HİLAFETİN KALDIRILMASI (Geçen Sayıdan Devam)
M.Yavuz ELBİRLER 1.Sınıf Emniyet Müdürü Polis Başmüfettişi |
Şu tarihi hakikatler meydanda ve en inanılır ve itibarlı tefsir ve tarih kitaplarında var iken Allame-i Taftazani’nin (din imamlarından hal edici ve yapıcılıkta ehil olanların Abbasi Halifelerinin doğru olduğunda oy birliği yapmışlardır) tarzından söz söylemesinin hiçbir bilimsel kıymeti yoktur. Bunu tereddüt etmeden korkusuzca söyleyebilirim.
Vakı’a İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed gibi işaret edilen İmam-ı Azam Hazretlerinin öğrencilerinden olan Hanefi İmamlarından , Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdir. Hatta İmam-ı Ebu Yusuf Bağdat’ta Abbasi halifelerinden Mehdi, Hadi ve Harun’urreşid zamanlarında Kadılar Kadılığı vazifesini yapmışlardır. Fakat bu keyfiyet onların hakiki halifeliğini tasdike delil olmaz. Çünkü Hanefi kitaplarının tamamında açıkça yad olunduğu üzere Hanefi imamlarının içtihadlarına göre zalim ve fasit bir Padişah’tan kadılık ve valilik gibi memuriyet kabul etmek zaruret sebebiyle caiz ve doğru olur. Yalnız buda zulme ve haksızlığa vasıta olmamak şarttır. İşte bu fikir ve içtihada dayandırılmıştır ki, İslam bilginleri meliklerin ve sultanların kadılıklarını ve sair memuriyetlerini üzerlerin almışlardır. Hülasa, gerek Emevi Halifeleri, gerek Abbasi halifeleri hakikatta halife değildirler. Sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denilmesi insanlar arasında adet olmasındandır. Keşşaf ve Abbasi halifeleri hakkında (gasıp ve mütegaliptirler, kendi kendilerine halife adını takmışlardır) diye yazılıdır. Hatta demin adı geçen (Mesayire) adındaki kitapta açıkça beyan olunduğu üzere Hanefi büyüklerinin bir kısmı sahabelerden Muaviye’ye bile halife demiyorlar, melik ve sultan diyorlardı.
Kendi kendimizi aldatmayalım. İslam alemini biz hiç aldatamayız. Onların içinde pek çok bilginler vardır. Tamamı bu gün bizden bilgindirler. İslam kitapları ellerindedir. Onlar İslam Halifeliğinin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hint bilginleri, Mısır bilginleri , Yemen bilginleri, Necit bilginleri , Irak bilginleri halifenin Kureyş’den geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir bilgini bizim padişahlarımızın halifeliğini din bakımından kabul etmez. Mısır’da , Hindistan’da , Irak’da , İran’da halifelikten bahsedildiği vakit bunu ciddi olduğuna inanıyor musunuz?
Onların bilginleri hiçbir zamana bizim padişahlara halife dememişlerdir. Kitapları ortadadır. Şafi-i ‘lerin en tanınmış, itibarlı kitabı olan (Minhaç-ı nüvi) elde dönmektedir. Basılı vardır. Bütün şafi-i medreselerinde , bütün Şafi-i bilginlerinin ellerinde saygıyla elden ele gezmektedir. Ona bakınız. Şafi-i’lerce bizim padişahlara halife denip denmeyeceğini anlarsınız. Maliki ve hanbeli kitaplarına da bakınız. Onların da bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz, hatta bizim Osmanlı bilginlerimiz bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir. Hanefi fıkıhlarının üstadlarından ve Türkistan’ın en büyük bilginlerinden İmam Necmüddin Ömer Nesefi denilen bir zat vardır. 537-1121 tarihinde Semerkand’de vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fıkıh alimi olduğu için kendine (müftü yüzssakaleyn-insanlara ve cinlere şeri izin verebilen) denmiştir. Bu zatın pek çok kitapları vardır Hanefi mezhebinde imamdır. Bunun (itikada) inanca dair (akaid-i nesefiye-nesefi inançalrı adıyla küçük bir kitabı vardır ki, 800yıldan beri Hanefi mezhebinin bulunduğu bütün doğu medreselerinde okutulur. Hatta İstanbul , Fatih medreselerinde dahi okutula gelmiştir. İşte o kitapta ve diğer bütün islamı kitaplarda İmam-ın Kureyş’den olması şartı olduğu ve başkasının imamlığı caiz olmayacağı mutlak ve kati bir dille beyan ediliyor. (ve layecüzü min gayrihim) deniyor, onun içindir ki demin adını söylediğim Allame-i Taftazani (akideler) inanışlar şerhinde (Abbasi Halifelerinden sonra hal güçtür) diyor. Şu halde bu güçlükleri kaldırmak için ne yapmak lazımdır. Ne demeli dirki?, bu güçlükler kalkabilsin bu hususta söylenebilecek söz şudur: şartları kendine toplamış bir kişi bulunmadığı zaman Halife tayin ve seçmek gerekmez.
Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz varit olabilir. Dene bilirki, Müslümanlar üzerine bir imam seçmek ve tayin eylemek gerektir. Bu konuda ümmetin birleşmesi vardır. Bütün İslam bilginleri imam atamasının gerekliliğinde birleşmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu soru hakikaten pek kuvvetli bir sorudur. İşin içine (icma) dinsel işlerde oy birliği yapma girince kendi tarafımızda ne söylense fayda vermez, hiç kimse dinlemez. Çünkü (icma) en kuvvetli delil sayılır ve tarafımızdan ne denilecek olsa bile bize cevaben (icma) yı yapan bilginlerden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabı Şafi-i bilginlerinin en büyük ,ihtisas sahibi olanlarından Ad Duddin vermiştir. Bu kişinin (navkıf) adında gayet ilmi sayılır,inanılır bir kitabı vardır. Sünnet ehlinin inanışlarına dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul, matbaa-i Amire’de üç cilt üzerine basılmıştır. Bütün İslam bilginlerinin elinde delil , müracaat kitabı olarak tutulur ve içindekiler senet kabul edilir. İşta bu kitabın imamlık bahsinde bu soru kendi tarafından irat olunduktan sonra ona cevap olarak demin değdiğim gibi ( imamlık şartlarını kendinde toplayan bir kişi bulunmadığı anda İslam ehli üzerine imam atanması gerekmez) diye yazılmıştır. Sözümün doğruluğuna inanmak istemeyenler bu kitaba başvurabilirler.
Fakat bu surette memleket anarşi, millet ihtilal içinde kalmaz mı? Evet, millet tarafsız bir surette başıboş, kendi haline terk edilir. Hükümet kurulmazsa şüphesiz memleket anarşi, millet ihtilal içinde kalır. Lakin (nevakıf ) sahibinin maksadı bu değildir. Şartlarını toplamış, hakiki halife anlamında bir imam atanması mümkün olmadığı surette artık o deyince imam atanmasının gerekliliği düşer, diyor. Bundan hükümet kurmaya da lüzum yoktur anlamı çıkmaz. Maksat halifelik şartlarını toplamış bir imam atanması ‘müteazzır’ güç olduğu taktirde yine hükümet kurmak gerekli olur. (Fakat artık ona halifelik ve hükümet başkanına da halife deyimince imam denmez. Ve bundan dolayı İslam milletleri günahkar olmaz) demektir. Nitekim bundan evvel arada geçen Şeriat ulusu (Ta’dilül Ulum)unda halifelik şartlarını saydıktan sonra şartları toplamış halifeliğin , şerif hadiste beyan olunduğu veçhile otuz yılda tamam olduğunu, ondan sonra dünya başkanlığı , zorlayıcı başkanlıktan ibaret olan melik ve saltanat kurulduğunu bildiriyor. Ve sonra da ‘şu beyan olunan halifelik şartlarından zaruretin düşürdüğü şartlar düşmüştür ve yine zamanımızda Kureyşilik şartı da düşmüştür’ diyor ve bu sözü söyledikten sonra (fekanü melulin eyname sekıfu ehazu ve katelu taktile) celil ayeti iktibas ediyor. (aynen alıyorum) ve bu suretle halifelik şartlarını toplamayan melikeler ve sultanlara şiddetle hücum ediyor. İşte şu açıklamalarımdan hakiki halifelik ile benzer halifeliğin neden ibaret olduğu tamamen anlaşılmıştır, sanırım.
Halifelik, asıl halifeliktir ki, Raşit’in halifelerine Ebubekir-Ömer-Osman-Ali’ye mahsus ve münhasır idi, geldi ve geçti. Benzer halifelik ise Raşit’in halifelerinden sonra gelen halifelerinin halifeliğidir ki, yok edici saltanattan başka bir şey değildir ve gayet kötü bir şeydir.
Hakiki halifelikte, halife , (Resul’i Ekrem ) çok cömert olan Peygamber efendimizin yoluna uymakla, peygamber gibi bir yaşamaya katlanacak, idarede baba gibi bir siyaset izleyecek ,elinde Kur’an Hazretleri doğru yolda aydınlığı ve hareketinde yol gösterici olacak , kalbinde Allah korkusu, onun her hal ve işinde adaletten ayırmayacak, makamı ve memuriyetleri Allah’ın bir emanetleri sayarak ehlini bulup ona uyarak verecek, Müslümanların haklarını kaybettirmeyecek, hazine mallarını zerre kadar israfına meydan vermeyecek , İslamlığın yükselmesi ve yayılması ve İslam ehlinin mutluluğu ilerlemesi neye bağlı ise onu elde etmeye kudretini ve kuvvetini sarf edecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hakiki halifelik kurmak kabil mi?
Ebubekir Sıddık Hazretleri halifelik makamına seçildiği zaman minbere çıkıp Cenab-ı Hakka övmemiz ve teşekkür etmemiz senadır dedikten sonra şu hutbeyi (dini söylevi) söylemişti. (Ey insanlar, ben sizin üzerinize emir verici oldum. Halbuki ben sizin en hayırlınız değilim eğer iyilik edersem bana yardım edici olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola döndürünüz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hıyanettir. Sizin zayıfınız yanımda kuvvetli demektir ki , hakkını zalimden alıveririm. Kuvvetlinizde yanımda zaiftir ki, ondan mağdurun hakkını alırım. Hiçbiriniz savaşa gitmeyi terk etmesin. Savaşı terk eden kavim sürçüp düşer. Ben Allah’a ve resulüne itaat ettikçe sizde bana ,itaat ediniz şayet ben Allah’a ve Resulüne itaat etmezsem sizde bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza Rehime kümullah ).
Ebubekir hazretlerinin vefatında kendine ait hiç para çıkmamıştı. Hazineden taktir olunan nafakayla orta halde yaşardı. Devlet malı olarak yanında bir köle ile bir deve ve birde kaftan vardı. Ölüm anında kızı, müminlerin anası Aişe Hazretlerini çağırarak (biz halife olalıdan beri dirhem ve dinarını yemedik yani parasını yemedik, kaba ve bayağı taamlarını yedik ve katı elbiselerini geydik. ‘yani taktir olunan nafaka’ bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil , hazinendir. Ben Müslümanların işleriyle meşgul olurken onları kullanırdım . Size kalacak mal olmaz. Ölümümde üçünü de Ömer’e gönder) diye vasiyet etmiştir. Aişe Hazretleri vasiyet üzerine onları Ömer Hazretlerine gönderince Ömer Hazretleri (ya Ebubekir , kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, güç bir mevkie koydun) diyerek ağladı ve (alın bunları hazineye teslim edin ) dedi. Bunun üzerine mecliste hazır olan Abdurrahman Bin Avf , (Subbanallah ,bir köle ve bir deve ile beş dirhemlik köhne bir kaftanın ne değeri olabilir. Emir etseniz de onları Aişe Hazretlerine geriş verseler ) deyince Ömer Hazretleri (o Ömer’in zamanında olamaz ) cevabını vermişti.
Ömer Hazretleri’de halifelik günlerinde Ebubekir Hazretleri gibi hazineden taktir olunan günlük nafaka ile geçinirdi ve günlük vakıtlarını pek dar tutmuş olduğundan ailesi sıkıntı çekerdi. Diğer hak sahiplerine ise kendi hak ettiğinden fazla verirdi. Bir gün hutbe okumak için mindere çıktığında üzerindeki elbisenin on iki yerinde yama görülmüştü. Geceleri nurlanmış Medine sokaklarında sabaha kadar bekçi gibi dolaşır, bizzat şehrin asayişini korumaya çalışırdı. Hatta kapalı olup olmadıklarını anlamak için kapıları yoklardı ve Fırat nehrinde bir oğlak boğulacak olursa korkarım ki, ‘yarın Cenab-ı Hak beni ondan sorumlu tutar’ diyerek ağlardı. Sorumluluk hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti ki , ara sıra (ya rabbi İslam memleketlere pek ziyade büyüdü ve genişledi her tarafa Allah’ın adaletini yaymak ve dağıtmak benim için güç oldu, artık bu büyük sorumluluğa dayanamayacağım , ruhumu al) diye dua ederdi. Ölümünde borçlu olduğu için malları satılmış, borçları ödenmiştir.
İmam Ali Hazretleri de geceleri birini hazinenin, diğer, kendisinin parasıyla alınan iki mum bulundurur millet işleri ile meşgul olurken hazinenin mumunu kullanırdı . Fakat o sırada kendi işiyle uğraşacak olursa veyahut yanına biri gelip hususi konuşmaya başlayacak olursa hemen o mumu söndürür kendi parasıyla alınan mumu yakardı. Osman Hazretleri ise kendisi zengin olduğu için halifelik masrafları adı ile hazineden hiç bir şey almazdı. İşte hakiki halifelik böyle olur. Halife diye de böyle kişilere denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın anlamı kalır mı?
Sözlerimin başlangıcında söylemiştim ki , şerefli şeriat gözünde halifelikten maksat hükümettir. Bir adil hükümet kurmaktır. Kur’an-ı Kerim’e hükümet kurmakta idare usulü olmak üzere bize birbirimizle müşavere etmeyi , danışıp konuşmayı tavsiye ediyor. (ve emruhum Şura beynehüm) diyor. Bizimde bu gün mümkün olduğu kadar kurmak istediğimiz idare usulü meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine kurmak istiyoruz ve hatta kurdukta. Bu idare usulü Allah’ın beğenisine mahzar olduğu halde ne istiyoruz, başımızda korkunç bir yaratık gibi bir halife bulundurmanın ne anlamı var?
‘Sanılıyor ki, halifeliği kaldırırsak Mısır’da Hindistan’da ve diğer İslam ülkelerinde çok kötü etki yapar. Bu bence pek boş bir fikirdir. Emin olun efendiler, bunun İslam aleminde hiçbir etkisi olamaz evvelce de söylediğim gibi İslam alemi bilginleri kimin halife olacağını ve nasıl halife olmak gerektiğini bizden iyi bilirler. İslam aleminin bize olan yardımını bilmiyorum, hakikaten var mıdır?
Beş on lira vermekle yardım olmaz. Ona yardım denmez. Vaktiyle İstanbul’ da (cihad) savaş fetvası çıkarıldığı zaman İslam aleminden hiçbir katılma sesi çıkmadı. Irak’ı Suriye’yi ve hatta güya halifelik yeri sayılan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan Müslüman askerlerinden kurulmuştu. Beni Arap yan hanında bir odaya kapayarak başında nöbet bekleyen Müslüman Hint askeriydi, eşim ve çocuklarım ziyaretime geldikleri zaman onlarla benim arama girerek elinde hançer ile nöbet bekleyen Müslüman hint askeriydi. İçimizde idi. Şeyhülislamlık etmiş olan kişi de beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman İslam aleminin hiçbir tarafından yardım eli uzatılmamıştır.
Kendimizi aldatmayalım hakikati olduğu gibi gürelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet , İslam aleminin bize bizim de onlara yardım etmemiz lazımdır hatta zorunluyuz. Bütün İslam bireylerinin de elden geldiği kadar yardım etmesi gerekir. Fakat bu halifelik sorunu değil , halifelikten dolayı değil , din kardaşlığı sorunudur. Müslümanların birbirinin kardeşi olduğundandır. Kur’an-ı Kerim (İnnemel mü’minine ihvetün ) buyuruyor. Yani Müminler birbirinin kardeşidir, diyor. İşte İslam alemi bize yardım etmek bu dün kardeşliğinden dolayı zorunludur.Yoksa bir kişinin halife adıyla korkunç bir yaratık gibi bu makamda oturmasından dolayı değildir. İslamlıkta insanlar hakkında kutsilik yoktur. İslamlıkta öyle Hıristiyanlık ta olduğu gibi ruhanilik yani ruhani hükümet yoktur. Ve yine İslamlıkta ne dini kuruluşlar , nede idari kuruluşlar yoktur. İslam şeriatı , dini kuruluşlar yapmadığı gibi idari kuruluşları da İslam ümmetine bırakmıştır. İslam mukaddes olarak yalnız bişey tanır ki o da (hak)dır. Mukaddes olan yalnız hukuktur. Kutsilik ondadır. Cenabı hakkın adı (hak)dır. Kutsilik ondadır. Bazı dinlerin bazı eşyaya verdiği kutsiliği İslamlık vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsilik vermemiştir. Peygamberlere bile kutsilik vermemiştir. Peygamber hazretlerinin en büyük duası (Allahümme erinel eşyayi kemahi)duası idi. Anlamı (ya rabbi bize eşyanın hakikatlerini olduğu gibi göster) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme la tecal kabri ve sene en ya ‘bud) duasıydı. Anlamı, (ya rabbi benim kabrimi tapılı put yapma) demektir. Şimdi size sorarım böyle yüksek bir din bir takım şahısları halife diye başımıza oturtmak ve ona taparcasına bir takım kutsilik vermek kabul eder mi? Buna imkan yoktur. İslamlık bundan ayrılmıştır. Bu bir takı kandırılmaktan, istibdat zamanından sultanlıkların yapmış oldukları zulümleri örtmek için yalnız kendi buyruğunu ön tutan hükümdarların etrafında bulunan, riya yapan şahıslığın kasten yaptıkları telkinlerden ve bir takım cahil işi boş kişilerin yanlış telkinlerinden doğmuş ve gittikçe yaygın bir fikir haline gelmiş bir düzmedir.
Böylece Müslümanların birbirine yardım etmeleri dini bir gerekliliktir. Bu din birliği sosyal bir iştir. Müslümanlar, parçaları birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Birbirlerini tutarlar birbirinden ayrılamazlar mealinde bir şerif hadis vardır ki İslam ehlinin arasındaki birliğin ne derecede lüzumlu olduğunu gösterir. Bu hususta daha pek çok şerif hadisler vardır. Her bir ahlak düsturu i ve pek toplumsal değerlidir. Onun için Hint’in, Mısır’ın, Afgan’nın , Türkistan’ın ve diğer İslam aleminin bize ve bizim onlara bağlılığımız hep bu din birliğinden doğmadır. Bu zavallılarda kendilerini esirlikten kurtarmak için bir yardım yapacak el arıyorlar. İşte bunu içindir ki, biz halifeliği kaldırsak da kaldırmasak da onlar daima ellerinden geldiği kadar bize yardım da devam edeceklerdir ve etmeleri lazımdır.
Halifelik bir nevi vekilliktir. Milletle Halife arasında akdedilmiş olan vekillikden başka bir şey değildir. Millet (Mivekkil) vekil yapan, Halife seçmek ve ona uymak demek vekillik bağıtını yapmak demektir. Bilirsiniz ki, her (akid) bağış yapmak, her mukavele tarafların icab ve kabulü ile yapılmış olur. İşte Halifelik de bir bağıt, bir mukaveledir. Hem de bütün fakıhların söz birliği ile bildirdikleri vechile vekillik bağıtı nevindendir. Halkın da vekillik kaidesi hükümleri yürür. Çünkü, defalarca arzetmiştim ki, Halifelik, şer’i esası itibarı ile hükümet demektir. Bilirsiniz ki, Peygamber Hazretleri, bir taraftan şer’i hükümleri kor, (teşri eder) Yasama yapar, diğer taraftan da bizzat o hükümleri icra ederdi, yürütürdü. Etrafa valiler, kadılar,kumandalar seçer ve atamalar yapardı ve muhabelerde bizzat baş kumandanlık görevini yapardı. Hatta pek güzel bilirsiniz Uhud (Gazasında) savaşında yanağından yaralanmıştı. Bu haller ise söylemeye hacet yok, hükümet yapmalık demektir. Onun içindir ki, Halifelik de hükümet demektir. Fakat gerek saadet yüz yıllarında ve gerek sonraları Hükümet deyimi (Mustalah) lügat anlamının dışında kullanılmamıştı. Hükümüt kelimesi lügata hakim olmak, emir ve men etmek, hükümeti yürütmek demektir. Şeriatta pek makul bir şey değildir. Onun için o vakitler Hükümet deyimi kullanılmamış, onun yerine Hilafet-Halifelik deyimi kullanılmıştır. Hanefi fakıhlarının sonrakileri arasında İbni Human adında bir kişi vardır ki, içtihadedebilir derecede büyük bir fakihdır. Sivas da doğmuş İskenderiye’de yetişmiştir ve orada bilimler yayımlıyırak gayet etki yapan eserler yazmıştır. Hicretin dokuzuncu yüz yıl yetişmişlerindendir. Bunun kelam bilimine yeni inançlara dair (Müseyire) adında bir kitabı vardır ki, basılıdır. Bundan evvel birkaç kere adını söylemiştim. İşte o kitapta İmamlık (Heyve İstihkakun Tasarruf-ı Ami Alelmüslüimin) diye deyimleniyor. Yine İmamlık, diğer deyimle Halifelik Müslümanlık üzerine kamuya tasarrufa hakkı olmaktır., deniyor. İşte Halifeliğin fıkıh yani hukukbilimi görüşü noktasından deyimlenmesi budur. İnanç bilimi kitaplarında Halifelik daha doğrusu İmalık başka suretle deyimlenir. (Dinsel ve dünyasalemirler Peygamber Hazretlerinden sonra onun yerine müslümanlar üzerinde başkanlıktır)diye deyimlenir.İbni Human büyük Fakih olduğundan (İmamlığı) fıkıh ve hukuk bakımından deyimlemek istemiş onun için İmamlık, Müslümanlar üzerine kamuya tasarruf hakkı olmak denmiştir.
İmamlığın, diğer deyimle Halifeliğin en güzel ve en doğru deyimi budur. Kamu üzerine tasarrufa hakkı olmak diyor. Kamu üzerine tasarruf demek, bütün Müslümanları kapsamına almak üzere tüm ve ortak işlerinde söz sahibi olmak demektir. Buna fıkıh dilinde yani İslam hukuku lügatında (Veleyet-i Amme=Kamu üzerine söz geçirmek) denir. Velayet ne demektir? Ve kamu üzerine tasarrufa hak kazanmış bir kimse var mıdır? Bunları açıklamak lazım geliyor.
(Velayet) İslam bilginleri (tenfizul kavli elagayri şea ev ebi) diye deyimlenir. Anlamı (İster kabul etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek) demektir. Velayet’in anlamı budur. Şu halde İslam şeriatına göre böyle ister kabul etsin ister etmesin başkası üzerine söz geçirmekhakkını haiz kimse var mıdır? Bu zorla söz geçirmek demektir ki, zorla hükmetmekten başka bir şey değildir. Zorla sözünü yürütmek şeriatta caiz midir? Evet bir kimsenin diğerine zorla söz geçirmeye kalkışması meşru olmaz sa ona (tahakküm) zorla söz geçirmek denir. Fakat meşru olursa işte o vakit ona Velayet denir.Şimdi bu sorunu bir ön söz ile açıklayalım.
İslam hukukunda üç hak vardır. Bu üç hakka her ferd , tam eşit şekilde sahipdir ve üçü de değişmezdir ve sarsılmaz haklarıdır. Birincisi hürriyet, ikincisi ismet hakkıdır ki, biz şimdi buna masuniyet-i şahsiye diyoruz. Nefsin ırzın ma’suniyet ve dokunulmazlığız demektir.Üçüncüsü de mülkiyet hıkıdır. İşte bu üç hak İslamlığın esaslı haklarıdır. Diğer bütün haklar bu üç haktan doğar. Bu üç hak diğer bütün hakların anası ve doğuş yeridir, başıdır. Zamanında ilerlemiş memleketlerin esas hakları da bu üç hak değimlidir? Evet öyledir ama biz bu esaslı hakları bu gün değil, 1300 küsur yıl önce öğrenmişiz. Lakin esefle demek gereklidir ki, Halifelik adı altında sonra gelen müstebid hükümetler bu esaslı haklara hakkıyle riayet etmemişlerdir.
İslamcılıkta hiçbir ferdin diğeri üzerinde kendiliğinden Velayet hakkı yoktur. Hiçbir kimse diğerine zorla söz geçirmek hakkına sahip değildir. Hiçbir fert, diğerine zorla şunu yap, bunu yapma şurada otur, oraya gitme diyemez. Herkes hürdür. İstediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar vermedikçe kimse ona karışamaz. Yine herkesin nefsi, ırzı muhterem ve dokunulmazdır. Mülk edinmek hakkıda böyledir. Herkesin malı, mülkü dokunulmazdır. Herkes kendi mal ve mülkünü dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin karışmaya hakkı yoktur. Herkes haklarda eşittir. Öyle sınıf ayrılıkları, zadeganlık usulü gibi şeyler yoktur. İslamlık tam anlamıyla Demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin üstünlüğünü kabul etmez.
Kur’an-ı Kerim (En Ekremükün İndallahı İttiukaküm)buyuruyor, yani Allah katında sizin en kerem sahibi olanınız, Allah’dan en çok korkonınızdır diyor. İşte bunun içindir ki, büyük, küçük, şerefi bulunan ve en alçak gönüllü olan herkes Allah yanında eşittir. Allah’ın yanında en sayılı olan, en ikram edilmiş görünen kişi, kimin oğlu olursa olsun Alah’dan en çok korkan kişidir. Bunun içindir ki, İslamlıkta hiçbir kimse kendi şahsı üstünlüğünden doğmuş diğer bir birey üzerinde zorla söz geçirmek, ona emir etmek, onu men etmek hakkına haiz değildir.
İslamlıkta yalnız bir kişinin diğeri üzerinde Velahiyeti zorla söz geçirme hakkı vardır ki, o da baba’dır. İşte yalnız babanın evladı üzerinde söz geçirme hakkı vardır ki, velahiyettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velayet babanın babalık vasfından doğmuştur ve çocuk hakkında tam bir şefkate malik olduğundandır. Ortada bir çocuk vardır. Bakılmak ister. Kendisine irsen geçecek olan malları korumak gerekir. Çocuktur kendisine bakamaz. Ve mallarını koruyamaz, buna kim bakacak? Ve mallarını kim koruyacak? İslam şeriatı çocuğa bakmak, diğer bir deyişle çocuk üzerinde Veleyet hakkını haiz olmak hususunu çocuk hakkında en zeyade şefkate malik olan herkesden ziyade onun faydasını, hayrını düşünecek olan kişiye veriylor ki, o da Baba’dır. İşte babanın bu velayetine (velayet-i zatiye) zati=şahsi velayet denir. Babanın şahsından, babalık vasfından doğan bir velayettir. Baba’dan başka ve baba hükmünde olan büyük babadan başka hiçbir kimsenin diğer bir fert üzerinde böyle zati velahiyeti yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve mallarında velayeti diğer deyimle tasarruf hakkı vardır. Onun bu velayet ve tasarrufa kimse karışamaz.işte bu esasa binaendir ki, (her kimse kendi aleminin padişahıdır) denir. Bir kişi diğer bir şahıs hakkında velayete ve tasarruf hakkında velayete ve tasarruf hakkına malik olabilmek için mutlaka o şahısdan velayet hakkını alması lazımdır. Mesela, bir kimse diğerinin bir malını başkasına satabilmesi için mal sahibinden izin almış olmak lazımdır. Daha evvelce öyle bir izin almamış ise, o satış muteber olmaz. Bu hususda izin almak ne demek tir? O malı satmak velayetini, onun rızasıyla ondan almak demektir. İşte o velayeti almış kişiye vekil denir. Ona o vekaleti veren kişiye de müvekkil denir. Vekil böyle bir velayet almamış ise ona vekil denmez, fuzuli=fazladan denir.
Fuzulinin tasarrufu ise kabul edilir olmaz. Meğer ki, mal sahibi sonradan onu kabul etmiş olsun. Bu halde de (icrareti lahika vekaleti sabıka hükmündedir) denir. Yani Sonraki kabul, önceden verilmiş vekalet sayılır,bu itibarla fuzulinin tasarrufu kabul edilir. Hüküm sorunu da böyledir.Yani bir kimse diğeriyle olan davasında başka bir kişiyi kendi rızasıyla hakem yapmadıkça o kişinin o kimse aleyhinde verilecek hükmü muteber olmaz. Fuzuli=fazladan olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir kişiye vermelidir ki,o kişinin o kimse aleyhindeki hükmü sayılır olabilsin. Çünkü demin demiştik? Babadan mada hiçbir kimsenin diğer bir zat hakkında velayeti, tasarruf hakkı yoktur dememiş mi idik? İşte onun içindir ki, her kim olursa olsun diğer bir kişinin lehinde veya aleyhinde tasarruf edebilmesi için o kişiden kendi rızasıyla velayet alması zorunludur. Babanın çocuk hakkındaki velahiyetine “Zati velahiyeti” denildiğini söylemiştik. Başka bir kişinin diğer bir kişe velayet vermesine ve o şahsın busuretle velayeti haiz olmasına da (velayeti tafviz) verilmiş velayet denir. Demek oluyor ki, velayet iki kısımdır. Birisi zait velayet ki, babanın velahiyetidir. Diğeri tafvizi velayet ki, akıllı ve buluğa ermiş bir kişinin diğer bir kişiye vermiş olduğu velayettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hakemlerin haiz oldukları veleyetler hep tafvizi velayettir. Halifenin haiz olduğu velayet de bu tafvizi velayet nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya varislik yolu ile Halife olmak hakkı yoktur. İbni Muham’ın yukarıdaki deyiminden anlamışdık ki, Halife olmak demek kamu üzerine tasarruf hakkını haiz olmak demektir. Bu hak ise; millet tarafından bir şahsa bu kamu üzerine tasarrufa hak salahiyeti vermekle hasıl olur ki, vekillik demektir. Kamu işleri denilen şey millitin ortak işleridir. Bir memleket idaresi demek o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse, o hakka malik olamaz. İşte bu esasa göre yapılmıştır ki, İslam fakihları yani İslam hukukçuları, Halifelik, milletle halife arasında mukavelesi yapılmış vekilliktir, derler. Bu hususta, tamamen vekillik kaidesi hükümleri uygulanır. Mesala, vekillik mutlak olacağı gibi mukayyed de olabilir ve vekil olan kişi müvekkilinin vekillik verdiği zaman da göstereceği kayda ve şarta riayet etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu kabul edilemez. Bunun gibi Halifelik de vekillik nevinden olduğundan Halife seçildiği anda ve ona uyulduğu zamanda vekillik veren millet tarafından gösterilen kayda ve şarta uyzamay zorunludur. Millet kendi kamuya ait olan velayet hakkını yani kamu işlerinde tasarrufselahiyetini Halifeye mutlak suretle vermiş ise Halifenin bu nevi mutlak halifeliği, mutlak hükümet olur. Raşidin Halifelerinin Halifeliği gibi. Yokeğer millet uyulma sırasında halifenin halifeliğini yani kamu velayetini bazı kayıdlara veşartlara tabi tutmuş ise o vakit bu nevi halifelik de Meşru Hükümet=Şarta bağlı hükümet demek olur. Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi kamu işlerinde hiçbir kimseye tasarruf hakkı vermemesi de esas itibarı ile caiz olmak lazım gelir. Millet, kendi işimi kendim göreceğim, artık yetiştim, yaşamda iyiyi, kötüyü ayırabilecek hale geldim. Kendi ortak işlerimde kendim tasarrufumu kullanmak için gerek görülen olgunluğu ve bilgiyi de edindim.
Bunun üzerine kamuya ait tasarruf hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona, ne denilebilir? İşte şimdi bizde böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibarıyla hiçbir engel yoktur. Yeter ki, millet hakikaten erişgen olsun ve bu hususta var olması gereken siyasal terbiye ve toplumsal eğitime malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanlarınişi kendi aralarında meşveretle görülür) dediği için buna şer’i izin bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda bir çok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor, pek güzel idare ediyorlar.Maksat hasıl oluyor. Halifelik demek hükümet demektir. Kasdedilen memleketi ve milleti adalet içinde güzelce idare etmektir. Yoksa Hükümet şekli değildir.
Bu bahsi biraz daha açıklamak gerekirse deriz ki, velayet ister kabul etsin, ister etmesin başkası üzerinde söz geçirmek demektir ki, zorla söz geçirmek demek olur. Böyle zorla söz geçirmek meşru olmasa onu zulüm ve zorla hükmetmek denir. Meşru olursa velahiyet denir. Bir kanuna dayandırılırsa ona hüküm denir. Lafızlar başka başkadır. Fakat anlamı hep birdir. İtibarlar, yönler ayrıdır, böyle olunca bu velayihet önce ikikısma ayrılır, Umumun velayeti, Hususi=özel velahiyet… (Umumun) Kanunun velahiyeti demek, hükümet demektir. Hakimiyet= hüküm yürütmek demek, saltanat demek, şu yüksek meclisin tasarrufu demektir. Kamu velahiyetinin anlamı budur. Memleketin her tarafını ve bütün bireylerinin ve kamunun bütün işlerini içine alır. Bu gün Türkiye’de bu yüksek Meclis Kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde zorla söz geçirmeye hakkı yoktur, geçiremez. Geçirirse meşru olmaz, cezayı çeker bir cürüm olur. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanızo vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur.Çünkü bunlar (izafi) birbiri üzerine gelen emirlerdir. Adalet de zulümde izafi emirlerdendir, nisbidir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur. Her şey nisbidir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.
O halde Halifenin, imamın hükümetin veyahut sultanın emirleri, tasarrufları nasıl yürüyebilir. İşte seçmek ve ona uymak onun için şarttır. Halife’yi seçmek, İmam denilen kişiyi seçmek, hatta milletvekillerini seçmek onun için şarttır. Yani bunların emirleri, tasarrufları tanılır olmak, meşru olmak için şarttır.Size basit bir hukuk kuralı arzedeyim. Hepiniz bilirsiniz, bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfi isteği, dilediği gibi tasarruf eder, dilerse bu tasarruf hakkını başkasına verebilir. Nitekim başkasına verdiği zaman o kişiye vekil denir ve o kişi sizden aldığı kullanma hakkına göre sizin malınızı kullanır.Onun alımı ve satımı artık tanınabilir. Ve siz onu kabule zorunlu olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o kullanım hakkı, vekile bulunmuş olan tarafından verilmiş bir velayettir. Vekillik veren, kendi nefsinde, kendi malındaki velayeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velayete dayanarak tasarrufunu kullanıyor. Bir birey böyle olduğu gibi, beş, on, yüz bin ve daha ziyade bireylerden toplanmış bir ortaklık, bir toplum da bunu yapa-bilir. Büyük küçük bütün ortaklıklar topluluklar da aynı durumdadırlar.Dilerlerse onlar ortak işlerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi içlerinden veya hariçten bir veya birkaç kişi müdür yani vekil yapabilirler. Yani kendilerinin velahiyetlerini o birkaç bireyden kurulmuş bir hey’ete veya bir kişiye verirler.Hakem (meselesi) sorunuda böyledir.Hakem de mesela sizden velahiyet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hüküm edemez.Ne vakitsiz birini kendinize hakem seçerseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinize geçerli olar. Neden geçerli olur? Çünkü siz o velayeti ona vermişsiniz, bundan dolayı geçerli olur.İşte bu ve benzerlerinin cümlesi hep velahiyet bahsidir.
Diğer bir itibar ile de velayet, zati velayet ve izafi velayet adlarıyla ikiye ayrılır. Zati velahiyet bir tanedir.O da babanın velahiyetidir. Şeriat , Baba’ya kendinde var olan babalık sıfatı, evladı hakkındaki tam ve hakiki şefkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını veriyor. Çünkü tarafından tafviz edilmeye bağlı değildir. Doğrudan doğruya şeriat o velayeti babaya veriyor.
Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Varislik yolu ile kendisine geçecek olan mallarını korumak lazım.İşte şeriat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan başka hiç kimsenin çocuk üzerinde emri veya nehyi (men edişi) geçerli olmaz. Velevki iki yaşındaki çocuk olsun. Kimsenin ona şuraya git, burada otur gibiemir etmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Zorla söz geçirmek demektir, velayettir. Tafviz ister. Tafviz olmadıkça kimse bu velayeti haiz olamaz. Fakat baba tam bir şefkate tabiatiyle sahip olduğundan şeriat bu velayeti babaya vermiştir. Fakat bazen baba da bir (ihtiras) şiddetli arzu atke altında kalarak çocuğun malını veya nefsini kötüye kullanabilir. Buna meydan vermemek için şeriat, babanın velayetini de çocuğun çıkarını korumak şartıyla bağlamıştır.
Tagfvizi velayete gelince; Bu bir kişiye başkasının verdiği velayettir. Ona tafviz ediyor bırakıyor, vekil, vasi ve mütevellinin velayeti gibi… Valilerin, hakimlerin, kumandanların ve Büyük Millet Meclisinin velayetleri hep bu tafvizi velayet nevindendir. Yüksek Meclisin haiz olduğu kamu velayeti milletten alınmıştır. Onun içindir ki, müddetli sürelidir. Zira kandi zatında var olan ve içinde bulunan bir velayet değildir. Millet tafviz etmiştir ve bir müddetle sınırlandırılmıştır. Halifenin velayeti de böyledir.Oda kamu velayetini milletten almıştır. Millet bu velayeti seçmek suretiyle ve uymakla ona vermiştir.
Sürecek…