Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Mustafa Yiğit’in Ardından

polis_dergi_ekim_2013_baski_024 polis_dergi_ekim_2013_baski_025 polis_dergi_ekim_2013_baski_027        1 Ağustos 2013 günü teşkilâtımızın bu ulu çınarı devrildi. Bu abide kişinin zayiinden ötürü acımız çok büyüktür. Kederli ailesine, teşkilâtımıza ve sevenlerine başsağlığı ve sabırlar, Allah’dan da rahmet diliyoruz!

 

Bazı büyüklerimiz ve mensuplarımız daha çok yöneticilik özellikleriyle, diğer bir kısmı da teknik olarak polislik özellikleriyle temayüz etmişlerdir. Ancak bu merhum büyüğümüz, her iki vasfı da bünyesinde cem edip entellektüel boyutla da taçlandırmıştır. Araştırıcı ve sorgulayıcı özelliği baskındı, çevresini de buna teşvik ederdi. Kitapları, makaleleri, görüş beyan eden demeçleri yanında sözlü medya TV’de de yer alan programların aranan konuğuydu. Ülkemizin ciddî basını kendisine köşe açıp, görüşlerini değerlendirirdi. Basınımızın ileri gelen kalemlerinin, kendisinden görüş almak için aradıklarının tanığıyımdır.

 

Orta yaşlarını sürerken 1958’li yılların Türkiye’sinden, istihbarat kursu görmek için bir yıl süreyle, seçilerek ABD’ye gönderilmiştir. Uluslar arası bir ortamda, sistematik istihbarat bilgileri edinmesi, yaşamındaki önemli etaplardan birisi olmuştur. Aynı zamanda TC’nin ilk “istihbaratçı polisi” ünvanını almasına vesile olmuştur. Yurda döndükten sonra da bu birimlerin oluşumunda katkısı olmuştur.

 

Bütün bunlara rağmen kendisi polis ve istihbarat faaliyetlerinin aynı bünyede bağdaşamayacağını ısrarla belirtmiştir. Nitekim “Polis ve İstihbarat” [1] adlı kitabında ki, basılır-basılmaz yok satmış ve okullara ders kitabı olarak tavsiye edilmiştir, bu doğrultuda fikir beyanı vardır. Polis istihbarat değil ancak haberalmafaaliyetinde bulunabilir, derdi. İstihbarat faaliyetinin kolluk yetkisine sahip birimlerce ifası, GESTAPO benzeri oluşumlara yol açacağını söylerdi. Nitekim aktüel tarihimizdeki JİTEM skandalı, kendisini haklı çıkarmıştır.

 

Cömertlik, mertlik, tevazuu ve mizah yapısını oluşturan özelliklerindendi. Bu kadar üst düzey görev ve ilişkilerde bulunmuş olmasına rağmen, filesi elinde pazar alış-verişini kendisi yapardı, bizlerin yardım talebini de kibarca red ederdi.

 

Bir anekdot: 1965’li öğrencilik yıllarımızda, okul idaresi eski polis koleji mezunlarıyla bizi bir araya getiren geleneksel bir “aşure günü”müz vardı. (Şimdilerde devam ediyor mu, bilmiyorum.) Nitekim yemekten sonra eskilerle-yeniler arasında bir futbol maçı düzenlendi. Merhum Halit ELVER okulun kalecisi imiş, o yaşında inanılmaz kurtarışlar yapmıştı. Tabiî bütün talebeler Mustafa YİĞİT’in ayağından top almak için uğraşıyordu. Birkaç kere top kaybedince, bu defa yakaladığı topu kaptırmamaya kararlıydı. Üzerine gelen öğrencilere, daha önceden eşofmanına sakladığı tabancayı çekerek “Yaklaşmayın, vururum!” demesi, hepimizi kahkahaya boğmuştu. Ruhu şâd olsun!..

 

Fizikî ve medenî cesareti had safhadaydı. Şubat/1973’de komiser rütbesiyle İzmir’de Malî ve Narkotik Şubelerinin istihbaratına bakıyordum. Uluslararası çok güçlü bir çetenin başı Gaziantep’li iki kardeşin (şimdi merhum) organizasyonuyla, Lübnan’dan yüklenen bir geminin İzmir’in kuzeyindeki bir yere bir gemi dolusu kaçak malın çıkarılacağını istihbar ettik. Geceyarısı yedi arkadaşımla –kime ait olduğunu bilmediğimiz bir motoru çalıştırarak- denize açıldık ve gemiyi Yeni Şakran açıklarında karaya oturmuş vaziyette yakaladık, hamuleyi de ancak üç günde boşaltabildik. O günkü koşullarda ve imkânsızlıklarımız da göz önünde bulundurulduğunda bu bir başarı sayılabilirdi  ancak başarı, bir bütünlük halinde olursa başarıdır. Yani yakalanan sadece gemi kaptan ve tayfası değil, gerçek patronların adalete sevk edilmesiyle başarı tamam olacaktı. Bu kardeşler hakkında “gıyabî tevkif” kararı çıkarttık, ancak sanıklar İzmir’de değildi. Olayı basından duyan ve bizimle temasa geçen Gaziantep Em. Md.’ü Sn. Mustafa YİĞİT inisiyatifini kullanarak, iki kardeşi çoktan yakalamıştı bile. Biz bir taraftan soruşturma, mal tesbiti vs işlemlerle uğraşırken zaman geçiyordu. Fakat sıkıyönetim olduğundan biraz da rahat hareket ediyorduk. Ancak hiç öyle düşündüğümüz gibi değilmiş… Hiç kelimelerin arkasına saklanmadan ifade edeyim ki; ekonomik açıdan çok güçlü olan bu kaçakçılar, adlî, idarî ve sıkıyönetim nezdinde –sıkıyönetim komutanı daha sonraları kovuşturma geçirdi- tutuklama kararının “vicahî”ye çevrilmesi konusunda baskı kurmaya başladılar. Tabiî ki müdürümüz hepsine “yiğit”çe direndi ve sanıkları bize teslim edip, “bir an önce alıp götürün, üstümde çok ağır bir baskı kurdular” demişti. Ancak doğru bildiğinden şaşmamış ve gerçek suçluların ceza almasına vesile olmuştu. Böyle yürekli ve ilkeli polisleri özlüyoruz.

 

Doğru bildiğinden asla taviz vermezdi dedik: Kariyeri ve kişiliğinden ötürü içte ve dışta olan önemli ve sansasyonal suçların (Asala Terörü, su-i kastlar vb.) soruşturmasına memur edilirdi. Bunlardan biri de İzmir’de çalışırken yakinen bildiğim bir olaydır, Ecevit su-i kastı:

 

Alman Polisinin kuvvedışı bıraktığı Browning G-1 tüfekleri teşkilâtımıza hibe edildi. Bu silâhların eğitimi ve talimi hemen-hemen hiç yapılmadan teşkilâta ve ağırlıklı olarak da Toplum Polisine dağıtıldı. İzmir’e ziyarete gelen Başbakan Bülent ECEVİT, Çiğli Havaalanındayken görevli polislerin elinde eğitimsizlikten dolayı ve hedef gözetilmeksizin silâh ateş aldı. (Nitekim benzeri olay, Papa VI. Jean PAUL’un  Meryemana ayini sırasında bir piyade erinin elinde acemilikten dolayı G-3 tüfeği patladı) Buna rağmen olayı kullanıp siyasî malzeme yapmak isteyen bazı çevreler, bunu bir su-i kast girişimi olarak takdim ettiler ve anlaşılan o ki, Sn. Ecevit’i de bu konuda ikna etmiş olmalılar. Tabiî her zamanki profesyonel ve objektif tutumuyla; “olayın bir kasıt değil, kaza olduğu”nu belli eden raporunu Sn. Ecevit’e sunar. Bana aktardığına göre; Sn. Ecevit bunun bir su-i kast girişimi olduğuna o kadar mukni imiş ki, kararı sinirli bir şekilde kabullenmek istememiş. Ancak yatıştıktan sonra, Mustafa YİĞİT raporun ve profesyonel ve vicdanî kanaatını yansıttığını, aksine bir görüş beyan edemeyeceğini kararlı bir şekilde iletmesi üzerine Sn. Başbakan da ikna olup, raporu kabullenmek durumuna girmiştir. Çünkü O’nu çok iyi tanıyan Sn. Ecevit de büyüklük göstererek, O’nun kararına saygı gösterip, ucuz polemiklere girme tenezzülünde bulunmamıştır. Ancak bu olayı bugün bile bazı çevrelerin, “su-i kast girişimi” olarak takdim etmelerini gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Bütün bunlara rağmen Sn. Ecevit’in yeni bir parti oluşumuna girdiğinde, İzmir İl Başkanlığını Mustafa YİĞİT’e teklif etmesi, O’nun gözünde de değerinin sürdürülmesinin bir nişanesi olmuştur.

 

İnanılmaz güçlü bir belleği vardı. Çocukluğunda, öğrenciliğinde, askerlikte ve meslek yaşantısındaki olayları detaylı bir şekilde aktarırdı, tabiî yaptığı muziplikleri de.

 

TEMÜDDER-İzmir Şb.’nin ilk üyelerindendi. Haftalık toplantılara herkesten önce gelir, gündemi oluşturur, aktüel meslekî konuları kritik ederdi, bu toplantılar bizler için adeta bir seminer niteliğindeydi. Çağın Polisi dergisine, gazetelere makaleler yazıp görüşlerini iletirdi. İnanılmaz bir meslek aşkı vardı, yaşça hepimizden büyük olmasına rağmen konuları enerjik bir biçimde ele alır, kaynak göstererek bilimsel yaklaşırdı. Heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. 2006’lı yıllarda Fransa’da, “Ermeni Jenosidini İnkârı Suç Sayan” bir yasa teklifini duyar-duymaz, derhal dernek olarak yürüyüş yapıp, Fransız Konsolosluğuna siyah çelenk bırakmamızı önerecek kadar konulara sıcak yaklaşıyordu. (Daha sonra sayımızın az olması, yaz mevsiminde olmamız sebebiyle dernek başkanı Sn. Halil TATAŞ’ın önerisiyle, bir basın bülteni hazırlayıp, yayınlattık. Hatta bu bildirinin bir örneği de o günlerdeki dergimizde yayınlanmıştı. Ancak duyarlılık gösterip hepimizden önce tepki vermesi, bizleri çok etkilemişti.)

 

Keza yine İzmir’in sempatik Em. Md. Halil TATAŞ’ın girişimiyle “Polis Anı Evi”nin oluşmasında rahmetli Rüştü ÜNSAL ile birlikte, bilgi ve belge akışında da hizmeti geçmiştir. Hatta kendi zamanlarında polis âmirlerinin taşıdığı kılıcını da hediye etmişti. Ancak Halil TATAŞ da bir vefakârlık örneği olarak, her ikisinin biyografilerini bina girişine astırdı.

 

Rahmetlinin evi memleket meseleleri ve polis sorunlarının tartışıldığı bir dergâh gibiydi. Hatıralarında, yaşamında en mutlu anının Müşerref Hanımla olan izdivacını göstermektedir. Teşkilâtın adeta annesi-ablası durumunda olan müdürümüzün sayın eşi ve bizlere yadigâr bıraktığı Sn. Müşerref YİĞİT’in de hakkını teslim etmek, bizlere düşen bir vefa borcudur. Babası, ağabeyi ve eşi de polis olan muhterem hanımefendinin bizlere gösterdiği müşfik ve sıcak yaklaşımları, misafirperverliğini saygıyla anmak borcumuzdur. Bizleri evinde ve sofrasında her zaman ağırlayan bu vefakâr yengemiz ayrıca Tamer KIRKLAR’ın gece yarısı (saat; 03.00’teki) topluca ziyaretlerine de tahammül gösterdiğinden ayrıca saygıyı hak ediyor(!). Emirlerini her zaman bekleyeceğiz.

 

25 Aralık 1927 günü Adapazarı’nda yine bir polis olan babanın evinde dünyaya gözlerini açmıştı. Cumhuriyetin ilk kuşak heyecanlı kişilerindendi, harp yıllarının olumsuzluklarını ve yoksunluklarını yaşayan inançlı bir kuşağın mensubuydu. Aldıklarından çok verdikleriyle ilgili olarak yetiştirilmişlerdi. Ülkenin bağırsaklarını tanıyordu amma bu bilgisini ve müşahadelerini gereksiz yer ve kişiler önünde deklare etmeyip, kişisel prestij ve çıkar için kullanmak yerine, ağırbaşlı bir devlet adamı onuruyla davranmıştı.

 

Hiç şüphesiz ki nekroloji en sevimsiz bir yazı türüdür. Size ayrılan hacımda özet de olsa, o kişiyi yansıtıp-yansıtmayacağı kuşkusunu ve rahatsızlığını her zaman içinizde hissedersiniz. Ben öncelikle Sn. Müşerref YİĞİT ve kayınbiraderi/sınıf arkadaşı  (E) Em. Md. Muzaffer HERGÜL ve teşkilât mensuplarımızın hoşgörüsüne sığınarak böyle bir yazıya cür’et ettim. Kendisi hastanede ziyaretine gittiğimizde, o sıkıntılı halinde bile, yine meslekî konulara girer, espriler yapardı. Zaman-zaman uykuya dalardı, uykudan uyanıp bana hitaben; “yazmayı sakın bırakma!” demişti bu O’nu son görüşüm ve son sözleri olduğunu bilemezdim. Vasiyete uymamazlık da edemedim. İşte yazıyorum Sayın Müdürüm…

 

 

 

 

 

 

 



[1] Bu kitabın müsveddelerinin tapajı, özel sektörde çalışırken merhum sekreterim Sn. Gönül DANIŞ tarafından yapılmıştı (300 sahife kadar). Nitekim kitabın önsözünde merhumeye “teşekkür”ü vardır.