Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

GÜNÜMÜZÜ KÖTÜ ETKİLEYENLER

 

 

 

Özdemir BAŞAT[*]

 

Geçen sayımızda, ele kalem almamızı gerektiren bir konu başlatmıştık: “ Türkçemizi doğru ve güzel kullanmıyoruz”.

Türkçe’ye sahip çıkmak, önce var olan Türkçe kelimelere sahip çıkmakla başlar.bu nasıl olur? Şöyle olur: anlamını iyi bilmediğimiz, hakkında yarım yamalak fikir sahibi olduğumuz kelimeyi kullanmayalım. Doğal ayıklama yöntemidir, asalaklar kendiliğinden düşer.

Başka bir değişle, yeni duyduğumuz, geçen ay okuduğunuz, geçen yıl söylenmeye başlanan yabancı kelimeleri kullanmayalım.

Hatta, ayıp değil, bunları kullananlara “ne demeye geldiğini” soralım. Bakalım kaç kişi inandırıcı yanıt verecek. Pek çoğu veremeyecek, çünkü büyük olasılıkla kendiside bilmiyor.

Örnekse, “Etik açıdan doğru değil” diyor birisi. Nedir etik? Ne işe yarar? Daha önce onun yerine kullandığımız bir kelime hiç mi yoktu? Etik’siz olursak neyimiz eksik kalacak? Kalabilirmiş? Bunun savunucuları şimdilerde köşeye sıkıştırılınca “Efendim, onun baştan beri iki ayrı anlamı vardı? Diye kıvırtmaya başlarlar. Oysa Türkçe de, Türkçe olmasa da “ahlak” kelimesini kullana geliyorduk. Yeterliydi, çünkü açıklama yapmayı gerektirmeyen, sağa sola çekmeye uygun olmayan bir kelime.

Futbolseverlerin kulağı çınlasın, filanca maçın rövanş karşılaşması yapılacıkmış. İyi ama, rövanş zaten ikinci kez karşılaşma demektir. Yani yenmiş, yenilmiş olsa da aynı takımlar yeniden oynayacaktır. Bu laflar peş peşe kullanılınca “karşılaşma karşılaşması” oluyor. Eğer bize hak verdiyseniz, bunu tanığınız gazete ve televizyonların spor adamlarına söyleyin.

Renault, Peugeot arabalarının bu adlarını söylerken, dikkat edin, ağzınızdan “t” harfi çıkıyor mu? Hayır. Reno, Pejo diyorsunuz. Peki, lokanta anlamında kullanırken neden “restoran” diyor, yani “t” li  söylüyorsunuz? Elbette, bizden önce bir dost uyarmadığı için. Aramızda kalsın, bu laflar Fransızca’dır  ve söyleniş kuralları vardır. Kuralını bilmiyorsanız, o  kelimeyi bilmezden gelin. Lokanta lafını da kullanmasanız olur. Ama ilginçtir, İtalyanca olan bu kelimeyi İtalyanlar bile silmiştir, züppelik işte, restoranı yeğliyorlar. Her ikisinin yerini dolduracak yerli bir kelime bulmaya davranmayalım, çünkü var. Tek kusuru, o adı taşıyan bir yerde oturacak olurlarsa, seçkinlerimiz kendilerini küçük düşmüş sayabilir:” Aşevi”. Köftecinin “fast food”, meyhanenin “pub”, bakkal irisinin “market” sayıldığı bir  ülkede haksız değiller.

Bakın, durup dururken ceket, pabuç, penaltı kelimelerini atın demiyoruz. Bunlar sırasıyla, Fransızca, Farsça, İngilizce kökenlidir. Haydi onlara “şimdilik” biraz göz yumalım. Gel gelelim  “bonus” lafı insanda gaz yapıyor. Sözüm ona İngilizce’den  alınmış havası verilmek isteniyor, oysa Latince’dir ve düpedüz  “mükafat-ödül” demektir. Eğer bu ikramdan uzak durursanız onların da havası kaçacak.

Bizim işimiz birilerinin havasını boşaltmak değil. Ama neden kendimizi (dilimizi) savunmak zorunda kalalım. Bir de böyle davranınca, tersine, saldırgan damgası vuruyorlar. Bu hafiften “huysuz, geçimsiz adam” oluyorsunuz.

Çarşı, Pazar çıkışında elimizde poşet taşıyoruz. Ne demek poşet? Yıllar öncesi, satın aldıklarımızı  bez torbaya koyardık (plastik bilinmediği için) yada elimizde (hasımdan yapma) bir “zembil” olurdu. Büyüklerimiz bu Arapça adı da sevmemiş “sen-bil” demişti. Gerçekten yakışan yanı, dar gelirlilerin aldıklarımızı görerek imrenmelerini önlemeye yönelik oluşudur. (koyu renkli) plastikten vazgeçmeyin, ama isterseniz bu adla kullanmaya başlayabilirsiniz.

Dilimizi arındıralım, ayıklayalım derken bir yanda da saçmalamayalım. Epeyce bir süre önceydi. Bir takım adam çıktı “Bu Türkçeciler bakın neler zırvalıyor?”diye, gerçekten zırva laflar koydular. Neymiş;

Sigara: tütünsel dumangaç.

Sandviç: tıkıştırık.

Tost: sıkıştırık.

Uçak hostesi: gök konutsal avrat.

 İstiklal marşı: ulusal düttürü.

Demeye hazırlık yapıyormuşuz.

Hayır. Bunları Türkçe düşmanları (hem de kendi insanımız) uydurmuş, üretmiş, Türkçe’nin karalanması için ortalığa yaymışlardı. O namussuzlar çabuk yakalandı.

Bizce her samimi Türk vatandaşı bir polistir, dilinin polisidir. Dil varlığına, düşünce namusuna, bu gününe ve geleceğine sahip çıkar.

Nasıl çıkar? Şöyle çıkar: Artık hemen herkesin cep telefonu var. Onunla konuştukça (ister biz de,  ister karşındakinde) ne yazıyoruz? Kontör, diyeceksiniz. Hayır efendim, yürürken çevrenize bir daha bakın, esnafın camlarının hemen hepsinde “kontür” yazıyor. Be birader, işin hazır kart satmak yada bu tür telefonu kullandırmak. İnsan sattığı şeyin üstünü başını bir kez okumaz mı? Konserve kutusunun arkasındaki etiketi okumadan  salçayı bile yemeğe katmamak gerek. Öyleyse, farkına vardığımızda her yanlışa tavır koymak gerek. Kontörün de Türkçe karşılığı var. O daha dünkü şey, ama Türkçemiz çocuk değil.

Geçenlerde, sevgili Özgüner Polat ile sohbetimiz karşılıklı olmaktan çıktı, bir ağızdan yakınmaya dönüştü. İkimizde ilaç kutularındaki “prospektüs” lerden şikayetçiydik. İkimiz de üst düzeyde okullar bitirmiş, çok sayıda bahar yaşamış  kişileriz. Ama özel eğitimini almadığımız için ilaçların ne gibi sıkıntılara yaradığını, kullanım koşullarını çözmekte “bütünlemeye kalıyor”duk. Bir de “sınıfta kalan”lar var ki, onlar ( hiç anlamayanlar şanslı) yanlış anladıkları için ölüyorlar. İşte buna da tavır koymak gerek.

Hastalık ile aramıza, bizim anlayacağımız dili bizden esirgeyenler (doktor, eczacı, vs.), hukuk ile aramıza, bizim anlayacağımız dili bizden esirgeyenler(yargıç, avukat, vs.), para cüzdanı ile aramıza, bizim anlayacağımız dili bizden esirgeyenler( bakancı, borsacı, vs.), Allah ile aramıza, bizim anlayacağımız dili bizden esirgeyenler (vaiz, imam, vs.) girmemeli.

Girince ne oluyor? İşte, geçmişte yaşayanları aynen, hatta daha fazlasıyla yaşıyoruz. Dikkat edin, bu saydığım`meslek grupları birbirini anlamıyor. Doktorun avukata, bankacının imama kesin bir bağımlılığı var. Bu nedenle Türkiye tam anlamıyla bir “sağırlar diyalogu” içinde.  Hepimizin birbirine ihtiyacı olur, bilgi paylaşımı için. Ama bilgi üstünlüğü (yada ayrıcalığı) kurmak, paylaşmaya niyeti olmayanların çizgisidir. Gelin bu çizikleri silelim.

Yine dikkat edin, yabancı dillerin bu denli sokulganlığı, paylaşımcılıktan değil, dayatmacılıktan, buyurganlıktandır. Yabancı kelimeler, hemen farkına varmadığımız yabancı kavramları, alışkanlıkları( uyuşturucunun bir türünü) sokuşturmaktadır. Erkek milletiyiz, yemeyiz biz, demeyin. “edilgen” erkeklere ne deniyor?

En yeni “yabancı”ları sıraya koyduk, içimize işlemiş eskice olanlara bakalım: dükkanın tabelasında “Erkek Kuaförü” yazıyor.

Olmaz, çünkü yanlış. Kuaför zaten erkek berberi demektir. Öyleyse kadın kuaförü de olamaz. Kadının saçını başını dağıtan bir erkek olabilir.Ama bunu  güzellik adına yapanın da adı “kuaföz” dür. Kadın-erkek, bütün polisleri göreve çağırıyorum. Herkes bu işi yapan dükkanlara gittiğinde tavır koysun, dilinin polisliğini yapsın.

Farkındasınızdır, Türkiye’ye görevli gelen yabancılar artık  Türkçe öğrenerek geliyor. Adamlar bizim yabancı dil konusunda (yukarılarda örneklediğim ölçüde) beceriksizliğimi anladılar. Onlara onların diliyle tuvaleti bile tarif edemeyiz. Eh, böyle olunca kuraldır, sen düşmanının dilini öğreneceksin. Onun kafasından geçenleri birinci ağızdan kaparsan erken yol alırsın. Paris’te Fransız Ermenileriyle (siyasi anlamda) itişirken bu yöntem çok işime yaramıştı.

Ancak, bir-birkaç yabancı dili iyisinden kotarıp yedeklemek başka şey, kendi evimizde yabancı dadıların gözetiminde eğri büğrü “kültürlenmek” başka şey. Bu ayrımı saydam biçimde anlamalıyız. Bize Araplar ve Acemler de “kötü gelinler” satmışlardı. İlerideki yazılarımızda paylarını alacaklar. Kimin eli kimin neresinde, açığa çıkarılacak.

Başa dönecek olursak, bu asalakları ayıkladığımızda elimizde kalan kelime sayısı çok olmayacak, ama yeterli olacaktır. Çünkü Türkçe işlek bir dildir. Dahası, işlenmiş bir dildir. Kayınvalidem bir sabah hatırını sorduğumda “Dün gece karabasana uğradım” demişti. “Kabus gördüm” dememişti. İşte Türkçemizin  böylesi varsıllığını unutmayalım, çünkü var.

Okurlarımıza aydınlık günler, iyilikler dileriz.



[*] Kamu Yönetimi Uzmanı, İletişim Uzmanı