1
Ağustos 2013 günü teşkilâtımızın bu ulu çınarı devrildi. Bu abide kişinin
zayiinden ötürü acımız çok büyüktür. Kederli ailesine, teşkilâtımıza ve
sevenlerine başsağlığı ve sabırlar, Allah’dan da rahmet diliyoruz!
Bazı
büyüklerimiz ve mensuplarımız daha çok yöneticilik özellikleriyle, diğer bir
kısmı da teknik olarak polislik özellikleriyle temayüz etmişlerdir. Ancak bu
merhum büyüğümüz, her iki vasfı da bünyesinde cem edip entellektüel boyutla da
taçlandırmıştır. Araştırıcı ve sorgulayıcı özelliği baskındı, çevresini de buna
teşvik ederdi. Kitapları, makaleleri, görüş beyan eden demeçleri yanında sözlü
medya TV’de de yer alan programların aranan konuğuydu. Ülkemizin ciddî basını
kendisine köşe açıp, görüşlerini değerlendirirdi. Basınımızın ileri gelen
kalemlerinin, kendisinden görüş almak için aradıklarının tanığıyımdır.
Orta
yaşlarını sürerken 1958’li yılların Türkiye’sinden, istihbarat kursu görmek
için bir yıl süreyle, seçilerek ABD’ye gönderilmiştir. Uluslar arası bir
ortamda, sistematik istihbarat bilgileri edinmesi, yaşamındaki önemli
etaplardan birisi olmuştur. Aynı zamanda TC’nin ilk “istihbaratçı polisi”
ünvanını almasına vesile olmuştur. Yurda döndükten sonra da bu birimlerin
oluşumunda katkısı olmuştur.
Bütün
bunlara rağmen kendisi polis ve istihbarat faaliyetlerinin aynı bünyede
bağdaşamayacağını ısrarla belirtmiştir. Nitekim “Polis ve İstihbarat” [1]
adlı kitabında ki, basılır-basılmaz yok satmış ve okullara ders kitabı olarak
tavsiye edilmiştir, bu doğrultuda fikir beyanı vardır. Polis istihbarat değil ancak haberalma faaliyetinde bulunabilir,
derdi. İstihbarat faaliyetinin kolluk yetkisine sahip birimlerce ifası, GESTAPO
benzeri oluşumlara yol açacağını söylerdi. Nitekim aktüel tarihimizdeki JİTEM
skandalı, kendisini haklı çıkarmıştır.
Cömertlik,
mertlik, tevazuu ve mizah yapısını oluşturan özelliklerindendi. Bu kadar üst
düzey görev ve ilişkilerde bulunmuş olmasına rağmen, filesi elinde pazar
alış-verişini kendisi yapardı, bizlerin yardım talebini de kibarca red ederdi.
Bir
anekdot: 1965’li öğrencilik yıllarımızda, okul idaresi eski polis koleji
mezunlarıyla bizi bir araya getiren geleneksel bir “aşure günü”müz vardı.
(Şimdilerde devam ediyor mu, bilmiyorum.) Nitekim yemekten sonra eskilerle-yeniler
arasında bir futbol maçı düzenlendi. Merhum Halit ELVER okulun kalecisi imiş, o
yaşında inanılmaz kurtarışlar yapmıştı. Tabiî bütün talebeler Mustafa YİĞİT’in
ayağından top almak için uğraşıyordu. Birkaç kere top kaybedince, bu defa
yakaladığı topu kaptırmamaya kararlıydı. Üzerine gelen öğrencilere, daha
önceden eşofmanına sakladığı tabancayı çekerek “Yaklaşmayın, vururum!” demesi,
hepimizi kahkahaya boğmuştu. Ruhu şâd olsun!..
Fizikî ve medenî cesareti had safhadaydı.
Şubat/1973’de komiser rütbesiyle İzmir’de Malî ve Narkotik Şubelerinin istihbaratına
bakıyordum. Uluslararası çok güçlü bir çetenin başı Gaziantep’li iki kardeşin
(şimdi merhum) organizasyonuyla, Lübnan’dan yüklenen bir geminin İzmir’in
kuzeyindeki bir yere bir gemi dolusu kaçak malın çıkarılacağını istihbar ettik.
Geceyarısı yedi arkadaşımla –kime ait olduğunu bilmediğimiz bir motoru
çalıştırarak- denize açıldık ve gemiyi Yeni Şakran açıklarında karaya oturmuş
vaziyette yakaladık, hamuleyi de ancak üç günde boşaltabildik. O günkü
koşullarda ve imkânsızlıklarımız da göz önünde bulundurulduğunda bu bir başarı
sayılabilirdi ancak başarı, bir bütünlük
halinde olursa başarıdır. Yani yakalanan sadece gemi kaptan ve tayfası değil,
gerçek patronların adalete sevk edilmesiyle başarı tamam olacaktı. Bu kardeşler
hakkında “gıyabî tevkif” kararı çıkarttık, ancak sanıklar İzmir’de değildi.
Olayı basından duyan ve bizimle temasa geçen Gaziantep Em. Md.’ü Sn. Mustafa
YİĞİT inisiyatifini kullanarak, iki kardeşi çoktan yakalamıştı bile. Biz bir
taraftan soruşturma, mal tesbiti vs işlemlerle uğraşırken zaman geçiyordu.
Fakat sıkıyönetim olduğundan biraz da rahat hareket ediyorduk. Ancak hiç öyle
düşündüğümüz gibi değilmiş… Hiç kelimelerin arkasına saklanmadan ifade edeyim
ki; ekonomik açıdan çok güçlü olan bu kaçakçılar, adlî, idarî ve sıkıyönetim
nezdinde –sıkıyönetim komutanı daha sonraları kovuşturma geçirdi- tutuklama
kararının “vicahî”ye çevrilmesi konusunda baskı kurmaya başladılar. Tabiî ki
müdürümüz hepsine “yiğit”çe direndi ve sanıkları bize teslim edip, “bir an önce
alıp götürün, üstümde çok ağır bir baskı kurdular” demişti. Ancak doğru
bildiğinden şaşmamış ve gerçek suçluların ceza almasına vesile olmuştu. Böyle
yürekli ve ilkeli polisleri özlüyoruz.
Doğru bildiğinden asla taviz vermezdi
dedik: Kariyeri ve kişiliğinden ötürü içte ve dışta olan önemli ve sansasyonal
suçların (Asala Terörü, su-i kastlar vb.) soruşturmasına memur edilirdi.
Bunlardan biri de İzmir’de çalışırken yakinen bildiğim bir olaydır, Ecevit su-i
kastı:
Alman Polisinin kuvvedışı bıraktığı
Browning G-1 tüfekleri teşkilâtımıza hibe edildi. Bu silâhların eğitimi ve
talimi hemen-hemen hiç yapılmadan teşkilâta ve ağırlıklı olarak da Toplum
Polisine dağıtıldı. İzmir’e ziyarete gelen Başbakan Bülent ECEVİT, Çiğli
Havaalanındayken görevli polislerin elinde eğitimsizlikten dolayı ve hedef
gözetilmeksizin silâh ateş aldı. (Nitekim benzeri olay, Papa VI. Jean
PAUL’un Meryemana ayini sırasında bir
piyade erinin elinde acemilikten dolayı G-3 tüfeği patladı) Buna rağmen olayı
kullanıp siyasî malzeme yapmak isteyen bazı çevreler, bunu bir su-i kast
girişimi olarak takdim ettiler ve anlaşılan o ki, Sn. Ecevit’i de bu konuda
ikna etmiş olmalılar. Tabiî her zamanki profesyonel ve objektif tutumuyla;
“olayın bir kasıt değil, kaza olduğu”nu belli eden raporunu Sn. Ecevit’e sunar.
Bana aktardığına göre; Sn. Ecevit bunun bir su-i kast girişimi olduğuna o kadar
mukni imiş ki, kararı sinirli bir şekilde kabullenmek istememiş. Ancak
yatıştıktan sonra, Mustafa YİĞİT raporun ve profesyonel ve vicdanî kanaatını
yansıttığını, aksine bir görüş beyan edemeyeceğini kararlı bir şekilde iletmesi
üzerine Sn. Başbakan da ikna olup, raporu kabullenmek durumuna girmiştir. Çünkü
O’nu çok iyi tanıyan Sn. Ecevit de büyüklük göstererek, O’nun kararına saygı
gösterip, ucuz polemiklere girme tenezzülünde bulunmamıştır. Ancak bu olayı
bugün bile bazı çevrelerin, “su-i kast girişimi” olarak takdim etmelerini
gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Bütün bunlara rağmen Sn.
Ecevit’in yeni bir parti oluşumuna girdiğinde, İzmir İl Başkanlığını Mustafa
YİĞİT’e teklif etmesi, O’nun gözünde de değerinin sürdürülmesinin bir nişanesi
olmuştur.
İnanılmaz güçlü bir belleği vardı.
Çocukluğunda, öğrenciliğinde, askerlikte ve meslek yaşantısındaki olayları
detaylı bir şekilde aktarırdı, tabiî yaptığı muziplikleri de.
TEMÜDDER-İzmir Şb.’nin ilk
üyelerindendi. Haftalık toplantılara herkesten önce gelir, gündemi oluşturur,
aktüel meslekî konuları kritik ederdi, bu toplantılar bizler için adeta bir
seminer niteliğindeydi. Çağın Polisi dergisine, gazetelere makaleler yazıp
görüşlerini iletirdi. İnanılmaz bir meslek aşkı vardı, yaşça hepimizden büyük
olmasına rağmen konuları enerjik bir biçimde ele alır, kaynak göstererek
bilimsel yaklaşırdı. Heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. 2006’lı yıllarda
Fransa’da, “Ermeni Jenosidini İnkârı Suç Sayan” bir yasa teklifini
duyar-duymaz, derhal dernek olarak yürüyüş yapıp, Fransız Konsolosluğuna siyah
çelenk bırakmamızı önerecek kadar konulara sıcak yaklaşıyordu. (Daha sonra
sayımızın az olması, yaz mevsiminde olmamız sebebiyle dernek başkanı Sn. Halil
TATAŞ’ın önerisiyle, bir basın bülteni hazırlayıp, yayınlattık. Hatta bu
bildirinin bir örneği de o günlerdeki dergimizde yayınlanmıştı. Ancak
duyarlılık gösterip hepimizden önce tepki vermesi, bizleri çok etkilemişti.)
Keza yine İzmir’in sempatik Em. Md.
Halil TATAŞ’ın girişimiyle “Polis Anı Evi”nin oluşmasında rahmetli Rüştü ÜNSAL
ile birlikte, bilgi ve belge akışında da hizmeti geçmiştir. Hatta kendi
zamanlarında polis âmirlerinin taşıdığı kılıcını da hediye etmişti. Ancak Halil
TATAŞ da bir vefakârlık örneği olarak, her ikisinin biyografilerini bina
girişine astırdı.
Rahmetlinin evi memleket meseleleri ve
polis sorunlarının tartışıldığı bir dergâh gibiydi. Hatıralarında, yaşamında en
mutlu anının Müşerref Hanımla olan izdivacını göstermektedir. Teşkilâtın adeta
annesi-ablası durumunda olan müdürümüzün sayın eşi ve bizlere yadigâr bıraktığı
Sn. Müşerref YİĞİT’in de hakkını teslim etmek, bizlere düşen bir vefa borcudur.
Babası, ağabeyi ve eşi de polis olan muhterem hanımefendinin bizlere gösterdiği
müşfik ve sıcak yaklaşımları, misafirperverliğini saygıyla anmak borcumuzdur.
Bizleri evinde ve sofrasında her zaman ağırlayan bu vefakâr yengemiz ayrıca
Tamer KIRKLAR’ın gece yarısı (saat; 03.00’teki) topluca ziyaretlerine de
tahammül gösterdiğinden ayrıca saygıyı hak ediyor(!). Emirlerini her zaman
bekleyeceğiz.
25 Aralık 1927 günü Adapazarı’nda yine
bir polis olan babanın evinde dünyaya gözlerini açmıştı. Cumhuriyetin ilk kuşak
heyecanlı kişilerindendi, harp yıllarının olumsuzluklarını ve yoksunluklarını
yaşayan inançlı bir kuşağın mensubuydu. Aldıklarından çok verdikleriyle ilgili
olarak yetiştirilmişlerdi. Ülkenin bağırsaklarını tanıyordu amma bu bilgisini
ve müşahadelerini gereksiz yer ve kişiler önünde deklare etmeyip, kişisel
prestij ve çıkar için kullanmak yerine, ağırbaşlı bir devlet adamı onuruyla
davranmıştı.
Hiç şüphesiz ki nekroloji en sevimsiz
bir yazı türüdür. Size ayrılan hacımda özet de olsa, o kişiyi
yansıtıp-yansıtmayacağı kuşkusunu ve rahatsızlığını her zaman içinizde
hissedersiniz. Ben öncelikle Sn. Müşerref YİĞİT ve kayınbiraderi/sınıf arkadaşı
(E) Em. Md. Muzaffer HERGÜL ve teşkilât
mensuplarımızın hoşgörüsüne sığınarak böyle bir yazıya cür’et ettim. Kendisi
hastanede ziyaretine gittiğimizde, o sıkıntılı halinde bile, yine meslekî
konulara girer, espriler yapardı. Zaman-zaman uykuya dalardı, uykudan uyanıp
bana hitaben; “yazmayı sakın bırakma!” demişti bu O’nu son görüşüm ve son
sözleri olduğunu bilemezdim. Vasiyete uymamazlık da edemedim. İşte yazıyorum
Sayın Müdürüm…
[1] Bu kitabın müsveddelerinin tapajı, özel sektörde çalışırken merhum sekreterim Sn. Gönül DANIŞ tarafından yapılmıştı (300 sahife kadar). Nitekim kitabın önsözünde merhumeye “teşekkür”ü vardır.