Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

KONUĞUMUZ DÜNYAMIZ DA ÜLKEMİZ DE TEHDİT ALTINDA

 

Selahattin BABÜROĞLU[*]

Aylin AKAN[†]

       

“Artık kaynak ve gereksinimler yanlız bölge ülkelerini değil, esas olarak küresel güçlerin politik hedeflerinde yer almaya başlanmıştır“

 

Bush’un yeniden başkan seçilişi, Orta Doğu’daki çıkar savaşları beni 40 yıl önceki anılarımı sizlerle paylaşmaya yöneltti.

1961 – 1966 yılları arasında İller Bankası Genel Müdürlüğü görevini üstlenmiştim. Bu dönemde beni en çok etkileyen ve güncel merakım haline gelen konu; sınırlı ve genişletilemeyen yeraltı ve yer sütü kaynaklarının, suların, toprakların hatta atmosferin dünyanın artan canlılarına  nasıl yeteceğiydi.

Bu  düşünceye bilinçli bilinçsiz beni sürükleyen  konu; deniz suyunun (Acı suların) tatlılaştırılmasıyla ilgili ABD de düzenlenen konferanstı. Çalışmalara 60 ülkeden 120 uzman katılacaktı. 

 O tarihlerde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) E. Kurmay Albay Şinasi Orel tarafından   kurulmuştu. Planmacıların yaptığı ve TBMM’ce kabul edilen Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında öngörülen bölge planlamalarının, sularımızı korumak, disipline almak için elverişli ortamları hazırlayacağına inanıyordum…

Bu bağlamda Anadolu  ve Trakya  sularının coğrafi konumunu hatırlayalım:

Ø       Türkiye ile Yunanistan arasında Meriç Nehri,

Ø      Türkiye ile Bulgaristan arasında, Meriç ve Tunca Nehirleri,

Ø      Türkiye ile Gürcistan, Ermenistan ve Nahçıvan arasında ayrı ayrı, Çoruh, Posof Çayı, Kura Nehri, Arpaçay, Aras Nehri,

Ø      Türkiye ile İran arasında Aras, Asi Nehri,Sarısu, Karasu,

Ø      Türkiye ile Irak arasında Dicle ve Fırat Nehirleri.

Ø      Türkiye ile Suriye arasında Fırat, Asi Nehri, Afrin, Çağçaysuyu ve Kuveik suyu, kıyılarımız,göllerimiz vardır.

Ø      Arap ülkelerine ulaşan suların % 85’nin kaynağı kendi topraklarında değildir.  Dünya nüfusunun 1/3’ nün,  su isteği karşılanamamaktadır. Türkiye’de ise nüfus artışına göre  kişi başına düşen içme suyu miktarı da hızla azalmaktadır.*

 

Orta Doğuda Kaynaklar

Bugün Avrasya dediğimiz topraklarda yer altı yerüstü kaynakların zenginliği daha önceden biliniyordu. Ancak, bu kaynaklardan, sahipleri yeterince yararlanamıyorlardı!

Konu, Devlet Su İşlerini, İller Bankasını, Sağlık Bakanlığını yakından ilgilendiriyordu. Yabancı bilim adamlarından faydalanıldı. Bütün dünyayı dolaşmış incelemelerde bulunmuş üst düzey iki uzman Türkiye’ye davet edildiler.

Dünya Sağlık Örgütünden Mr. Y. M  Lıu  ve Mr. Gartner Türkiye’de konuşmalar yaptı. Konferas çalışmalarını İnş. Yük. Mühendisi Selami Ünlügil  hazırlamıştı. O dönemde ana hedefimiz yerleşme yerlerine ve her konuta içme suyu götürmekti.

Mr Gartner’in anlattıkları özet olarak şöyle :

“Salgın hastalıklar öncelikle insanların emrine temiz su vermekle önlenebilir. Pakistan’da  tuvalet (wc) nedir bilmiyorlardı. Bazen odalarını tuvalet olarak kullanıyorlardı. Daha sonra  su getirmenin önemini öğrendiler. Türkiye’nin de bir çok yerinde aynı durum vardı. Evlerde seyyar  tuvalet görevi yapan “lazımlıklar” kullanırlardı. Bunlar benim  de Erzurum’da geçen çocukluğumdan hatırladıklarım arasında…”

Türkiye’de 1962 yılında  9.400.000 kişi kentlerde yaşıyordu. Bu o günkü genel nüfusumuzun 1/3’ nü kapsıyordu. Bu nüfus 1977 yılında 17.900.000 ulaştı. (2003-2004)

Öte yandan belediyeli yerleşmelerimizin sadece 3.760.000 nüfusluk bölümüne su verebiliyordu.

 Dünya Sağlık Teşkilatının Yetkileri  

“İller Bankası organizasyonunun  ne kadar  iyi olduğu anlaşılmıştır. Farz edelim ki  İller Bankası kapatıldı.  Belediyelerin hali ne olacaktır? Biz dünya sağlık teşkilatı  adına İller Bankasını çok olumlu ve yararlı bir kurum olarak değerlendiriyoruz. Bankanın çalışmalarnı biliyoruz.

Selami Ünlügil’in raporunda;  Dünyada  tuzlu ve tatlı suların toplamı 919 milyon kilometreküp (yani yarı çapı  1000 kilometre  olan kürenin hacmi kadar) olduğunu belirtiyor ve şu notlara yer veriyordu.

– İnsanlığa yarayacak tatlı su  miktarı  yeraltı-yerüstü suları hariç 156.000 km küp.

– Ayrıca  yer altı  sularıyla beraber  yer yüzündeki tatlı su miktarı 9,7 milyon km  küp

Bugün (2004) Amerikan ve Avrupa şirketleri önümüzdeki 15 yıl içinde su kaynaklarının % 65-70’ni ele geçirmek planları içinde olduklarını görmekteyiz. Örneğin, dünyada 46 ülkede 51 milyon müşteriye sahip olan “RWEAG Thamas Water” şirketi İzmit su işletmesini şirketleri arasına katmıştır. 

Deniz Suyundan Tatlı Suya

Yine anılarıma dönüyorum. Ticaret Müdürümüz Turan Onur ve Diyarbakır Bölge Müdürümüz Tevfik Tarımcı ile birlikte 1965 yılında Washıngton’a gittik. Konferansın konusu acı suların tatlılaştırılmasıydı. Toplantıda, “Meksiko-ABD-LAEA Antlaşması” açış konuşmasını yapan Kongre Başkanı Dıaz Ordaz; “Beyler, evrensel bir olayla karşı karşıyayız. Dünya bir gün susuz kalabilir.” sözüyle başlamıştı. Ve şöyle devam etmişti.

“Eğer ilim  sonsuz olarak saf, içilebilir su gereksinimini karşılayabilecek kapıyı açma olanağını  bulabilirse, bu insanlık tarihinde  Atomun keşfi kadar önemli bir olay olacaktır.

“İlk çağlardan beri saf su insanlığın en kutsal bir gereksinimi  olmuştur. Elbette bizler bu alanda çalışmaya mecburuz, bu yaşamın sürdürülmesi bizim olmazsa olmazımızdır.

Kara sularında nükleer kuvvetin en uygulanabilen ve ekonomik olanakları içinde deniz suyunu değiştirilmesi yöntemleri geliştirilecektir. Her devlet susuz yörelerine yeni su bulmak için her olanağa baş vurmaya mecburdur. Sular okyanuslar dahil ortak çalışma konusu olmalıdır.

Bugün dünyanın geniş topraklarında su, insanların iyi yaşamaları kuvvetlenmeleri, konforu, fakirliğin önlenmesi anahtarıdır. Dünyada boş bırakılan, yaralanamayan kaynaklar sürekli dikkat çekici olacaklardır. Öte yanda dünya nüfusu çığlaşmaktadır.

Önlemler bulamazsak, beceremezsek geleceğin ağır sorunlarını ve insanlığın açlıktan ne hale geleceğinin dehşetiyle karşılaşabilir.

Kongrede bugün, barış için su programı başlangıcını sizlerle yaşıyoruz diyen başkan, insanlığın su sorununu bir bütün halinde ve ortak çalışmalarla ele alınmasını tek çare olarak görüyoruz” demişti.   

Bu toplantıda dünya suyunun beşeriyete (insanlığa)  ait olduğu kararına karşı çıkan olmamıştı.

Bizde kongrenin bir yıl içinde suyun arınmasını, tuzdan temizlenmesi ile ilgili cesaretli adımların atılması için düzenlendiğinin farkındaydık. O dönemde ABD’de çok sayıda bilim adamı bu işte çalışıyordu. Deniz suyunun arıtılması ümit vericiydi.

Suudi Arabistan da deniz suyundan yararlanma çalışmaları başlamıştı. Batı yarım küresinde modern bilimin ve teknolojinin ürünleri görülürken bazı beleşçi topluluklar hep başkalarının  pişirip önlerine getirilmesini beklemeye alışmışlardı. Bu beleşçilik yarışının başında ne yazık ki Türkiye’de yer alıyordu.                  

Başkan , “Barış için Su Programının başındayız.” Demiş ve A.B.D tuzdan arınmış sular için harcanan masrafları düşürmek, araştırmak ve geliştirmek için    200 milyon dolarlık birinci beş yıllık program hazırlanmış olduğunu ifade etmişti. (1965 yılı)

Bunun  için  bilimin ve  teknolojinin meyvelerini dünyanın her susuz  köşelerine kadar götürmek için bütün devletlere  uluslararası  yatırım yapmaları  hususunda  bize katılmaları çağrısında bulunuyorum” diye devam etmişti.

 Dikkatler Dicle ve Fırat Nehirlerinde

Bu toplantıdan döndük. Dokuz bölge planlaması disiplinini topraklarımıza monte etmek istiyorduk. Bölge kaynakları ve suları da korunacaktı. Bütün ihmallerimize karşın Allah’tan hâlâ dünyanın en temiz kalan  %75’i kar suyulu Dicle ve Fırat nehirleri duruyor. ABD’nin arşivlerinde canlı tutulan bu potansiyel istekler ve çalışmalar  düşünülürse, ABD, Irak’ı sadece petrolleri için mi  işgal etti? Ne dersiniz değerli okuyucularım?

Avrupa Birliğine Giriş Çabalarımız

Bugün, Avrupa  Birliğine giriş için beklediğiniz ana rapor ve Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye etkileri ile ilgili bir rapor var. Bu raporun dokuzuncu sayfasında,

“Su önümüzdeki yıllarda, zaman içinde  stratejik bir sorun  haline gelecektir. Türkiye’nin üyeliği ile  su kaynaklarının, Dicle ve Fırat  üzerindeki barajlar ve su tesislerinin  uluslararası yönetimi beklenilebilir.” Denilmektedir.

Yani benim Merkezi Avrasya dediğim  GAP (Güney Anadolu Projesi) uluslararası yönetimi söz konusu olacaktır, uyarısı yapılmaktadır.

ABD Başkanı Bush’un  güvenlik baş danışmanı  Condelezza Rıce Temmuz 2003 ayında Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) içinde benim merkezi Avrasya diyenlerle paylaştığım bölgemizin Fas’tan Çin’e kadar C.Rice’nin belirttiği 22 ülkenin siyasi coğrafyasının ve ekonomik coğrafyasının düzenlenmesi politikalarının gidişi içerisinde elverişli yerimizi almamız önemlidir.

 

Tekrar 1960’lara dönüp, o dönemdeki Avrupa Birliği çalışmalarına atıf yapmak istiyorum.

Avrupa Birliği  Başlangıcındaydık               

Avrupa Birliğine temel olacak çalışmalar Avrupa Yerel Yönetimler bankaları (Comun Banks) genel kurullarında filizlendiriyordu. Bu konularla siyasilerden önce, bilim çevreleri, teknokratlar, uzmanların ilgilenmiş olduğunu görüyordum. 

Avrupa  devletleri yerel yönetimleri ve yerel yönetim bankaları arasında ortak  örgütleşme girişimleri ve birlikte hareketleri sürdürecek  yoğun çalışmaları oluyordu.

Avrupa Mahalli İdareler Birliği’nin 24/25 Ocak 1961 günü İtalya’da yapılacak toplantısına davet edildik. Bankamızı temsilen  İller Bankasının Avrupa Yerel Yönetim Bankalarıyla birlikte çalışmalarını sürekli izlemesi için  İdari Genel Müdür Yardımcım  İngilizce, Fransızca bilen  İller Bankasının Avrupa Comün Banklarla birlikte çalışmalarını sürekli izlemesi dahil Gazanfer Sönmezi görevlendirmiştim. Böylece her konuda bilgi sahibi oluyorduk. 

Özellikle 1980  yılından sonra banka örselenirken ilgisizlik ve yönetimlerdeki bilgisizliklerle uluslararası bankanın ilişkilerinin  koparıldığını üzüntüyle izledim.  Gide gide Avrupa Birliğine alınmamız için yalvarma dönemimiz başladı.(2004)

Ortak Pazardan  Avrupa Birliğine  

Kuzey yarım küresi; birinci dünya savaşı ile  her yönden köklü değişiklere uğradı. İkinci dünya savaşının dehşet verici yıkımından sonra sanayi ve teknoloji şahlandı. Bilgi devrimi ile dünya yepyeni bir sürece girdi.  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin dağılması ile Kuzey yarım küremizin siyası coğrafyası ve ekonomik coğrafyasında önemli değişimler oldu.

Merkezi Avrasya diye tanımladığım GAP daha sonra Orta Doğu genişleme ve geliştirme projesi adını alan yöre baş köşeye oturdu. Amerika-Avrupa-Asya kıtaları arasında fiziki yerini kuvvetlendirmeye başladı. Ve  Irak  işgal edildi.

Avrupa Birliği (AB),  Amerika (ABD) ve  Asya bölgeleri dünyanın fiziki  gündemine sokuldu. Açıkça söylenmese bile AB’nin  Amerika karşısında  sıkı durmaya inisiyatif kaybetmemesine daha çok önem verilmeye başlandı…

Selim Subaşı ile Avrupa’dayız

Avukat Selim Subaşı İller Bankası  İkrazlar Daire Başkanlığı ve Arsa Ofisi Genel Müdürlüklerine tarafımdan atanmış çok değerli bir arkadaşımızdı. Avrupa Yerel Yönetimler toplantılarının bazılarına birlikte katılıyorduk.

Almanya’da yapılan bir toplantıda Fransız delegesi “Ekonomik Birlikle” ilgili uzunca ve heyecanlı  ayrıntıları anlattı. Dikkat çekiciydi ve o tarihte pek çoğumuza sıcak gelmeyen  konuşmasını izlemekte zorluk çektim.

Otelimize döndüğümde.

-Selim bey o Fransız delege devletleri yok ya da tek sayarak bir şeyler söyledi. Selim bey benim milli sorunlarda çok tutucu oluğumu biliyordu. Tutanakları hükümetimize sunalım dedim.

-Efendim Dışişleri bakanlığımızdan toplantımıza katılan görevliler var. Onlarla  konuşurum.

Ortak Pazar konuşuluyordu.

Ortak Pazar (AET) nedir? Ne yapacak? Türkiye neresinde olacak?  O gün kafamızı kurcalamıştı. Buna ısınmaya çalışıyorduk. Ülkemiz zarar görecek miydi?

İkinci Dünya Savaşından sonra AET filizlendi. 25 Mart 1957  günü Roma’da  yapılan bir antlaşma  ile kurulmuş. 1 Ocak 1958 günü uygulamaya girmişti.

“Batı Almanya”,”Fransa”,”İtalya”,”Hollanda”,”Belçika”, ve “Lüksembourg” altılar ortak olmuşlardı.

Hedefi; bir siyasi birlik yolu ile tek Avrupa’yı oluşturmaktı. Daha doğrusu Yeni bir Avrupa ortaya çıkarmaktı.

  • Gümrükleri kaldırmak
  • Topluluk içinde  mal, hizmet, insan ve sermaye hareketlerini serbestçe sürdürmek
  • Devletlere karşı ortak ekonomi politikarında birlik  oluşturmaktı…

Bu örgütlenmenin geçmiş çalışmalara dayandığı biliniyordu.

Prof. Kont Coudenhove – Kalergi, “Pan Avrupa Beyannamesini yayınlamıştı. Gümrük birliği düşünülmüştü, askeri savunmalar gündeme gelmişti.

Bir süre sonra  Fransa Başbakanı Brıand ve Alman Dışişleri Bakanı Stressman Fransa-Almanya İşbirliğinin baş koşul olduğunu  ileri sürdüler. Ve Lucarno Antlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşma ile “Uluslararası Lahey Adalet  Divanı  hükümlerine uyacaklarını kabul edilmişti.“

İkinci Dünya Savaşından sonra 1948  yılında  Hür Avrupa Birliği için  Amerikan Komitesi kuruldu. Ayrıca  Sir Wınston Churchıll, 1946 Eylülünde  Avrupa  fikrini özendirici sözlerle  bir “Avrupa Konseyi” ve yine  1950 yılında “Avrupa Milli Savunma Bakanlığı”na bağlı  “Birleşik Avrupa Ordusu“ kurulmasını önerdi. (Bu gün 2004 yılında aynı girişim sürüyor ama çıkarlarında anlaşamadıklarından kuvvetli Avrupa ordusu  kuramıyorlar.)

Daha sonra  Kuzey Atlantik Anlaşması Teşkilatı (NATO) ve Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (OECD) kuruldu. Bunlara Türkiye’nin katılması kolay olmadı. Kore Savaşına girmemizin nedenlerinden biride  bu örgütlerdi.

Bizi yönetenler bu gelişmeleri sağ-sol çatışmaları arasından izlediler. Arkalarına döndüklerinde 8 Haziran 1959 günü  Yunanistan’nın  Avrupa Topluluğuna katılmak  oldu-bittisiyle  ile karşılaşıldı. Yunanistan’la yapılan anlaşma 1 Kasım 1962’de yürürlüğe sokuldu.

İller Bankası Genel Müdürlüğünü yaptığım dönemdi. Bu teknik oluşumlarda bilim çevrelerinin, bürokratların ve teknokratlarının çabalarını ancak siyasilerin yüzeysel kaldıklarını görüyorum. Siyasi sahiplenme ülke politiklarına yansıyamıyordu.

           

Ülkemizi Tehdit Eden Sömürü Tehlikeleri

Dünyanın en büyük miktar Türkiye’de bulunan Bor Madeni  4000 yıl önceden  biliniyordu. Babil’lerin Asya Himalaya dağlarından getirip altın işlemekte kullandıkları yabancı kristaller bulunmuştu. M.Ö. birinci yüzyılda Roma İmparatorluğundan Caligula ve Neon’un gladyatörleri  yetiştirilmeleri için arena denilen alanlara Boraks serpmişlerdi. Dünya bor madenini  böyle tanıdı.(2) Romalı’lar Türkiye’nin  Bandırma civarında Pandernit yataklarından gelme kalsiyum borat olduğunu iddia ediyorlardı .

Ülkemizde kara taşıtlarını bor madeniyle çalıştıracak patentli 600 proje olduğu söyleniyor. Dünya Bor madenlerinin %70’i ise Türkiye’de. Biz derin uykumuzdan çıkmadan uluslararası tröstler  bor madenimize bir yolunu  bulup sahip olmak hesabı içindeler.

ABD’li Millenium Cell’in (MC) stratejik ortağı Daimler-Chrysler seri üretime geçtiği iddialar arasında. İddialar şöyle devam ediyor; Bor teknolojisinin Türkiye’ye gelmesini önlemekte, bilgiler gizli tutuluyor. Ve ülkemizde bor madenlerinin değeri 800 milyar dolar civarında hesaplanıyor.

Birde Neptümyum konusu var. Türkiye’nin borçlarını çevirmek işi Neptünyumla olabilir diyenler var. Türkiye’nin bu elementle kurtulacağı iddia ediliyor.

Neptünyum rezervlerimiz 127.000 ton. Değeri 9 trilyon dolar. İç-dış borcumuz 220 milyar dolar. Bunun 40 katı olanağımız potansiyel kaynak halinde diyenlere karşı ; Peki bundan neden yararlanmıyoruz? Sorusu soruluyor.

Türkiye’nin  Neptünyum durumu hiç de anlatıldığı gibi değil diyen  Bilkent Üniversitesi Fizik bölümünden Prof. Cemal Yalabık (3) Neptünyumla ilgili sansasyonel  iddianın İnternet’te sıkça zorlanan virüs metinlerine benzediğini ileri sürüyor.

Sayın Yalabık; Neptünyum aynı bor madeninin işletilmesi gibi ileri teknoloji gerektiriyor o da bizde yok. Dünyanın zaten Neptünyum ihtiyacı da yok diyor. Bu element sadece Nötron dedektörü yapımında kullanılıyor. Dünyada yıllık üretimi bir kilo. Neptünyum, uranyum madeni ile karışık durumda. Türkiye’de Neptünyumu işlemek için uranyumu işlemek sonra da oradan Neptünyumu arıtmak gerekiyor. Bunlar hayal diyor.

 Sonuç

Dünya suyunun beşeriyete ait olduğu kararına siyasi kadrolar dışından çoğunluğu uzmanlardan oluşan toplantıda karar oy birliğiyle alınmıştı.

Karalar, denizler, yerüstü-yer altı varlıklar, tüm sular (glasiyelerde donmuş yer altı  derinliklerinde  ya da denizler, tuzlu halde  bulunan sular) atmosfer dahil bütün varlıklardan  oluşan ortamdan canlıların ve insanların  hakkı olduğu iddiası karşısında bizim de en elverişli durumu şimdiden yakalayabilmek için uygun politikaları kesintisiz izlememiz gerekir.

İnsanlar bu kitlesel-küresel ortamda doyacaklar, korunacaklar, sağlıklı yaşam sürdürme dağal haklarından faydalanacaklardır.

Kimse  verimli kaynaklarını ebediyen stoklayıp boş tutamaz, birilerinin ilgisinden kaçıramaz. Devletler boş değerli kaynakları bir azınlığın beklentisine de sömürüsüne de bırakmazlar.

Türkiye kaynaklarına sahip olabilme politikalarını, önlemleri  ve  ortaklıkları doğru, güvenli ve verimli şekilde planlamalıdır.

Unutulmamalıdır ki;

Bu dünyada her topluma, her canlıya yer vardır. Dünya bütün varlıklar içindir. Ama dünyanın  insanlara yetmesi için yaşamakta olanlara  büyük yükümlülükler  düşmektedir.

Evet küremiz  ve evren  canlılar, insanlar içindir, bütündür. Ayrım yapamayız. Varlıkların haklarını kollayan politikaların oldu-bitti tarzında önümüze çıkmaması için şimdiden hazır olunmalıdır. 

 

 

 

 



[*] Önceki Dönem İmar İskan ve Ulaştırma Bakanı

[†] Araştırmacı

Türkiye’de kişi başına düşen içme suyunun azalma miktarı ile ilgili öngörü:

1955 yılında 3626 m³

1990 yılında 3626 m³

2025 yılında 2186 m³

 

2 İlk boraks Marka Polo tarafından 13. yüzyılda Moğolistan’dan getirilmiş Tincana adını almıştır.

3 Y. Maden Mühendisi çok saygı duyduğum dostum rahmetli Tahsin Yalabık’ın oğlu