ÇANAKKALE DESTANI VE MEHMET AKİF

 

 

               Yusuf TIRAŞÇI[*]

 

Şiir vardır, edebi ve estetik yönden bizatihi destandır. Şiir vardır, destansı kahramanları, olağan üstü hadiseleri dile getirdiğinden destandır. Şiir vardır, hem edebi, estetik yönden anlattığı kahramanlar hem de olağan üstü hadiseler münasebetiyle destandır. Firdevsi'nin Şehnamesi’ni birinci gruba; anonim halk edebiyatı ürünü olan Köroğlu Destanı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Üç Şehitler Destanını ikinci gruba; M. Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiirini üçüncü gruba dâhil edebiliriz. Destan denince ilk akla gelmesi gereken düşünce, savaş meydanlarının tarrakasını veren gürül gürül bir ses, insanı bütün tasavvurlardan soyutlayan coşkun bir lirizm, okuyanı vecde getirip sarsarak yüreğinde korkunun bütün izlerini silen erkeksi bir haykırış olmalıdır. M. Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiirini okuyup da bu duygu seline kapılmayan, destan havasını ve hazzını duymayan insan yok gibidir.

            Milletleri derinden etkileyip kaderlerinde çok önemli değişimlerin ve dönüşümlerin yaşanmasına sebebiyet veren vakalar, asırlardır sanatçılar tarafından dile getirilerek daha sonraki kuşaklara miras olarak bırakılır. Türk tarihi incelenip irdelendiğinde, onlarca kahramanlık, fedakârlık, yiğitlik örneği kabul edilebilecek hadiseler mevcuttur. Bunlardan biri de Çanakkale Harbidir. Bizim 1. Dünya Savaşı yılarında sergilediğimiz ve dost düşman herkese parmak ısırtan bu büyük savaş, bugüne değin hafızalarda canlılığını sürdürmüştür.  Bu savaşa ait derin çizgileri ve amansız mücadeleyi dile getiren onlarca eser, savaşı müteakip yıllarda yazılmış olmasına rağmen bunların içinde yalnız Çanakkale Şehitleri’ne şiiri günümüze ulaşabilmiştir

Şartların vahameti, imkânların kıtlığı, sevdanın ve aşkın sınırsızlığı, milli bilinç, tarihi değerlerden alınan güç, insanı hem harp meydanlarında hem de kalem erbapları arasında erişilmez doruklara ulaştırır. Çanakkale Savaşları, o güne kadar tarihin gördüğü en kanlı ve acımasız savaşlardan biridir. Tarihin dilinden düşmeyen bu destan, yoksulluk ve açlıkla pençeleşen bir milletin, vatan sevgisiyle köpüren bir kitlenin, karada ve denizde savunma ve stratejinin nasıl olması gerektiğini bütün dünyaya ilan ettiği büyük bir savaştır. Türk tarihinde bu savaştan önce, Batılı tarihçileri hayrette ve hayranlıkta bırakan savunma harplerimiz yok değildir. “Herkesin müdafaadan ümidini kestiği yerde Türk’ün taarruzu başlar” sözü, batılı tarihçilere aittir.  Osman Gazi’nin Plevne önlerinde yaptığı savunma, Çöl Kaplanı olarak adlandırılan Fahrettin Paşa’nın Medine savunması, Şükrü Paşa’nın bütün imkânsızlıklara rağmen beş aydan fazla süren Edirne savunması takdire şayan tarihi vakalardan bir kaçıdır. Bu savaşlar içinde Çanakkale zaferi tabiî ki hususi bir kıymete haizdir. Çünkü bu savaş, Türk ordusu karşısında “Eski dünya yenidünya bütün akvam-ı beşer”in kum gibi mahşer gibi kaynadığı bir meydandır. Ve bu meydanda, bütün dünyaya kan kusturan ‘Tek dişi kalmış canavar”la, “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz.“ düşüncesine sahip bir milletin, “olmak ya da olmamak” mücadelesi cereyan etmiştir.

Çanakkale zaferini müteakip, dönemin erkân-ı harbiyesi,  Gelibolu Yarımadası’na dönemin yazar ve şairlerini ziyarete götürür. Savaş meydanlarında Türk askerinin gösterdiği kahramanlığı, yapılan mücadelenin dehşetini ve büyüklüğünü, bütün olumsuzluklara rağmen kazanılan zaferin ehemmiyetini anlatıp destanlaştıracak şiirler, piyesler, makaleler, roman ve hikâyeler yazılması amaçlanmaktadır. Ama bu savaşın vahşetini, Türk askerinin sarsılmaz kudretini, kadrine yakışır düzeyde anlatmaya hiçbir sanatçımız muvaffak olamamıştır. Barut kokularının hala duyulduğu, şehit uzuvlarının ortalıkta gezdiği, savaşa ait izlerin bütün çıplaklığıyla meydanda olduğu bu hazin tabloyu idrak ve ifade ederek günümüze kadar getirebilen M. Akif’in Çanakkale Şehitleri’ne şiirinden başka ikinci bir sanat eseri mevcut değildir. Sanatçımız, savaşın gidişatını Arabistan çöllerinde bir iki hafta gecikmeli olarak okuyabildiği gazetelerden öğrenmekteydi. M. Akif ve birkaç vatansever,  Arabistan’ın Necid Çöllerinde, Teşkilat-ı  Mahsusa mensubu olarak isyankâr Şerif Hüseyin ve adamlarını yola getirmek amacıyla bulunmaktaydılar. İşte Çanakkale Şehitlerine adlı şiir, sevinç ve sürur içinde, gözyaşlarıyla bu çöllerde kaleme alınmıştır. Gelibolu Yarımadasını savaşın hemen ardında müşahede eden aydın ve sanatçılarımızın anlatımda aciz kaldıkları bu hazin tabloyu, M. Akif, binlerce kilometre ötede bütün yönleriyle hissetmiş ve veciz bir üslupla dile getirmiştir.”Ömer Lütfi Bey, Akif’le ilgili hatıralarında: Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavaid-i harbiye (savaş kuralları)den bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle şeylere tahammülü yoktu. O daima şöyle kati bir şey isterdi: --­­­­Bütün dünya toplanıp hücum etse yine Çanakkale sükût edemez.”[1]  İnancı,  bir duygu seli neşvesiyle yüreğimize akan bu destanı doğurmuştur.

 

            Türk edebiyatında şair-i maderzat(anadan doğma şair) olarak kabul edebileceğimiz istisnai sanatçılarımızdan biridir M. Akif. İlk şiir kitabı olan Safahat’tan yedinci ve sonuncu şiir kitabı olan gölgelere kadar bütün eserlerinde, büyük bir içtenlik, lirizm, darb-ı mesel dolgunluğunda veciz ifadeler göze çarpar. Şairimiz:

                                      “Hayal ile yoktur benim alış verişim.

                           İnan ki ne demişsem görüp de söylemişim.

                                       Şudur benim dünyada en beğendiğim meslek,

                                       Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek.”

dizeleriyle, hakikate olan tutkusunu ve inandığı doğruları pervasızca haykırmanın gerekliğini anlatır. Sanat ve edebiyattan az da olsa anlayan her okur, şairimizin belagat ve sanat gücü çok yüksek dizeleri arasında sermest olur. Sanat toplum içindir felsefesiyle hareket edip başarılı olmak her edebiyatçının harcı değildir. Birçok pragmatist sanatçı, görüş ve düşüncelerinin hatırına çok kuru, zevksiz estetik değerden yoksun eserler ortaya koymuşlardır. İşte M. Akif, bu risk altında eserler verdiği halde atasözü niteliğinde dillere pelesenk olabilecek mahiyette şiirler kaleme almış, üslup  bakımından da mükemmel eserler ortaya koymuştur. Bütün şiirlerinde aruz ölçüsünü kullanan M. Akif, söz bayrağımız olan Türkçeyi aruza, en güzel şekilde uyarlayan sanatçılarımızdan biridir. Mütevazı ve mazbut bir kişiliğe sahip olan şairimizin odun gibi sözlerden fersah fersah uzak olduğunu aşağıdaki dizeler anlatmaktadır:

                     “Bana sor sevgili kari’, sana ben söyleyeyim

                      Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım;

                      Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri;

                      Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne sanatkârım. 

                      Şi’r için ‘ gözyaşı’ derler onu bilmem, yalnız

                      Aczimin giryesidir bence bütün asarım!

                      Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

                      Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!

                      Oku, şayet sana bir hisli yürek lazımsa:

                      Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa”

 

Yukarıdaki dizeleri okuyup da hislenip şiir keyfini duymamak mümkün değildir. Yakın zamanda iade-i itibarla Türk vatandaşlığına kabul edilen memleket şairimiz Nazım Hikmet dahi karşıt görüşe sahip olmasına rağmen,  İslamcı bir ideolojiye sahip M. Akif hakkında:

                            “Akif büyük şair,  inanmış adam

                              Fakat onun ben.

                              İnandıklarının hepsine inanmıyorum.”  mısralarıyla Kurtuluş Savaşı Destanı adlı eserinde milli şairimizden övgüyle bahseder…

 

               Bir sanatçıyı, daha sonraki kuşaklara ulaştıran en önemli faktörlerden biri, savunduğu fikirleri hayatına tatbik etmesidir.”Ele verir talkını kendi yutar salkımı” vartasına düşmeyen aydınlarımız, toplum hayatında önemli yer işgal ederler. Bu yönüyle M. Akif, yalnız eserleriyle değil yaşantısıyla da günümüz gençliğine numune-i imtisal olabilecek büyük bir karakterdir. Hayatını dikkatli bir şekilde tetkik ve tahlil eden araştırmacılar,  şairin özü sözü bir kişiliğe sahip olduğu konusunda hemfikirdirler. İstiklal Marşı ödülünü kabul etmediği günlerde, altı delik ayakkabıyla meclise geldiğini; sözleştiği bir arkadaşını ahde vefa duygusuyla saatlerce soğukta beklediğini; kendisi muhtaç olduğu halde kapısını çalan dilenciye verecek bir şey bulamayınca yerde serili olan hasırı toplayıp verdiğini; Bursa’nın işgali üzerine günlerce gözüne uyku girmediğini ibretlik kıssalar olarak yakın dostları sitayişle anlatır. Safahat’ın toplumumuz tarafından bu kadar benimsenip okunmasının altında yatan en büyük etmenlerden biri, M. Akif’in sağlam bir kişiliğe ve kimliğe sahip olmasıdır. Onun vefatı, İstanbul’da Mısır Apartmanında başucunda ancak bir iki dostunun bulunduğu bir odada sade ve sessiz bir şekilde gerçekleşti. Cenaze merasimine ise milyonlarca Türk genci iştirak ederek ona olan tutkusunu ve sevdasını gösterdi. Ebediyete milyonlarca gencin omzunda dualarla ve gözyaşları içinde uğurlanmıştı.

                Çanakkale Şehitlerine şiiri yayınlandığında büyük yankı uyandırır. Dönemin köşe yazarları şiiri uzun uzun değerlendirir,  Özelikle:

“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…

   Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” dizeleri, tenkit edilir. Şiirin mana ve üslup güzelliğine bu mısraların gölge düşürdüğünü ileri süren sanatçılarımız olur. Ayet ve hadislerle büyük övgülere mazhar olan Bedir ashabıyla Çanakkale’deki Türk askerinin bir birine denk tutulması, dönemin kimi bağnaz sanatçıları tarafından eleştiri konusu yapılır. Şairimizi rencide edecek sözler bile sarf edilir. Oysa bu dizelerde, bütün sanatçıların en büyük sermayesi olan teşbih, telmih, mübalağa ve söz sanatlarının büyük bir maharetle kullanıldığı idrak edilememiştir. Gerek yakın zamanda gerekse şiirin yayınlandığı ilk yıllarda,  yazarların yaklaşımına bakıldığında sanatçıların her zaman kalemin namlusunda ve bıçak sırtında bir hayat geçirdiklerine şahit oluruz.

 

             M. Akif üzerine en fazla araştırma ve inceleme yapan yazarlarımızdan biri M. Ertuğrul Düzdağ’dır. 1985–1989 yılları arasında M. Akif Araştırmaları Merkezi’ni kurarak birçok eser ve makale neşretmiştir. “Üstad Ali ulvi Kurucu Hatıralar–2” adlı eserinde de Arap dünyasının ve Mısır edebiyatının ekol sahibi şairi Üstad Mahmut Şakir’in bulunduğu edebiyat sohbetlerinden bahsedilir. Bu sohbetlerin birinde, Türk’ün emirüşşuarasının kim olduğu sorulur. Bunun üzerine  Çanakkale Şehitlerine şiiri uzun uzun tahlil eden İbrahim Sabri şunları söyler:

 

“Şüheda gövdesi bir baksan, dağlar, taşlar… Mısraını okuyunca, üstadın gözleri doldu:

             Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;

   Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Beytine gelince haziruna hitaben şunları söyledi:’Efendiler! Bu beytin ikinci mısraı var ya, bu mısra öyle harikalar harikası bir tuluattır ki: Dünya şairleri bir araya gelseler böyle bir mısra söyleyemezler. Zira bu mısra her şeyden evvel sehl-i mümteni denen esrarlı bir tecellidir… Güller gibi açıyor, bülbüller gibi şakıyor ve sular gibi akıyor. Tabiatta gülün açtığını, bülbülün öttüğünü ve suların çağıl çağıl aktığını görürüz de aynı akışı, aynı ötüşü dile getirmek elimizden gelmez. İşte üslup ve ifadelerdeki selaset de bu sevdalı tecellilerin ifadeye sığmaz sembolleridir.”[2] Cümleleriyle Akif’in şöhretinin sınırlarımızın ötesinde de yayıldığını belirtir.

            Çanakkale savaşlarının yapıldığı Gelibolu Yarımadasını ziyaret eden herkes, hüzün ve gururu iç içe yaşar. Vadilerde, sırtlarda, mevzilerde ve koylarda ayağı yere basmadan gezer. Tarihini ve mefahirini bilen kişiler ise bu büyülü atmosferin havasına istemeseler de kendilerini kaptırırlar. M. Akif’in Çanakkale Şehitleri’ne şiiri kulaklarınızda çınlar. Gözlerinizi kapamaya bile ihtiyaç duymadan Boğazın serin ve dingin sularında Nusret Mayın Gemisinin bir hayalet gibi incilerini suların bağrına saldığına şahit olursunuz. Türk’ün sarsılmaz gücü, mertliğin ve yiğitliğin en alası, gözlerinizde canlanır. Çanakkale Şehitlerine şiirinin her mısraı, alır sizi en kuytu duygulara,  savaşın heyecan dolu anlarına götürür. Bu duygu seliyle bazen gözyaşlarına boğulur ve tıkanırsınız bazen de yumruklarınızı sıkar ve haince ve zalimce “Top, tüfekten daha sık gülle yağan mermiler… Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!” sahneleriyle mücadelenin içinde kendinizi bulursunuz.

            Çanakkale Şehitlerine şiiri ve daha önceki yüz yıllarda kaleme alınmış eserler, dillerinin ağdalı ve ağır olması yüzünden, günümüz gençliği tarafından anlaşılmayan sanat değerleri olarak tozlu raflarda beklemeye mahkûm edilmişlerdir. Ama unutmamak gerekir ki bütün sanat eserlerinin yazılmasında ve yaratılmasında sanatçıların yüreğinde, yerine göre onulmaz yaralar açan hadiseler, ayların ve yılların sancısı, ağrısı vardır. Sanatçıların, eserlerini ortaya koyarken gösterdikleri mücadelenin ve uykusuz gecelerin bin de birini,  bizler anlamak için göstermiş olsaydık, sanırım onlarca abidevi eserimiz öksüz kalmaktan kurtulurdu. Kuşaklar arasındaki uçurumlar ve boşluklar da böylece doldurulmuş kapatılmış olurdu. İşte Akif’in bu eserini de bu anlayışla yeniden elimize almalı, sözlüklerle hem Çanakkale Şehitlerine şiirini hem de emsal eserleri okumalı ve anlamaya çalışmalıyız. Çünkü bu şiirde alınacak çok dersler ve ibretler vardır…

           



[*] Hatay Polis Meslek Yüksek Okulu Türk Dili Okutmanı                                                                                                           



[1] OKAY, Orhan; Bir Karakter Heykelinin Anatomisi; Akçağ Yayn; Syf.111–112.

[2] DÜZDAĞ, Ertuğrul; Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar; Kaynak Yayn; Syf.321