KOMÜNİST DÜŞÜNCENİN FİKRİ TEMELLERİ VE ÜLKEMİZDEKİ TARİHİ SÜRECİ

 

Safa Tarık OĞUZ*

 

GİRİŞ

Sosyal bir varlık olduğu tartışılmaz olan insan için toplum hayatı bir zarurettir. Çünkü insan, insaniyetinin gereklerini ancak toplum da gösterebilir, eserlerini ve vazifelerini toplum içerisinde idame edebilir.

Ancak cemiyet içerisinde yaşam süren fertler arasında belirli zamanlarda iş ve emek kavramları hususunda tartışmalar çıkmakta ve insanoğlunun varlığından itibaren bu tartışmalar devam etmektedir[1]. Yer kürede ilk suç olarak kabul edilen Kabil’ in Habil’ i öldürmesi olayında dahi, Kabil’ in vermiş olduğu paha bakımından değerli adağın kabul edilmemesi, yani masrafının karşılığını alamaması yatmaktadır. Netice itibariyle yaptığımız, gerçekleştirdiğimiz her emeğin/işin karşılığını almayı beklememiz fertleri/toplumları kaosa sürüklemektedir. Bu sebeple insanların iş ve emeklerinin karşılığını almaları yakalanması değil, yaklaşılması mümkün olan bir ufuk çizgisi olarak görülmelidir.

Toplum sürekli dinamizm içerisindedir ve farklılıkları ile mevcudiyetini devam ettirir. Bu farklılıklar toplumun sürekli çalışıp, işlemesini sağlar. Toplum içerisindeki tezatlıklar topluluğun itici ve çekici gücünü besler. Eğer toplumdaki bütün fertler eşit olsa, bu işleyen yapı işlemez hale gelir, dinamizm kaybolur, durgun kalan suların kokması gibi, toplum kokuşmaya başlar.

Bu bağlamda adaletin değil, eşitliğin peşinden koşan, 18. yüzyıla kadar sadece düşünce olarak kalan, bu tarihten sonra ise devrim kavramıyla bütünleşen ve kanlı eylemlerin tohumunu toprağa atan ideoloji, komünist düşüncenin temellerini ve ülkemizdeki tarihi sürecini, hangi sebeplerle bu tür girişimlerde bulunulduğu bu çalışmada aktarılmaya çalışılacaktır.

Ortak Yaşam (Komün) Düşüncesinin Çıkışı

Öncelikli olarak komün düşüncenin menşeine bakacak olursak, Antik Yunan mitolojisinde insanların birbiriyle mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşam sürdükleri, her şeyi ortak bir biçimde kullandıkları ve insanların ‘Altın Çağı’ olarak nitelendirilen döneme kadar gidilmesi gerektiği savunulmaktadır. Buna gerekçe olarak ise Platon’ un Devlet isimli kitabında komün yaşamı destekleyerek komünizm düşüncesinin temellerini attığı belirtilir.[2] 16. yüzyıla gelindiğinde ise Thomas Moore Ütopya adlı kitabında ortak mülkiyet düşüncesini ortaya koymuş, bununla birlikte bu tarz bir yaşam süren devletlerin/toplumların mükemmel toplum olacakları fikrini ileri sürmüştür.  

18. yüzyılın  başlarına gelindiğinde Adam Smith’ in yazmış olduğu Ulusların Zenginliği adlı eseri, Avrupa’ da 17. yüzyılda yaşanan iç savaşın dini söylemini unutturmayı planlanarak kaleme alınmasıyla ön plana çıkmıştır. O dönemde popüler olan pozitivist düşüncenin etkisiyle, dinin öldürücü ve öngörülemeyen çelişkilerini, gerçeklere başvurarak engellemeyi hedefleyen seküler, akılcı ve pozitivist bir söylem yaratmaya çalışan Aydınlanma düşüncesinin mantığı izlenir.[3] Daha sonra James Mill ve David Ricardo tarafından geliştirilen, ‘emek- değer teorisinin’ temelini bu kitabıyla atan Smith, emek sahiplerinin kazanmış olduğu gelirin ulusun genel refahına olan etkisini ortaya koymaya çalışmıştır. Smith’in bu görüşüne göre emek sahipleri uzun süre çalışarak elde ettikleri gelirlerini, zenginlerin ve sermaye sahiplerinin araçlarına yatırıp, kendileri ise bu gelirlerden minimum düzeyde yararlanmaktadırlar.

Smith’ den sonra proleter kesime destek veren bir diğer çalışma Almanya’dan gelir. İnsanlığın tarihsel serüvenini kategorilere ayırarak, klasik toplum, feodalizm ve kapitalizme uzanan serüvende ilk çıkış noktasının ilkel komünizm olduğu görüşünü ortaya atan Marx, yeni bir devrimle insanlığın ilkel komünizmden daha gelişmiş bir komünizm sistemle yönetilmeye başlanacağını savunur.

Bu sürece kadar sadece sosyal bir yaşam biçimi olarak algılanan komün düşünce, sosyalizm içerisinde anılarak pek fark edilmemiştir. Hatta bir çok noktada sosyalizm ile benzerlikleri mevcuttur. Ancak Karl Marx ve Engels’ in nitelendirmeleri içerisinde bu yaşam türü ideolojiye dönüşmüş, bu noktasıyla sosyalizmden ayrılmıştır. Alman radikallerden olan Karl Marx fikirdaşı Friedrich Engels ile birlikte 1846’da Amerika’ da ki gruplarla haberleşmek için Komünist İrtibat Komitesini kurarlar. Daha sonra Alman işçilerin gizli derneği olan bu birlik, diğer ülke işçilerinin de katıldığı bir işçi kuruluşu olur.[4] Bu birlik için 1848’te  kaleme aldıkları Komünist Manifesto adlı bildiride, kelime anlamı olarak insanın ilk halinde yaşadığı yaşam biçimi olarak aktarılan ortakyaşar, kolektif bilinç ve davranış halindeki toplum olarak bilinen komün hayat düşüncesinin tohumlarını, o dönem insanlarının zihinlerine atarlar.

 Bu manifesto ile birlikte, kapitalist sistemde üretim araçlarını ellerinde bulunduran sermaye ve toprak sahiplerinin mallarının ellerinden alınıp devlet tarafından her kesime eşit bir biçimde dağıtılması düşüncesinin savunulması, emek sahiplerinin, ezilen olarak varsayılan işçilerin ezilmişliklerini ortadan kaldıracağı düşüncesinin ortaya çıkmasına neden olmakla beraber, bu düşüncedeki  insanların umudu olurlar. Marx ve Engels’ i erken dönem sosyalistlerden ayıran en önemli husus ise işçilerin ve emek verenlerin eğer bu imkanı sağlanmazsa, bunu gerçekleştirmek için bir ayaklanma gerçekleştirecekleri ve bu ayaklanma neticesinde tüm dünyadaki işçilerin/proletaryanın kapitalizmi yıkarak komünist sistemi kuracağı inancıdır. Erken sosyalistler ise bu süreci uzun vadede gerçekleşecek bir durum olarak öngörmüşlerdir. Ancak her ikisinde de temel mantık ‘Herkesten yeteneğine göre al, herkese gereksinimine göre ver’ dir.

            4 Ağustos 1914’ te 1. Dünya Savaşında komünist partilerin savaştan yana tavır almaları, uluslararası işçi hareketinin bölünmesini ortaya çıkarır. Ancak Marx ve Engels’ in Manifesto’ nun 1882 Rusça baskısının önsözünde yazmış oldukları ‘Eğer Rus devrimi, Batıdaki bir proleter devrimin habercisi olur, ve bunlar, özellikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya’ da ki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir’[5] diyerek güvenlerini belirttikleri gibi, Lenin’in yirmi kadar Bolşevik’le birlikte 3 Nisan 1917’ de Petrograd’ a varması ve savaş nedeniyle yoksul düşen ve bedelin paylaşımını eşitsiz olduğuna dövünen halkın isyanını da yanlarına destek olarak, Romanov Hanedanının devrilerek devrimi ilan etmeleri bu güvenin yersiz olmadığını göstermiştir.[6] 25 Ekim’ de bu sözlerin Rusya ayağı tam olarak gerçekleşir ve Ekim Devrimi adını alan bu ayaklanma ve Bolşeviklerin yönetimi ele geçirmesiyle birlikte Rusya’ da Komünist yönetim, halkın desteğini alarak Lenin önderliğinde yönetime el koyar.

Osmanlı Devleti İçerisinde Komünist Düşüncenin Başlangıcı

            Osmanlı Devletinde düşünce bakımından malların ortak kullanımını savunan sosyalist düşünceyi halka empoze etmeye çalışan ilk kişi Şeyh Bedrettin’ dir. Herkesin başkasının evlerine rahatça girmesi gerektiğini, mallarının diğer insanlarla ortak kullanılmasıyla birlikte, ahlaksızlık derecesine vararak kadınların bile ortak mal olduğu fikrini savunan Bedrettin etkilediği kitlelerle çıkarmış olduğu eylemler neticesinde, devlet güvenliğini tehlikeye sokması neticesinde idam cezasına çarptırılmıştır.

19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Osmanlı Devletinin komünlerle, dolayısıyla komünist düşünceyle karşılaşması Genç Osmanlılardan Mehmet, Reşad ve Nuri Beylerin Paris’ te komünlerle birlikte yapmış olduğu çalışmalardan sonra, yurda döndüklerinde Namık Kemal’ in İbret Gazetesinde bu düşünceyi savunan yazılar  yazmasıyla başlangıç bulur. Bunun yanısıra Ahmet Mithat Efendinin Dağarcık adlı dergisinde, I. Enternasyonal Kongrelerinde otuz milyonu aşkın taraftarın Avrupa’ yı titrettiğini yazdığı, Enternasyonal yanlısı yazıları da bu kapsam içerisinde değerlendirilebilir.[7]

            Bolşeviklerin Osmanlı topraklarında itibar kazanmaları ise I. Dünya Savaşı sıralarında gerçekleşir. Cihan Harbine denk gelen 1917 Ekim devrimi ile birlikte eski Çarlık yeni Bolşevik Rusya’ nın savaştan çekilmesi ve İngiltere-Fransa ikilisini yalnız bırakması Osmanlı topraklarında bir kısım düşünürlerin ilgisini kuzeye ve komünizme yönelmesine sebep olur. Bununla birlikte Pakistan’da Muhammed İkbal önderliğinde halkın elinde avucunda kalan son eşyaları Hilafetin ve İslam siyasi dünyasının merkezi olarak görülen Osmanlı Devletine, savaşta almış olduğu yaraları sarması için toplanıp gönderilirken Rusya’ nın bu yardıma el koyarak sanki Bolşevik Rusya’ nın yardımıymış gibi göstermesi de bu sempatik bakışın ayrı bir sebebidir. Ancak bununla birlikte bu durumu sezen karşı düşüncedeki fikir adamları ise komünizme karşı din faktörüne sığınarak savunma yapılması gerektiği fikrini ileri sürmüşlerdir. Halk arasında ağızlarda dolaşan cümle ise ‘Komünizm de belki bütün dünyayı istila edecek, ancak camiin kapısında duracaktır.’  olmuştur.   

            Osmanlı Devletinin son dönemlerine doğru ülkede mevcut siyasi belirsizlik, farklı yönetim modelleri arayışına gidilmesini netice vermiştir. İslam, Türkçülük, Osmanlıcılık derken komünizmi destekleyenlerin sayısı da azımsanmayacak derecededir. Özellikle Sovyet Rusya o coğrafyada yalnız kalmamak için müttefik arayışına girmiş, en uygun durumda olan devlet olarak gördükleri Hasta Adam Osmanlı üzerinde komünizm propagandası yapmaya başlamıştır. Öyle ki 1919 yılında İstanbul seçimlerinden sonra ilk Sosyalist mebus adayı, Mesai Fırkasından Numan Usta meclise girerek, siyasi alanda bu düşünceyi savunmaya başlamış, bunun yanında Halide Edip, 1920’ de İstanbul’dan Ankara’ya geçişte kendisine eşlik eden Kuvay-ı Milliyeci jandarmaların Bolşevik olduklarını aktararak askeri alanda da komünist ve Rusya sempatizanları olduğunu gözler önüne sermiştir.[8]  Bunlarla beraber ilk meclisin mebuslarından olan Yunus Nadi ile birlikte birkaç mebus Bolşevik Kulübü kurarak çalışmalar yaparlar. Bu çalışmalara ise en çok karşı çıkanlarından birisi de Mareşal Fevzi Paşa’ dır.[9] Ayrıca Yeşil Ordu ismiyle kurulan komünist teşkilat meclis içerisinde ve dışarısında faaliyetler göstermeye başlar. Ancak Atatürk’ ün bu teşkilatın faaliyetlerinin yayıldığını duymasıyla beraber teşkilata son verir ve aynı düşüncede faaliyet yapacak olan Türkiye Komünist Fırkası’ nı kurdurur. Söylev’ de geçen şu cümleler Atatürk’ ün kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir: ‘Bu derneğin zararlı bir biçim aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm. Tanıdığım arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim. Gereğini yaptılar.’[10] Komünist düşüncede olanların siyasi alanda gelecekleri en üst makam olan İçişleri Bakanlığına ise yine Atatürk’ ün, Tokat mebusu Nazım Bey’ in adaylığını çektirtmesiyle sonuçsuz kalır.

Cumhuriyet’ in ilk yıllarında kurulan ancak başarısızlıkla sonuçlanan komünist düşünce temelli partiler olarak Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Türkiye Komünist Bolşevik Partisi’ ni sayabiliriz.[11] Bu başarısızlıkların temelinde din faktörünü tamamen dışlayan ve yer vermeyen, materyalist düşünce temellerine dayanan komünizmin aksine, Osmanlı Devleti’ nin son bulmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti meclisinin halkın desteğini sağlayabilmek, zor durumdan bir an önce kurtulup devlet otoritesini tekrar sağlamak ve toplumun kültüründe bulunan birleştirici etken olan inanç eksenli yaklaşımda manevi değerler ve din faktörünü kullanması yatmaktadır. Bunun yanısıra komünist düşünürlerin Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulma aşamalarında komünizmin etkisi altında kalmamasına gerekçelerini şöyle sıralamaktadırlar:

            a)Avrupa’ nın 18 yüzyıldaki büyük işçi hareketi ve büyük işçi hareketinin sınıf partilerine kan veren zenginliğinin Türkiye’ de olmayışı.

            b)Büyük bir savaştan çıkmış olmaktan kaynaklanan zayıf bir işçi sınıfı, zayıf bir entelektüel hayat, zayıf bir aydın kesimi olması.

            c)Aydın sınıfının eleştirel değil, devlet yanlısı olması.

            d)Sonraları devlet politikası olarak işçilerin herhangi bir olumsuz müdahalesine mahal vermemek için, işçi ücretlerinin ve sosyal haklarının yüksek seviyede tutulması.[12]

Türkiye Komünist Partisi

            İllegal yollara yönelmeyen ilk dönem Türk komünist düşüncesinin legal anlamda en büyük atılımı Türkiye Komünist Partisi’ nin kurulmasıdır. Başlangıç safhasında üç koldan gelişen komünist parti faaliyetleri İstanbul Örgütü, Anadolu Örgütü ve Mustafa Suphi’ nin önderliğini yaptığı Rusya’ daki örgüttür. 22 Ocak 1919’ da Kırım’ a ve Moskova üzerinden Türkistan’ a geçen Mustafa Suphi Beynelmilel Şark Tebligat Şurası’ nı kurmuş ve Eskişehir’ de şubesini açmıştır. Azerbaycan Sovyet Devrimi sonrası Bakü’ ye geçen Suphi Komünist Fırkasını ittihatçılardan arındırma girişimlerinde bulunur. Buradan Türkiye’ ye göndermelerde bulunmadan kalmaz. 1920 Eylülünün ilk haftasında Bakü’ de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı’ nın Temmuz ayı başında yayımladığı İran, Ermenistan Ve Türkiye’ nin Ezilen Halk Kütleleri’ ne başlıklı bildirisinde , Türk köylüsünün Anadolu hükümetine şüphe ile bakmasını önermektedir. Bu ise Atatürk’ ün komünist faaliyetlere temkinli yaklaşmasının bir diğer sebebidir.  

            Mustafa Suphi, karısı, Sovyet Elçisi Budu Mdivani ve partililer 28 Aralık 1920’ de Kars’ a gelirler. Ocak ayında Kazım Karabekir’ in çizmiş olduğu rota ile Erzurum’ a ulaşırlar. Burada ise Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafa-i Hukuk isimli anti-komünist derneğin tepkisiyle karşılaşırlar ve trenden indirilmeden Ilıca’ya oradan da Trabzon’ a gönderilirler. Burada da tepkilerle karşılaşan heyet, deniz yoluyla Batum’ a gitme isteklerini Vali’ ye iletirler. 28 Ocak’ ı 29 Ocağa bağlayan gece komünist düşüncede olanların ifadeleriyle, vapurla gönderilen heyet, kayıkçının(!) kumpasına düşürülerek on beş kişi ile Karadeniz’ de boğularak ölür. Daha sonra on beşler olarak efsaneleştirilirler. Ankara hükümetine göre bu olay deniz kazası olarak kayıtlara geçer.

            Önceleri hükümet politikası sebebiyle her devletle dostluk ilişkileri kurmayı amaçlayan TBMM hükümeti, Rusya’ nın kendisine empoze etmeyi amaçladığı komünist düşünceye karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmuştur. Savaştan yeni çıkmış bir devlet olmanın getirdiği ekonomik ve sosyal sorunları bir an önce çözümlendirmek maksadıyla dış kaynakları kullanmış, bu kapsamda Rusya’ nın maddi yardımlarından istifade etmiş, bununla birlikte komünist düşünceye karşı ise dengeli bir politika ile yumuşatmıştır. Sonraları ise yönünü kuzey den çok, Atatürk’ ün muasır medeniyetin kaynağı olarak gösterdiği batıya yöneltmiştir.

            1929 yılına gelindiğinde Türkiye’ deki komünistler arasında ayrılıklar baş göstermeye başlar. Türkiye Komünist Partisinden Şekip Hüsnü, Hasan Ali Ediz, Baydar Ali Cevdet olmak üzere Aydınlık ağırlıklı kadro ile, Nazım Hikmet, Mustafa Börklüce, Hamdi Şamalof gibi Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi eğitimli kadrolar Muvafakat ve Muhalefet olarak ikiye bölünürler. Ancak ilerleyen süreç içerisinde Muhalefet barındırdığı eğitimli ve popüler üyeler sebebiyle Muvafakat’ a karşı üstünlük sağlar.[13]

            Bu sürece kadar legal olarak devam eden faaliyetler 1927’ den başlayan süreçten itibaren illegal olarak başlar. 1927 ile 1932 yılları arasında çıkarılan illegal dergiler artık içerikleriyle legaliteden çok illegaliteye yönelmişliğin bir göstergesidir. Örneğin 1931 yılında yayın hayatına başlayan Kızıl İstanbul dağıtmış olduğu gizli bildirilerde hükümete, yönetim ve seçim sistemine karşı eleştirileri ağır bir dille halka aktarmıştır.[14] Ancak 1932’ ye gelindiğinde TKP’ nin gizli çalışmaları hızla artarken beyin takımında dört büyük tutuklama ile ağır kayıplar vermiştir.

            Nazım Hikmet Mart 1933’ ten Ağustos 1934’ e kadar Bursa Cezaevinde kalmıştır. Mayıs 1933 tutuklamaları sırasında Hamdi Şamilof ve Musolini Ahmet gibi muhalefet önderlerinin sorgulanması haberleri, TKP’ nin en güçlü kanadı olan Muhalefet’ in komünist çevreler tarafından itibarını yitirmesine sebep olmuştur. 

            1929 dünya ekonomik buhranından, uyguladıkları Büyük Atılım-Planlı Kalkınma modeliyle az bir kayıpla etkilenen Stalin’ in Sovyet Rusya’ sı, ekonomik olarak yapılanmak isteyen Türkiye’ nin dikkatini çeker. 1931’ den itibaren özel teşebbüse dayalı kalkınma modelinden devletçilik uygulamasına geçilir. Başbakan İsmet İnönü’ nün kalabalık bir heyetle Moskova’ yı ziyareti Türkiye-Rusya arasındaki ilişkiler açısından önemlidir. Ancak Türkiye’ deki komünistlerin durumuna bakacak olursak durum içler acısıdır. İki ülke arasındaki ilişkilerin bu denli yakınlaştığı ve geliştiği bu süreçte 1938’ te Harp Okulu ve Donanma davaları ortaya çıkar. Nazım Hikmet 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılır. H. Kıvılcımlı’ nın Donanmada yayınlarının bulunması ile ilgili davaya Nazım Hikmet de dahil edilir ve cezasına 20 yıl daha ilave edilir. H. Kıvılcımlı 15 yıl diğer sanıklar ise 18 yıldan 1 yıla kadar çeşitli cezalara çarptırılırlar. 

            I. Dünya savaşı esnasında Türkiye’ de yavaş yavaş faaliyete geçmeye başlayan komünist faaliyetler, II. Dünya savaşını izleyen süreçte, 1946’ da tüm bu düşüncede ki partilerinin kapatılmasıyla metot değiştirirler. Artık illegaliteye yönelmiş olan TKP, İstanbul ve Ankara’ da, Üniversite ve Yüksekokul Öğrenci birliklerini kurdurur. Bunun sebebi ise kendilerine karşı yapılan saldırılara karşı birbirleriyle bağlantı halinde olan çatışma birlikleri oluşturmaktır.

Amerika ile Rusya arasında başlayan soğuk savaş kaybettirdikleri ile beraber, Türk komünistlere getirdikleriyle de anılır. Özellikle Türkçe Yayınlarla birlikte kurulan Bizim Radyo bunlardan en önemli iki gelişmedir. Ancak parti olarak bir faaliyet görülmemektedir. 1951 yılında yapılan tutuklamalarla çökertilen partinin lider kadrosunun halen cezaevinde bulunması bunun önemli sebeplerindendir.

            1961 yılında Demokrat Partinin kapatılması, Başbakan Adnan Menderes’ in ve iki bakan arkadaşının cuntacılar tarafından asılması neticesinde yeni bir süreç başlamış, en özgürlükçü anayasa olan 1961 Anayasasının uygulamaya konmuştur. Bununla birlikte tekrar demokratik bir süreç başlatma çabalarından istifade ile on iki işçi sendikasının desteği ile Türkiye İşçi Partisi kurulmuştur. Ancak seçim yasası gereği eksiklerini tamamlayamayan parti 1961 seçimlerine girememiştir. Bu seçimlerden sonra, 1965 seçimlerinde on beş milletvekili sokarak ilk önemli siyasi başarılarını kazanırlar.

 

                                                                                                                      Sürecek…



* Komiser Yardımcısı, Alibeyköy Şehit Atıf Ödül Polis Merkezi Amir Yardımcısı

[1] Kısakürek, N. Fazıl, Sosyalizm, Komünizm ve İnsanlık, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2000, s. 8

[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/Kom%C3%BCnizm

[3] Bowman, Paul, Kara Kızıl Notlar Dergisi, Eylül 2006

[4] Babalık, Naciye, TKP’ nin Sönümlenmesi, İmge Kitabevi, 2005 İstanbul, s.24

[5] Marx-Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 86

[6] Babalık, a.g.e, 28

[7] Akt. Babalık, a.g.e, s.33

[8] Adıvar, Halide Edip, Türk’ ün Ateşle Dansı, Cumhuriyet Yayınları, Ankara 1998, s.43-44

[9] Kadri, H. Kazım, Meşrutiyetten Cumhuriyet’ e Anılarım, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 287

[10] Atatürk, M. Kemal, Söylev, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s.58

[11] Tevetoğlu, Fethi, Türkiye’ de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1987, s. 118

[12] Babalık, s.43

[13] Akt. Babalık, s. 54

[14] İleri, R. Nuri , Atatürk ve Komünizm, Sarmal Yayınları, İstanbul 1994, s. 343