin, günlük siyaset veya halk popülizmi gibi uygulamalarla karşı karşıya bulunması ve etkilenmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu etkilenme dün ne kadardı bugün ne kadardır tartışmasına girmeden, sorun, kişiselleşmeden öteye bir sistem sorunu olarak algılanıp batı ülkeleri uygulamalarında görüldüğü gibi çözümlenmesi gerekmektedir. Bu ülkelerdeki iç güvenlik örgütlenme uygulamalarına bakıldığında, özellikle ABD’ nde ve ona paralel rejim benzerliği içerisinde olan batı ülkelerinde, devlet güvenliği ve örgütlü suçlarla ilgili iç güvenlik birimleri merkezileşip günlük siyasetin dışına alınırken, polisin idari görevleri ve kişisel suçlarda yerelleşme uygulanmakta, bu şekliyle sistemi genelini popülizm ile karşı karşıya bırakmadan halkın ihtiyaç ve beklentileri daha demokrat bir yapı ile çözümlenmektedir. Şimdi biz İstihbarat, terör, kaçakçılık ve toplum güvenliği suçları ile ilgili birimleri yani devlet güvenliği ile ilgili birimleri merkezileştirsek, bunların bölge örgütlenmelerini gerçekleştirsek, polisin kişisel suçlarla ilgili birimlerini ve idari personelini merkezi bir bütünlük içerisinde yerelleştirsek, halka daha yaklaştırsak, karışık bir iş mi önermiş oluruz? Böyle bir yapılanmada polis okullarından “mezuniyet”[4] ve “iş garantisini”[5] kaldırsak, kaliteyi yükseltsek, örneğin Afyon Polis Okulundan mezun olan Edirne nüfusuna kayıtlı polis adayının, sertifikası ile birlikte Mardin yerel polisi örgütünde bulunan boş polis kadrosu için sınava girerek bu ilimize atansa ve yıllarca, devlet güvenliğini ilgilendirmeyen kişisel suçlarla ilgili görev yapsa, bu durum kime ne zarar getirir? Rize ilinin şehir trafiğini tanzim etmek için Ankara’dan polis göndermek ekonomik açıdan, idari açıdan, uygulanabilirlilik yönünden ne derece uygundur?
AB’nin aday ülkesi Türkiye’nin, bu birliğe tam üye gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, üniter yapısını bozmadan, devlet güvenliği ile ilgili birimlerini günlük siyasetin dışına çıkartarak merkezileştirmesi ve kurumsallaştırması, iç güvenlik örgütünün kişisel suçlarla ve idari görevlerle ilgili birimlerini merkezi bütünlük içerisinde yerelleştirmesi ve bu şekilde halkla yüz yüze ve doğrudan ilişki kurulmasının idarecilerin kişisel becerilerine bırakılmaktan öteye bir sistem olarak çözümlemesi gerekmektedir. Bu Türkiye içinde böyledir ve böyle olması lazımdır. Aksi takdirde vatandaş ile devlet arasındaki iletişim eksikliğini gideremezsiniz ve uygulamayı Gaffar Okkan’ların kişisel becerilerine veya “huzur toplantıları”[6] gibi suni tedbirlere bırakırsınız.
Gaffar Okkan olayının diğer önemli yanı bu yazının asıl konusu olmaması nedeniyle kısaca değineceğimiz, orta doğu bölgesinin güç dengeleri üzerinde yarattığı ve bu dengeleri değiştiren etkisidir. Gaffar Okkan olayının bu yönünü yeterince değerlendirebilmek için bu bölgenin ve Türkiye üzerindeki öneminin yine kısaca vurgulanması gerekmektedir. Aslında Anadolu’nun gerek geçmişte gerek ise bugünkü önemi Ortadoğu bölgesi ile birlikte değerlendirildiğinde daha bir anlam kazanmaktadır. Zira Ortadoğu, strateji uzmanlarınca 20. Yüzyılın başlarından itibaren uluslararası konjonktürde önem derecesi çok yükselen ve kesin hakimiyet gerektiren bir menfaat bölgesi olarak değerlendirilmektedir. Dünlerde Osmanlı ülkesinde ticaret yolu üzerinde kontrolü ele geçirme ve yeni sömürgeler elde etme amacına yönelik başlayan Ortadoğu macerası, zamanla boyut değiştirerek petrol, pamuk ve su için uzlaşmaz bir çatışmaya dönüşmüştür. Günümüzde ise, Kafkaslar ve iç Asya pazarlarının açılmasıyla, yine petrol ve doğal gaz zenginlikleri, pazarda büyük paylar kapma hesap ve mücadeleleri bu bölgede acımasızca devam etmektedir. Diğer taraftan Ortadoğu’da demokrasi rüzgarları estirebilecek tek Müslüman ülke olan Türkiye’yi kendileri için kötü bir örnek olarak algılayan bölge ülkelerinin yöneticileri de bu mücadelede Türkiye karşıtı olarak yerlerini almışlardır. Gaffar Okkan’nın davranışları ve bölge halkına dönük kişisel yaklaşımları, orta doğuda bölge ve bölge dışı ülkelerin yarattığı “suni sınırlar”[7] ve dengeler üzerinde meydana getirdiği etki, bu dengeler içerisinde kendileri için kullanabilecekleri suni bir millet ve devlet yaratmak isteyen güçler için çok önemlidir. Öyle ki yüz yıldan fazla geçmişi olan bölge sorununda, bu güçlerin Türkiye için son derece olumsuz olarak geldikleri noktayı, Gaffar Okkan, sadece bireysel davranışları ve halka yaklaşımları ile en az elli yıl geriye götürmüştür. Terör örgütü PKK’nın ve başta Hizbullah olmak üzere benzer uzantılarının, dış destekçileri ile birlikte yürüttükleri, bölge halkının Türkiye’den soğutulması ve koparılması operasyonuna çok önemli bir darbe indirilmiştir. Bu sonuç, güç gösterisi olarak planlanıp uygulanan suikastın başlıca nedenidir.
[1] 1970 lerde radikal sol hemen tüm sloganlarında halk kelimesini özellikle kullanıyordu. Bu nedenle de “Halkın polisi olmak” ilk anda bu söylemleri hatırlatıyordu. Ancak bildiğim kadarı ile Polis Enstitüsü öğrencilerinin o dönemdeki hareketleri siyaset içermeyen, sadece meslek sorunlarına dönüktü.
[2] Polis politikacı ilişkisi üzerine bir araştırmanın düşündürdükleri, Polis Dergisi, yıl 6, sayı 21, sayfa 5-13
[3] Türkiye’de Polis ve Politika ilişkisi, Polis Bilimleri Dergisi Cilt 1, Sayı 4, Sayfa 70,
[4] Bazı istisnai cezalandırma durumları hariç, polis okulu öğrencilerinin hemen tamamı mezun edilmektedir. Polis eğitiminin hassas sakat noktası budur. Nasıl olsa mezun olacağını ve garanti iş bulacağını bilen kendini yetiştirmek yönünden bir ihtiyaç hisseder mi?
[5] Polis okullarından mezun olanlar hemen atamaları yapılarak emniyet teşkilatında işe alınmaktadırlar. Bize göre iş garantisinin kaldırılması gerekmektedir. Polis okullarından mezun olanlar alacakları mezuniyet sertifikası ile hangi ilimizde boş kadro var ise o il için sınava girmeliler ve kazanmaları halinde atamaları yapılmalıdır. İhtisas alanları için ise ilgili daireler kendi personellerini yine sınav ile bu mezunlar arasından belirlemelidir. Sınavı kazanamayan veya polis olmak istemeyen adayların yasa ile getirilecek düzenleme sonucu belediye zabıtası, gümrük muhafaza memuru, özel güvenlik görevlisi, güvenlik müşavir yardımcısı olmaları sağlanabilir.
[6] Özellikle büyük illerimizin Emniyet Müdürlükleri vatandaş ile diyalog kurmak, onların dilek ve temennilerini dinlemek amacıyla zaman zaman “Huzur Toplantıları” adı altında toplantılar düzenlemektedirler. Yararlı olup olmadığı üzerinde ciddi tereddütler olmakla beraber bir ihtiyacın ortaya konulması ve daha ciddi çalışmalar yapılmasını düşündürmesi açısından dikkate değer bulunabilir.
[7] “Irak ve Ürdün, İngiliz buluşudur ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra boş bir haritada sınırları İngiliz politikacılar tarafından çizilmiştir. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak sınırları 1922’de bir İngiliz devlet memuru tarafından belirlenmiştir. Suriye-Lübnan’da Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki sınırlar Fransa, Ermenistan ve Sovyet Azerbaycanı sınırları da Sovyetler Birliği tarafından çizilmiştir.” David Fromkın, BARIŞA SON VEREN BARIŞ Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı, Sayfa 3