Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

YAŞANMAMIŞ GERÇEKLER

           

 

Mahmut Ocak

Emniyet Amiri

Trafik Eğitim ve Araştırma Daire Başkanlığı

Bedia kahvaltı masasına son kez bakıp bir eksik olmadığını görünce gülüşme seslerinin odağına, kızının odasına yöneldi. Odaya yaklaştığında açık kapıdan Bilgisayarın karşısında oturan Ezgisu’yu gördü. Çağırmak için elini havaya  kaldırıp seslenecekken, eşinin kısık sesle söyledikleri geldi kulağına. Kendisini gören Ezgisu’ya eli ile sus işareti yapıp sessizce dinlemeye başladı.

“…bağırarak çıkalım ve ikimizin kazandığını söyleyelim. Annen mutlaka kendisini soracak. O zaman da yüzümüzü hüzünle perdeleyip ‘maalesef’ diyelim. Kahvaltıdan sonra da söyleriz. Tamam mı, anlaştık…?”

“Anlaştık, anlaştık da kazansan ne olur? Aldığın puan kadar konuş lütfen” dedi Bedia. Odaya girdiğinde İbrahim sonunu getiremediği kelimeyi yutkunup yüzünü naz makamında asarken, Ezgisu annesinin boynuna sarılıp kendisinin Hukuk Fakültesini, onların da Türk Dili ve Edebiyatını kazandıklarını söyledi. İbrahim:

-İyi ki binde bilmem kaçla öndesin. Türk Standartları Enstitüsüne göre küsurat bile sayılmazmış o puan. Ezgisu söyledi, inanmazsan sor.”

Tasdik bekleyen bakışlarla:

“Değil mi kızım?”

Birbirlerine sarılıp gülüştüler. Hissettikleri mutluluğun her zerresini hak etmişlerdi ve şen şakrak masaya geçip hak ettikleri kutlamanın planını yapmaya başladılar.

Açık televizyonda birkaç güncel haberden sonra içinde “polis, karakol” geçen cümle, her zamanki gibi dikkatini çekti ailenin. İstanbul’da bir karakolda, göz altında bulunan yabancı uyruklu bir kadına tecavüz edildiği iddiası vardı. Ve bu iddia öyle seviyesiz veriliyordu ki utancından ne yapacağını şaşırdı İbrahim. Bir çok olayı izah edebiliyordu da; bir seferinde Ezgisu’nun arkadaşı Zeliha’nın da aralarında bulunduğu gençlerin ‘işkence iddialarını’, son günlerde moda olan halkın ‘karakol basmalarını’ ve bu tür iğrenç iddiaları izah edemiyordu. Hele Ezgisu’nun arkadaşı gözaltına alınıp, yaşanan olaylar basına yansıdığında aylarca evde kimsenin ağzını bıçak açmamıştı. Titreyen eliyle başka bir kanalı açtı. O kanalda da rüşvet alan bir polisin yuttuğu parayı konu alan komedi türünden haber vardı. İyice morali bozuldu İbrahim’in:

“Rüşvetle mücadele iyi de, koca teşkilatı rezil etmenin anlamı ne? Yakala, adalete teslim et, çek ipini. Bu rezilliği milyonlara neden izletirler anlamıyorum. Kendi sırtını açıkta bırakmanın ne kadar yolu varsa fütursuzca deniyorlar. Hayret kere hayret!”

Çıt çıkmayan sofrada sessizliği bozup konuyu değiştirmek istedi; o anda yüzüyle aynı renkte olan reçeli kızından isteyerek kutlama planlarına dahil oldu. 

Kahvaltı sonrası Ezgisu arkadaşlarını ararken, İbrahim sofrayı toplamada eşine yardım etti. Gazete okuma bahanesiyle oturma odasına geçti ama elini sürmedi gazeteye. Kendini bıraktığı koltuğa daha oturmadan geçmişe, yıllar öncesine gitti. Hep bir üniversite okumayı hayal etmiş ama babasının isteğiyle Kolejden sonra Polis Enstitüsüne devam etmişti. Altı şehir gezmiş, Müdür Yardımcılığından sonra bir yıl vekaleten baktığı Konya Emniyet Müdürlüğünden APK’ya gelmişti. Yıllarca geceli gündüzlü çalışmış, alışkın olmadığı rahatlığa kavuşunca sanki boşluğa düşmüştü. Kendisini kitap okumaya vermiş, eşiyle iddialaşmaları üzerine bugüne gelmişlerdi. Kim derdi ki, yıllar sonra Emniyet Müdürü iken eşiyle birlikte sınavlara hazırlanacak ve o günkü sıcaklıkla istediği bölümü kazanacaktı. Gerçi APK’da olmasa bunlar da olmazdı ya, neyse. İçini burkan zaman boşluğunu lehine çevirmişti nihayetinde.

Kızlarının kazanması ayrı, apayrı bir mutluluktu. İbrahim bu günü beklemişti ve artık emekli olabilirdi. Oturdukları şehirdeydi okullar. Kendilerine ait mütevazı bir ev, birikimleri ve eşinin babasından kalan iki işyerinin kirasıyla birlikte yetecek kadar gelirleri vardı. Görev verileceği de yoktu. Minnet altında görev yapmak istemiyordu. Bu yüzden sekiz yıldır ne kapısını çalan, ne de kapısını çaldığı vardı.

Eşi ve kızını çağırıp anlattı bunları. Onlar itiraz etseler de biliyorlardı İbrahim’in yaşadıklarını ve düşündüklerini. Kabullendiler istemeden de olsa. En çok Ezgisusevindi bir daha ayrılmayacaklarını düşünerek.

İbrahim dilekçe yazmak için masaya yöneldiğinde telefon çaldı. Bedia kısa bir görüşmeden sonra kısık sesle:

“Bakanlık Özel Kalemdenmiş..seni istiyorlar.”

İçişleri Bakanın Özel Kalem Müdürü arıyordu ve çok acele gelmesini, kimseye bir şey söylememesini istiyordu. Ne kadar ısrar ettiyse de bir şey öğrenemedi:

“Peki, geliyorum” dedi.

Telefonu kapatıp döndüğünde Bedia ile Ezgisu ayakta, meraklı gözlerle İbrahim’e bakıyor, açıklama bekliyorlardı. Ellerini yana açan İbrahim:

“Bilmiyorum, sadece çağırıyor” dedi, “hayırdır inşallah.”

“Ne olabilir ki?”

“Dedim ya Bedia, bilmiyorum, siz akşam çıkacakmış gibi hazır olun. Mutlaka birlikteyiz. Ezgisu söz vermişti, yemek ondan.”

“Sizi en güzel yere götüreceğim babacığım.”

Tıraş olup evden çıktı. Makamın önüne geldiğinde daha bir saat olmamıştı. Cep telefonu yolda üç kez çalmıştı. Anlam veremediği bu durum iyice sıkmıştı canını. Özel Kalem Müdürlüğü kalabalıktı. Bekleyenlerin çoğunluğu sivil, taşra parti teşkilatından kimselerdi. Oradaki görevlilerle bu kadar kalabalığın içinde konuşamadı ve bekletilmeden, sabırsızlıkla bakanla görüşmek isteyenlerin arasından içeriye alındı.

O kadar çabuk gelişiyordu ki… Kendini bıraktı:

“Olacağına varır” dedi yüreğini soğuturcasına.

Bakan, yeni göreve getirdiği Müsteşar ve Müsteşar Yardımcıları ile birlikte oturuyordu. Özel Kalem Müdürü kapıyı dışarıdan kapatırken Bakan ayağa kalkıp samimi bir yüz ifadesi ile karşıladı onu.

İbrahim binadan çıktığında uzun zamandır nefes alamıyormuş gibi derin bir nefes çekti içine. Sanki ciğerlerine değil de deli gibi çarpan yüreğine çekiyordu havayı. Hızlı adımlarla ayrıldı oradan. Arabasına binip, şehrin varoşlarına doğru yol aldı. Yolda eşine bir sürprizi olacağını, kötü bir şey olmadığını, akşamki program için mutlaka geleceğini söylerken aynı yerden ikinci kez geçtiğini fark etti. Telefonu kapatıp düşüncelerden sıyrıldı.

Güneş tam tepedeyken, patika denilebilecek yollardan ve molozların arasından geçip tek katlı gecekondunun önüne geç de olsa ulaştı. Şehrin neredeyse sonunda bulunan ev, küçük tepenin üstünde, masal kitaplarına konu olacak komiklikte duruyordu.

            Arabasından çıkmadan koltuğun üzerindeki ceza makbuzunu alıp torpido gözüne attı. Bedia’yla telefonda konuşurken görmemiş, kırmızı ışıkta geçmişti.

Zili uzun uzun çaldı. Bir dakika sonra kapıyı ak saçlı, ak sakallı, ak yüzlü beli bükülmüş bir ihtiyar açtı. İbrahim ihtiyarın elini öperken içeri buyur edildi. İhtiyar çok ağır hareketlerle yan odaya geçerken:

“Evlat, hemen geliyorum. Biraz bekle” dedi.

Sesini duyurmak için bağırdı İbrahim:

“Tabi Ali amca.”

Bulunduğu oda tamamen kitaplarla, broşürlerle, gazete kupürleriyle doluydu. İhtiyarın gittiği diğer oda buranın yarısı kadardı. Yine böyle doluydu ama tek farkı küçük bir yatak vardı.

Beklerken karşısındaki duvarda asılı diplomayı eline alıp bilmem kaçıncı kez incelemeye başladı. Osmanlıca diplomayı yıllar önce Türkçe’ye çevirmiş, tercümesi ile birlikte çerçeveletmişti. Zaman geçirmek için, 1349 tarihli Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti Dersaadet Polis Mektebi Şahâdetnâmesi’ni tekrar okudu:

“Üç yüz yirmi dokuz senesi, Nisan-Ağustos aylarına müsadif sekizinci devre-i tahsiliyede künyesi zahr-ı şahâdetnâmede muharrer memur Ali Rıza Efendi bâlâda mezkur derslerden bi’l-imtihan seksen tam numaradan yetmiş dört kazanmış ve sınıfının ikincisi olmak üzere Aliyyü’l-a’lâ derecede isbât-ı ehliyet eylemiş olduğunu müş’irşahâdetnâmedir.”

1913 mezunu Ali Rıza Tahtacı tam yüz yedi yaşındaydı. Okumak için taktığı kalın gözlükleri ve işitme kaybı haricinde sağlıklı sayılırdı. Bunu sabahları yürüyüşe ve her gün yediği yoğurda bağlıyordu. Çocukları olmamıştı. Çok sevdiği eşi 1976 yılında öldüğünden beri yalnız yaşıyordu. Demokrat Parti iktidara geldiğinde emekli olmuş, çok sevdiği mesleğinden fiilen kopsa da, sevgi ve ilgisini; sahip olduğu tüm kaynaklardan polisle ilgili haberleri, kupürleri gücü yettiğince kesip saklayarak devam ettiriyordu. Gelenlere bunu göstermekten büyük keyif alırdı. Meslekten hatırı sayılır sayıdaki ziyaretçisi ile meslekle ilgili sohbet ederdi. Ne yazık ki gelen daha çok anlatmaya gelir, onu sadece İbrahim dinlerdi.

Görmediği dedesinin çok sevdiği bu arkadaşı yavaş hareketlerle odaya girdiğinde çerçeveyi asıp, bir kez daha takıldı:

“Kitabet-i Resmiye, Mukaddime-i İlm-i Hukuk, Polis Nizamnamesi ve Vezaif-i Zabıta, Usul-i Muhakemat-ı Cezaiye vs Aliyyü’l-a’la da, neden Jimnastik ve Vaziyet-i Askeriye Karib-i Muvassıt hala anlamış değilim. Maşallah şu yaşına, şu dinçliğine bakıyorum da o zaman kim bilir nasıldın?”

“Demiştim ya evlat, o vakitler jimnastik muallimimiz Çorumlu Mülazım Mustafa Feridun idi. O zâtın fevkinde pek cemil a’mal ederdim hareketleri. Haset ederdi rahmetli…Nasıl diyor zamane veletleri..? Gıcıktı işte bana.” Güldü.

“O zaman da oluyordu yani böyle şeyler.”

“Adem olan külli mekanda Habil de mevcuttur Kabil de. Hak da mevcuttur haksızlık da…

Hoş geldin, nasılsın?

“Sağ ol Ali amca, iyiyim. Asıl sen nasılsın?”

“Şükür evladım, ne olsun işte. İmtihanın neticesi belli oldu mu?

“Kazandık Ali amca, kazandık. Ezgisu Hukuku, Bedia ve ben Edebiyat’ı. Yalnız onların buraya geleceğimden haberleri yoktu, selam getiremedim.”

“Fevkalade..fevkalade. Desene keyifler şelale bugün.”

“Sen de seyrediyorsun demek o diziyi?”

“Eh, bitap düşmezsem..tesadüf ederse işte.”

“Ben de bizimkilerin ısrarı üzerine başladım seyretmeye, fena değil.

Biliyor musun Ali Amca, en çok Ezgisu’nun kazanması sevindirdi bizi. Allah’a şükür bugünleri gördük. Bir de bitirse..bir de mürüvvetini görsek…”

“Öyledir evlat. Tevellüdünde ah bir yürüse derler. Yürüse ah bir konuşsa..ah bir mektebe gitse..ah şu mektebi bir ikmal etse..yüksek tahsili kesbetse..bir de mürüvvetini görsek… Biter mi? Bitmez. Ah bir ahfat denir bu sefer de. Sonra başa döner, aynı şeyleri ahfadı için söylerler. Di mi?”

“Bunları yaşamış gibi anlatman çok hoş.”

“Buğday görmedik ama samanlıkta çok yattık evlat.”

İbrahim son cümleyi anlamaya çalışırken ihtiyar:

“Tekaüde ayrılacak mısın?”

“Galiba emekli olmak için erken.”

“Ahsen.”

“Okuyamayacağım da ama.”

“Niçün?”

“Şey..İçişleri Bakanı beni çağırdı…”

“Hayırdır evlat?”

“İnanmayacaksın ama Bakan bey Genel Müdür olmam için teklifte bulundu. Biraz emri vaki oldu ama…”

“….”

“Şaka yapmıyorum.”

Yüz ifadesini bozmadı ihtiyar:

“Et Balık’a mı?”

Günün bütün yorgunluğunu bu soruya gülerek atan İbrahim:

“Tabii ki hayır.”

Defalarca bunu konuşmuşlardı. Belki her Komiser Yardımcısı gibi İbrahim’in de hayaliydi bu. Hatta Emniyet Genel Müdürlüğü de değil: ‘İç Güvenlik Bakanlığıydı.’ Bütün ülke sınırları içinde güvenlikten sorumlu tek bakanlık. Başbakanlığa bağlı Müsteşarlık da olabilirdi ama bu önemli hizmetin tek bir elden yürütülmesi zorunluluğu konusunda tereddüdü yoktu. Neden böyle olması gerektiğine dair onlarca madde sıralayabilirdi. Çalıştığı bütün illerde konuştuğu vatandaşların da bu yöndeki temayülleri cesaretlendirmişti onu. Artık sesli düşünülen bu konuyu sadece olgunlaştırmak gerekiyordu. Bütün kurumların, daha da önemlisi halkın onay ve desteği olmalıydı. Bu da ancak teşkilatın rüştünü ispat etmesi, güç ve yeterliliğini göstermesi, kendi personelinin kendi vitrinine inanması ile olabilirdi.

Sadece bu değildi tabi ki..sayısız sorun vardı çözülmeyi bekleyen. Şimdi hayatının fırsatı verilmiş hayallere bir adım kalmıştı sanki. Her şeyi düzeltemeyebilir, çok şey yapabilirdi. İhtiyara, görevi danışmaya, konuşmaya gelmişti.

Ama çevresi geniş değildi İbrahim’in. Pek tanıdığı yoktu. Bu nasıl olabilirdi? Hayret etti ihtiyar. Hayret ettiği kadar da sevindi:

“Bunu işitmek büyük saadet. Yakışır evladıma, ama muhal nasıl hal’oldu evlat?”

İbrahim heyecanla, ta sabah kahvaltısına gitti. Bakanlığa gidene kadar hiçbir şeyden haberi yoktu. İlk görev yeri olan Edirne’de, mıntıkasında meydana gelen kazada hastaneye yetiştirip kan verdiği, hatta bir takım hastane masraflarını karşıladığı  genç, yıllar sonra karşısına Bakan olarak çıkmıştı. Genç, o zamanlar sahip olduğu tek şey olan yüreğinden sıcak bir teşekkür etmiş, ‘gerçek teşekkür etmenin zamanı geldi’ demişti. Bakanı vekil seçildiğinde görmüş, hatırlamıştı da yıllardır görüşmediğinden yanına gitmeyi gururuna yedirememişti.

Teklife çok sevinmiş, şok anından sonra hemen kabul etmeyeceğini söylemişti. Gösterilen samimiyete binaen ‘bir gün düşünmek’ istediğini, ‘eğer mazur görülürse haddi aşmayacak ölçüde bazı ön şartları olduğunu’ söylemişti. Bakan böyle bir şey beklemediğinden canı sıkılmıştı. Başbakanın da bir adayı olduğunu, fakat ısrarı sonucunda kabul ettirebildiğini, ayrıca teşkilat içinden yükselecek ‘tecrübesiz olduğu’ itirazlarına da göğüs gereceğini söyledi bakan; kibarca ‘nazlanma, senin için yaptıklarımı gör, uzun etme’ demişti. İbrahim de özür dileyerek bir şeyler yapmak istediğini, teşkilat hakkında düşündüklerini genel anlamda anlatarak pasif kalmak istemediğini, ‘güvenlik politikası’ haricinde siyasi müdahalelere kapalı olmak istediğini söylemişti.

Bakanda da soru işaretleri oluşmuştu. İsteklerini yerine getirmeme ihtimali olan birini neden o göreve atayacaktı ki? O da İbrahim kadar düşünmesi, hissi davranmaması gerektiğini anladı. İbrahim yanından ayrılırken ertesi gün için randevulaştıkları öğle yemeğinde, gönlünü alıp başka bir görev ayarlayabileceğini düşündü Bakan.  

“Hiç lüzumu yoktu İbrahim. Bunca senelerin terakümü meseleler bir lahzada hal olur mu? Siyasi mülahaza ve teamülleri görmezden gelemezsin.”

“Ama Ali amca, bir şey değiştiremeyeceksem neden kabul edeyim ki? Tamam, bir şey soracağım: Bir göreve nasıl gelinir? Veya neden istersin bir makamı?”

Güldü ihtiyar:

“Önünde daha ziyade râm olunsun diye herhal?”

“Gülüyorsun ama ben ciddiyim. Herhangi bir insanın milyarlar, trilyonlar harcayıp vekil, belediye başkanı olmak istemesi bana garip geliyor. Memuriyette de öyle sayılır.  Bunlar normal mi? Görev alınır mı, verilir mi?

Bilmiyorum bana çok garip geliyor. İnsanın kendi afişini astırıp veya bir şekilde reklamını yapıp, yaptırıp ‘sizin için en iyi benim, ben çok iyiyim, beni seçin demesi’ çok mantıklı ve sağlıklı gelmiyor bana. Düşünsene; ben bütün adaylardan iyiyim, diyorsun. Çok garip..

İstediği makama erip de geldiği yeri hatırlayan kaç kişi var? Banka sözleşmeleri gibi; müşterisi olana kadar peşinden koşuyorlar, en küçük bir aksilikte mikroskopla okuyabileceğin sözleşmeler çıkıyor ortaya. Bu sefer de sen onların peşinden koşturuyorsun. Görev verilenler değil de, talip olanlar yüzünden böyle değil miyiz?”

“İyi ya, sana tevdi ediliyor. Daha ne talep edersin?”

“Tamam işte. Bazı şartlar istemem normal geliyor bana. Testiyi baştan kırıyorum. Neden beni düşünen, göreve layık gören birini yarı yolda bırakayım? Neden mahcup edeyim? Baştan çatışırım, baştan rengimi belli ederim. O da rahat eder, ben de.”

“Senin bu vazifeye elyak olduğun nereden belli? Verdiğin kanın bedelini ödüyor gibi..”

Kıpkırmızı oldu İbrahim. Sesini kalınlaştırıp, sinirle:

“Bu yarın belli olacak. Eğer şartlarımı kabul etmezse ben teklifi reddedeceğim zaten. Samimi mi, değil mi, kanın bedelini mi ödüyor, layık mı görüyor görürüz.”

“Cay-ı hayret…Reddedersen tarihe geçersin evlat.”

“Oraya oturup keyif süreceksem, omuzlarına basıp yükseldiğim insanlara bir şeyler veremeyeceksem..aman eksik olsun.”

İhtiyar sohbetin tansiyonunu düşürmek, daha fazla evladı gibi sevdiği İbrahim’i üzmemek için düşüncesini devam ettirmedi:

“Ya şartların?”

“Ali amca neden buraya geldiğimi sanıyorsun? Tabi ki…”

Çalan zil yarım bıraktı İbrahim’in sözünü. Yerinden kalkarak:

“Ben bakarım Ali amca. Ha unutmadan, senden başka kimseye söylemedim bu konuyu, haberin olsun”

İhtiyar elini ağzına götürüp fermuar kapatır gibi yaptı.

Biraz sonra İbrahim önde orta yaşlı tıknaz, üniformalı bir Polis Memuru arkada içeri girdiler. Her zamanki gibi kayısı suyu getirmişti Naim:

“Merhaba Ali amca.” Bir yandan İbrahim’e yabancı gözlerle bakıp: “Rahatsız etmedim umarım?”

İhtiyar ilacını ağzına atıp suyu yudumladı ve:

“Yok Naim’im yok, gel. İbrahim kadim bir refikin zadesi. Safa getirdin” dedi.

“Safa bulduk.” Oturulacak son sandalyedeki yerini alıp İbrahim’e döndü Naim:

“Merhaba ben Naim, nasılsınız?”

“Merhaba, İbrahim. Teşekkür ederim, siz?”

“Sağ olun iyiyim. Gördüğünüz gibi ben polisim, siz ne iş yapıyorsunuz.”

İhtiyara tebessüm ederek baktı: “Et Balık’ta çalışıyorum.”

“Daha önce sizi hiç görmedim Ali amcanın yanında?”

“Ara sıra uğrarım, denk gelmemiştir.”

Eliyle şehir merkezi istikametini göstererek:

“Benim ev biraz aşağıda..Sabahları yürüyüş yaparken görürdüm. Çatısının tamir edilmesi için yardım ettiğim günden beri gelirim Ali amcanın yanına.”

“Gündüz vakti nereden böyle?”

“Aslında istirahatlıydım. Maça gittim..görevli olarak. Sizin bu tür işleriniz olmaz tabi?”

“Evet, olmaz. Bu tür görevlerde iyi ek ücret veriyorlardır, değil mi?”

“Nerede!..Bir fazla mesaimiz var, ne kadar gidersen git değişmiyor o rakam. Gitmeyen de alıyor, fazla gitsen de üstüne bir şey alamıyorsun. Halbuki günde sekiz saat, haftada kırk saat dersin. Ondan sonraki her görevi saat bazında ücretlendirirsin. Giden alır, gitmeyen almaz.

Üniversite, Anadolu Lisesi ve benzer sınavlara, seçim sandıklarına hem de çoğu zaman istirahatta iken gideriz. Herkesten önce gider, herkesten sonra çıkarız. Bırakın okul müdürlerini, öğretmenleri, hizmetliler bile bu işten para alıyor. Ama bizim ‘asli görevimiz.’ Maça, konsere gidiyorsun yine aynı. Bir gariplik yok mu? Daha da garip olanı bu durumun uzun zamandır konuşulup bir şeyin değişmemesi..”

“Bu kadarını bilmiyordum.”

“Bunaltıyorlar bazen, çok çalıştırıyorlar. Zor bizim iş, sizin gibi rahat değiliz anlayacağınız.” 

“Olabilir, her işin farklı güzellikleri farklı zorlukları vardır. Her meslek grubunun çalışanları kendi işini önemser ve zor olduğunu söyler.”

“İşçi misiniz?”

“İdareciyim.”

“İşçilerden daha az alıp onları idare etmek ha?”

“Ne yapalım?”

“İdarecilik kolay olmasa gerek.”

“Oturduğu yerden idareciliğin nesi zor ki?”

“Hak dağıtanın işi zordur. Hem de çok zordur.”

Konuşmanın sonunu kestiren ihtiyar iyice yerleşti koltuğuna. İbrahim:

“Anlamadım!”

“İdarecilik; hem idare ettiklerinde, hem de verdiği hizmette hâkim, hakem değil midir?”

“Taksimde az pay düşmüş gibi kelam edersin Naim” dedi ihtiyar.

“İbrahim bey bilmez ama seninle çok konuştuk bunları Ali amca. Ne diyeyim ki? Görev yeri, tayinler, lojman vesaire..haksızlıkların taksimini dediysen, deki haksızsın!”

İbrahim:

“Nasıl yani?”

“Ankara’ya gelene kadar Denizli’de ve Siirt’te hep ilçede çalıştım. Tayin görmeden, şarka gitmeden çalıştığı yerden emekli olanları mı?

İzin vermekte cömert olmayanların fazladan çalıştırmaya geldiklerinde çok rahat davrandıklarını mı?

İmzaladığı her sevk kağıdında bir geçmiş olsun bile demeden söylenip, kendi çocuğu-eşi rahatsızlandığında ortalığı birbirine katanları mı?

Aynı görevi yapıp lojmanda hiç oturamayanlarla, lojmandan çıkmayanları mı?

Zor alım-standart dışı silah alamadan emekli olanlarla, bir, iki, üç hatta daha fazla silah alanları mı?

Hiçbir kritere tabi olmadan gözde yerlerde çalışanlarla, her yıl bir üniforma eskitenleri mi? Hangisini anlatayım?”

Kısa süren sessizliği İbrahim bozdu. İyice konuşturmaktı niyeti:

“Bu anlattıklarınız her yerde oluyor.”

“Sizde de var değil mi?”

“Var tabi, olmaz mı?”

“Ama çaresi çok basit…”

“Çok basit?”

“Çok basit: Eşitlik İbrahim bey. Eşitlik olmayan yerde düzen de yoktur adalet de. Adalet olmazsa bir yerde ne olur; adaletsizlik. Adaletsizliğin, eşitsizliğin olduğu yerde de; hak etmediğine kavuşanlarla, hak ettiğine kavuşamayanlar olur. Bir nevi yolsuzluk değil mi? Varın gerisini siz düşünün.”

“Siz olsanız ne yaparsınız?”

“Ben mi? Benim Genel Müdür, Bakan olmam lazım yav!”

“Farz edin ki öylesiniz.”

 “Susturamazsınız şimdi beni.” Hep birlikte güldüler.

İhtiyar da İbrahim de gülmenin arkasından merakla bakmaya başlayınca ciddileşti Naim. Üzerine geldiği mevzuu bilse dili tutulurdu ama kendini o makamda hissederek işaret parmağıyla yukarıyı gösterir gibi salladı elini:

“Söz sahibi olursam, istisnasız her personelin katılacağı bir anket yaptırırım. Başta onların beklenti ve taleplerini dikkate alırım.

Sonra kimler kaç tane silah almış, kim kaç yıldır lojmanda oturuyor, kim kaç defa tayin olmuş, ilçede çalışmış, kimler yerinden hiç kıpırdamamış bunları tespit ettiririm.”

“Koca teşkilatın sorunları bunlar mı?”

“Ha, bir de bizim Başkomiser’i Yüksekova’ya, Pasaportta çalışan eşini de Lalapaşa’ya gönderirim.”

Kimse kahkahasını tutamadı odada. Naim basit konulara girdiğinin farkına varıp espri yapmıştı:

“Ne bileyim, hangi dertten muzdaripsem onları söyledim.”

“Az çok polis haberleri okuyup seyrediyoruz. Daha genel cevap beklemiştim.”

“Haklısınız. Ama dediklerim de yapılmalı. Bir baba çocukları arasında ayrım yaparsa ne olur İbrahim bey?”

“Olmaz tabi.”

“Olmaz da, haksızlık yapılan küser, gönlü kırılır. Birlik, düzen kalır mı evde? Kalmaz. Söylediğim konularda da hep ayrım oluyor. Kendi evladına adil davranmayan kime adil olur?”

Sessizliği devam et diye algıladı:

“Kılık kıyafet bütünlüğünü sağlarım. Resmi çalışmaktan ar ediliyor. Herkese resmi üniforma giydiririm. Çok özel görev alanlar, onların  da sokakta olanları hariç tabi. Bir birime gidin, aynı kıyafeti taşıyan iki kişi bulamazsınız. Ya ayakkabısı farklıdır ya çorabı. Armalar, aksesuarlar, kılıflar, kemerler çeşit çeşit. Bunda bile bir bütünlük yok. Neredeyse iki-üç yılda bir değişen kıyafetlerin de etkisi var tabi. Fiziki bütünlüğü sağlarım. Bir de belediye zabıtaları dahil neredeyse ülkedeki bütün sivil güvenlik kuruluşlarında kıyafet bizimkiyle aynı. Doğru mu bu?

Kimsenin dikkatini çekmiyor olabilir ama toplumsal olaylarda koşan arkadaşlarımızın silahları düşüyor ya da alınması kolay oluyor. Özel Harekattaki arkadaşlarda olduğu gibi daha koruyucu kılıf kullanılmasını sağlarım.

Asla kıdem ve rütbe yönünden daha düşük olanı, daha büyük olanın üstüne getirtmem. Amirler için de memurlar için de bu kurala dikkat ederim.

Araç içinde şapka takılıp takılmayacağını tartışırım. Ya takılır ya takılmaz. Uzun süre takınca cidden rahatsız ediyor.

Personel mevzuatını düzenlerim. Teknik ayrıntılar mutlaka olacaktır. Sadece herkesin eşit olacağı bir şey olmalı. Akademiden okullardan mezun olan herkesi belli bir süre Çevik Kuvvete sonra da Önleyici Hizmetlere veririm. Örneğin üçer yıl. Bir branş sınavından sonra da kim nereye gidiyorsa gitsin. Şartlar eşit olacağından ve aynı kademelerden herkes geçince kimse bıdı bıdı yapamaz.

Yüz çeşit maaş alınıyor bu teşkilatta. Aynı büroda çalışan sivil memurla resmi olan arasında fark çok. Adil değil bu. Birimler arası farklılık da var. Kim kimden daha üstün, kim kimden daha fazla ve daha önemli görev yapıyor, kim istediği yerde çalışıyor, kim çalıştığı yerde yeterli vasıfta..belli değil. Birimler arası birbirini küçümseme, önemsememe gibi birlik ve bütünlüğü yaralayıcı ciddi bir sorun var. Belli yerlerde çalışanlara bakın otomatiğe bağlanmış gibi takdir ve taltif veriliyor. Her birim verdiği hizmetle paralel değerlendirilmeli. Eğitim şubesinde görevini layıkıyla yerine getirip bir şeyler üreten birinin uyuşturucu yakalamasını kim bekleyebilir? Takdir-taltif edilmek için terörist, katil yakalamak, uyuşturucu, silah vesaire elde etmek gerek sanki. Örneğin, hiç çalışmadım ama Trafik Şubesi önemsenmez, sürgün yeri gibidir. Sorarım size; hangi Şubenin ilgi alanında, Türkiye’de her gün 15-20 kişinin öldüğü, iki üç katının yaralandığı, trilyonlarca lira milli servetin kaybolduğu olaylar oluyor. Hı?

Genel Müdürlükte ve illerde en fazla kaç yıl çalışılacağını belirler, her personelin şarkta ve merkez olmayan bir ilçede çalışmasını sağlarım. Affedersiniz ama kimsenin çıkardığında boncuk yok. Eğer teknik personel ise, örneğin yeterliliğini ispatlamış bilgi işlemci ya da birkaç dil bilen biriyse; bıraksın silahı-kimliği, sözleşmeli çalışsın. İki kat da maaş veririm ona. Kimsenin yeri dolmaz değil;mezarlıklar, yeri doldurulamayacaklarla dolu.

Ayrıca gittiği il ya da ilçeden, süresi dolmadan tayin edilememeli kimse. Gönderilmesini gerektiren ciddi bir olay olur, bu belgelenirse, amenna. Ama içeriği kapalı, elastiki hükümlerle kimse yerinden edilememeli.”

Daha önce pratik yaptığı, bunları çok konuştuğu belli oluyordu. Hiç sekmeden devam etti:

“Bilmem basından takip ettiniz mi? Farklı tarih ve yerlerde olduğundan dikkatinizi çekmemiştir. Hayretler içinde kaldığım şeyler oluyor. Bir ilde polisleri spor salonlarına toplayıp zayıflatmaya çalışıyorlar. Birinde zayıf alan öğrencileri evlere ekip otoları götürüyor. Birinde bıçak toplama kampanyası yapılıyor. Diğerinde otuz kilometrelik sağlık yürüyüşleri yaptırılıyor. Hatta geçen duydum, bir ilde otuz gün izni olan yirmi beş, yirmi gün izni olan on beş gün izine çıkarılıyor, tamamını kullandırtmıyorlar. Bunlar doğruysa neden bütün illerde uygulanmıyor? Yok doğru değilse neden merkezden müdahale edilmiyo? Neden en temel özlük hakları engelleniyor? Keyfilik yok mu uygulamalarda? Araştırırsın, üniversitelere, konunun uzmanlarına danışırsın. Kendi içinde toplantılar yaparsın; uygulanması gerekeni herkes uygular. Personel azlığı çekiliyorsa; kişi başına düşen polis sayısını tespit edersin, farkı çıkarır; şu kadar personele ihtiyacım var dersin. 

Grup Amirimiz söyledi; yılladır bitmeyen bir parmak izi projesi varmış. Bu tür çalışmalara hız veririm. Ülke giriş çıkışında parmak iziyle kontrol yapılmasını sağlarım. Teşkilatı ne kadar teknik yönde güçlü yaparsan, o kadar tasarruf etmiş, bir o kadar da seri hizmet vermiş olursun. Teknolojik gelişmeleri en üst seviyede takip edersen kötü muamele iddiaları da o kadar azalır.

Polis merkezleri kurulacak dendi. Her ilde farklı uygulanıyor. Kimi iki karakolu birleştiriyor, kimi üç karakolu. Kimi yerde de hiç. Dersinki her ilçe merkezinde bir tane polis merkezi olur, herkes de buna uyar. Hatta birer adli tabip, birer hazırlık savcılığı kurarsın. Mahkemeye sevk edilecekler hariç kimse bekletilmez. Ekip sayısını da iki üç katına çıkarmış olursun.Çalıştığım karakolda olaylarda gelen sanıklar biriksin de öyle götürüyoruz adli tabibe, mahkemeye, inanabiliyor musunuz? Benzin yetmiyor.”

Onay bekler gibi:

“Güzel olmaz mı?”

Evet anlamında sallanan başlar hız verdi anlatımına:

“Kulübelere kapatılıyoruz. Daracık, bir metre kare bile olmuyor bazıları. On iki saat bir insan orada nasıl durur, ihtiyaçlarını nasıl karşılar, düşünülmüyor. Bazı illerde moda oldu zaten; olup olmadık yerlere bunları dikip içine oturtuyorlar bizleri. Bu beden ve ruh sağlığı açısından uygun mu? İnsanın dengesi bozulmaz mı? Ayrıca bazı görevlerde on iki saatten fazla ayakta kaldığımız oluyor.Bir insan kaç saat ayakta kalabilir, kaç saat etkin görev yapabilir. Geçen KESK mitinginde tam on yedi saat ayakta kaldık. Allah aşkına biri bunu izah etsin bana..!

Ankara hakim evinin önüne gidin, Polis kulübesi var! Çok affedersiniz genelevlerin önünde polis var. Çoğu yerde Vali ve Kaymakam Özel Kalemleri, Sekreterleri, hatta şoförleri polis. Valilik, Adliye girişlerinde, parti merkezlerinin önünde polis var. Savcı, hakim, vali, gazeteci vesaire korumaları hep polis. Her bakanlık, her kurum özel güvenlik teşkilatını kursun kendisine. Yaparsın polis tahkikatını, eğitirsin personelini, korurlar kendilerini.

Herkes kendi makam aracını kullansın. Gerçi bu bütün kurumlar için geçerli. Bunu da Başbakan olunca yaparım.”

Bir kez daha kahkaha attı üçü.

“Bakın bu makam aracı kullanma işi çok önemli. İddia ediyorum; on binlerce personel gerçek görevine dönecektir. Hem herkes aracını kendi kullanacağından özel işe göndermesi de mümkün olmayacaktır. Yukarıda saydıklarımla, bu tür görevlerdekilerin sayısını toplayın: Çıkan sayı dudakları uçuklatır. Lafa geldi mi iki yüz bin polis var memlekette.

Her türlü tebligat bize gelir. Devamsızlık yapan öğrencilerin bile tebligatlarını biz yapıyoruz ailelerine. Savcılık bir bankadan bilirkişi isteyecek yazı bize geliyor. Bir posta pulu bizden daha kıymetli. Evi su basıyor, vatandaş sigortadan para alacak görgü-tespiti biz yapıyoruz. Belediye zabıtasının da işini çoğu yerde bize yüklerler. Bunlar için düzenlemeler yapılması gerekmez mi?

Bakın bu anlatacağım çok önemli: Akıl hastalarının naklinde görev alıyoruz. Akıl veya ruh hastası birinin hastaneye gitmesinde polisin ne işi var anlamıyorum. Sağlık personelinin işi değil mi bu? Deliyi bile bizimle korkutuyorlar, akıllıları siz düşünün!

Hablemitoğlu cinayetinde gazetede yazıyordu: ‘Olay yerinden alınan kovanlar ülkedeki tüm polis ve jandarma kriminal laboratuarlarına sırayla gönderilmiş.’ Tüm bilgiler tek bir merkezde toplanamaz mı? Makul olan bu değil mi?

Ondan sonra..hah, aklıma geldi. Araçların çoğu eski, sürekli arızalanıyor. Millet şoförlüğü meslekte öğreniyor. Okullarda şoförlük dersi verilmesi lazım. Anlaşırsın birya da birkaç firmayla. Üç yıl garantili alırsın arabaları. Üç yıl içerisinde onların servislerine gidersin. Ne kademe olur, ne yolda kalan araba. Üç yıl sonra da satarsın. Daha kârlı gibi geliyor bana, araştırmak lazım.

Biliyorum, uzatıp başınızı ağrıttım. Şunu da söylemeden şurdan şuraya gitmem. Geçen yıllarda bir haber çıkmıştı Takvim gazetesinde, hem de sekiz sütuna manşet: ‘Alemci Polisin Yirmi Üç Villası Çıktı’ diye. Ne var bunda diyeceksiniz, değil mi? Olabilir, beş parmağın beşi bir olmaz. Bu kadar kalabalıktan her türlü adam çıkar. Ama önemli olan aynı gazetenin televizyon reklamlarında iki yıl kadar o haberin manşeti çıktı. Reklam başlıyor, kendileri gazetelerini övüyorlar, reklamın final sahnesinde gazete ‘Takvim’ denerek cırt diye kenardan çıkıyor ve bu manşet ekranı dolduruyordu her seferinde. İki yıl insanlar o reklamı izledi. Bize hakaret ve kamuoyu dimağına tecavüz gibi geliyor bu. Sadece bu mu, abuk sabuk aleyhimize çıkan yazı ve haberin haddi, hesabı yok. Maalesef müdahale de yok.

Çevik Kuvvet neden yürüdü biliyor musunuz?”

İbrahim merakla öne eğildi:

“Hayır.”

“Zannedildi ki arkadaşları şehit edildiği için…Zannedildi ki Kırıkkale Tabancalar için…Zannedildi ki ağır görev şartları için. Hayır. Asla. Adam yerine konmayan bir teşkilatın, kendi içinde de adam yerine konmayan, hakları savunulmayan öksüz evlatları yürüdü o gün. İşin garibi kimseye karşı yürümediler; ulaşmak istedikleri kendileriydi aslında. Hala anlaşıldıklarını da, ulaşmak istedikleri yere ulaştıklarına da sanmıyorum.” 

İbrahim hayretle dinliyordu. Hiç araya girmeden bitirmesini bekledi. Bitince de meyve suyunu bardaklara doldurup ikram etti kendilerine. Naim bu sohbetten, bir anlatan olarak dinleyenlerden daha çok keyif aldığını sandı. Ama yanılıyordu.

Naim rahatlamış bir şekilde çıkarken baş başa kalan ihtiyar ve İbrahim, kaldıkları yerden, Naim’in de kulağını çınlatarak sohbetlerine devam ettiler.

İbrahim havanın kararmakta olduğunu görünce verdiği sözü hatırladı ve izin isteyip ayrılırken aldığı notları gömleğinin cebine koydu. Yeterince konuşmuş ve dinlemişti. Kararını vermişti artık. Ne olursa olsun kabul edecekti görevi. Ne yaparsa, ne kadar düzeltebilirse o kadar kârdı.

İbrahim evdeki randevusuna yetişemedi. Gündüz vakti sarhoş bir sürücünün kullandığı kamyonet, evine giden yoldaki son kavşakta çarptı arabasına. Bedia ve Ezgisumahalle bakkalından aldılar kara haberi. Hiç ayrılmama hayalleri, beklemedikleri kadar çok erken sonsuzluğa karıştı.

Ertesi gün Genel Müdürlük Dikmen binasının önünde tören düzenlendi. Hüzün dolu küçük avluyu dolduramayan kalabalığın arasında Naim ve Bakan da vardı. İhtiyar çok istemesine rağmen üzüntüsünden ağırlaşmış, gelememişti.

Klasik tören bitimi kızıyla birlikte birbirlerine dayanarak yürüyen Bedia, avludan ayrılıp yola sıralanmış araçlara doğru ilerlerken kapıdaki genç Komiser Yardımcısının yanında duraksadı. Gözlerinin içine bakıp çantasından çıkardığı katlanmış kağıdı, yaptığı iyiliği saklarcasına sıkıştırdı eline. Genç polis daha ne olduğunun farkına varmadan uzaklaştı Bedia. 

Komiser Yardımcısı Ayhan kan bulaşmış üç sayfayı ancak APK’daki odasında açabildi. İbrahim’in; Naim’in ve Ali Rıza Tahtacı’nın sohbetinden karalama şeklinde aldığı notlar vardı. Anlamak için tekrar tekrar okudu. Demek ki söylentiler doğruydu. Eğer İbrahim Okumuş yaşasaydı, cenaze töreninin yapıldığı yere Emniyet Genel Müdürü olarak gelecekti. Nedenini bilmeden gözleri doldu. Ara sıra uğradığında sohbet ettiği mütevazı insanın doğal vasiyetini, kutsal bir varaka edasıyla naylon gömleğe takıp masadaki Ankara Hukuku kazandığını belgeleyen İnternet çıktısının üzerine bıraktı. 

BİTTİ

            “Ne oldu oğlum Polis Dergisine yazacağım yazı?”

            “Bitti efendim. Düzeltmeleri yapıyorum.”

            “Eleştirmeseydin kimseyi?”

            “..?”

“Sahi ne yazdın sen?”

            “Yaşanmamış Gerçekleri efendim.”

            “Hayal yani?”

            “Biri gerçekleştirmezse…öyle efendim…”