KOMÜNİST DÜŞÜNCENİN FİKRİ TEMELLERİ VE
ÜLKEMİZDEKİ TARİHİ SÜRECİ
|
Safa Tarık OĞUZ* |
Sosyal bir
varlık olduğu tartışılmaz olan insan için toplum hayatı bir zarurettir. Çünkü
insan, insaniyetinin gereklerini ancak toplum da gösterebilir, eserlerini ve
vazifelerini toplum içerisinde idame edebilir.
Ancak cemiyet
içerisinde yaşam süren fertler arasında belirli zamanlarda iş ve emek
kavramları hususunda tartışmalar çıkmakta ve insanoğlunun varlığından itibaren
bu tartışmalar devam etmektedir[1]. Yer
kürede ilk suç olarak kabul edilen Kabil’ in Habil’ i öldürmesi olayında dahi,
Kabil’ in vermiş olduğu paha bakımından değerli adağın kabul edilmemesi, yani
masrafının karşılığını alamaması yatmaktadır. Netice itibariyle yaptığımız,
gerçekleştirdiğimiz her emeğin/işin karşılığını almayı beklememiz
fertleri/toplumları kaosa sürüklemektedir. Bu sebeple insanların iş ve
emeklerinin karşılığını almaları yakalanması değil, yaklaşılması mümkün olan
bir ufuk çizgisi olarak görülmelidir.
Toplum sürekli
dinamizm içerisindedir ve farklılıkları ile mevcudiyetini devam ettirir. Bu
farklılıklar toplumun sürekli çalışıp, işlemesini sağlar. Toplum içerisindeki
tezatlıklar topluluğun itici ve çekici gücünü besler. Eğer toplumdaki bütün
fertler eşit olsa, bu işleyen yapı işlemez hale gelir, dinamizm kaybolur,
durgun kalan suların kokması gibi, toplum kokuşmaya başlar.
Bu bağlamda
adaletin değil, eşitliğin peşinden koşan, 18. yüzyıla kadar sadece düşünce
olarak kalan, bu tarihten sonra ise devrim kavramıyla bütünleşen ve kanlı eylemlerin
tohumunu toprağa atan ideoloji, komünist düşüncenin temellerini ve ülkemizdeki
tarihi sürecini, hangi sebeplerle bu tür girişimlerde bulunulduğu bu çalışmada
aktarılmaya çalışılacaktır.
Ortak Yaşam (Komün) Düşüncesinin Çıkışı
Öncelikli
olarak komün düşüncenin menşeine bakacak olursak, Antik Yunan mitolojisinde
insanların birbiriyle mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşam sürdükleri, her şeyi
ortak bir biçimde kullandıkları ve insanların ‘Altın Çağı’ olarak
nitelendirilen döneme kadar gidilmesi gerektiği savunulmaktadır. Buna gerekçe
olarak ise Platon’ un Devlet isimli kitabında komün yaşamı destekleyerek
komünizm düşüncesinin temellerini attığı belirtilir.[2] 16.
yüzyıla gelindiğinde ise Thomas Moore Ütopya adlı kitabında ortak
mülkiyet düşüncesini ortaya koymuş, bununla birlikte bu tarz bir yaşam süren
devletlerin/toplumların mükemmel toplum olacakları fikrini ileri
sürmüştür.
18.
yüzyılın başlarına gelindiğinde Adam
Smith’ in yazmış olduğu Ulusların Zenginliği adlı eseri, Avrupa’ da 17.
yüzyılda yaşanan iç savaşın dini söylemini unutturmayı planlanarak kaleme
alınmasıyla ön plana çıkmıştır. O dönemde popüler olan pozitivist düşüncenin
etkisiyle, dinin öldürücü ve öngörülemeyen
çelişkilerini, gerçeklere başvurarak engellemeyi hedefleyen seküler, akılcı ve
pozitivist bir söylem yaratmaya çalışan Aydınlanma
düşüncesinin mantığı izlenir.[3]
Daha sonra James Mill ve David Ricardo tarafından geliştirilen, ‘emek- değer teorisinin’ temelini bu
kitabıyla atan Smith, emek sahiplerinin kazanmış olduğu gelirin ulusun genel
refahına olan etkisini ortaya koymaya çalışmıştır. Smith’in bu görüşüne göre
emek sahipleri uzun süre çalışarak elde ettikleri gelirlerini, zenginlerin ve
sermaye sahiplerinin araçlarına yatırıp, kendileri ise bu gelirlerden minimum
düzeyde yararlanmaktadırlar.
Smith’ den sonra proleter kesime destek veren bir diğer
çalışma Almanya’dan gelir. İnsanlığın tarihsel serüvenini kategorilere
ayırarak, klasik toplum, feodalizm ve kapitalizme uzanan serüvende ilk çıkış
noktasının ilkel komünizm olduğu görüşünü ortaya atan Marx, yeni bir devrimle
insanlığın ilkel komünizmden daha gelişmiş bir komünizm sistemle yönetilmeye
başlanacağını savunur.
Bu sürece kadar sadece sosyal bir yaşam biçimi olarak
algılanan komün düşünce, sosyalizm içerisinde anılarak pek fark edilmemiştir.
Hatta bir çok noktada sosyalizm ile benzerlikleri mevcuttur. Ancak Karl Marx ve
Engels’ in nitelendirmeleri içerisinde bu yaşam türü ideolojiye dönüşmüş, bu
noktasıyla sosyalizmden ayrılmıştır. Alman radikallerden olan Karl Marx
fikirdaşı Friedrich Engels ile birlikte 1846’da Amerika’ da ki gruplarla
haberleşmek için Komünist İrtibat Komitesini kurarlar. Daha sonra Alman
işçilerin gizli derneği olan bu birlik, diğer ülke işçilerinin de katıldığı bir
işçi kuruluşu olur.[4] Bu
birlik için 1848’te kaleme aldıkları Komünist
Manifesto adlı bildiride, kelime anlamı olarak insanın ilk halinde yaşadığı
yaşam biçimi olarak aktarılan ortakyaşar, kolektif bilinç ve davranış halindeki
toplum olarak bilinen komün hayat düşüncesinin tohumlarını, o dönem insanlarının
zihinlerine atarlar.
Bu manifesto ile
birlikte, kapitalist sistemde üretim araçlarını ellerinde bulunduran sermaye ve
toprak sahiplerinin mallarının ellerinden alınıp devlet tarafından her kesime
eşit bir biçimde dağıtılması düşüncesinin savunulması, emek sahiplerinin,
ezilen olarak varsayılan işçilerin ezilmişliklerini ortadan kaldıracağı
düşüncesinin ortaya çıkmasına neden olmakla beraber, bu düşüncedeki insanların umudu olurlar. Marx ve Engels’ i
erken dönem sosyalistlerden ayıran en önemli husus ise işçilerin ve emek
verenlerin eğer bu imkanı sağlanmazsa, bunu gerçekleştirmek için bir ayaklanma
gerçekleştirecekleri ve bu ayaklanma neticesinde tüm dünyadaki
işçilerin/proletaryanın kapitalizmi yıkarak komünist sistemi kuracağı
inancıdır. Erken sosyalistler ise bu süreci uzun vadede gerçekleşecek bir durum
olarak öngörmüşlerdir. Ancak her ikisinde de temel mantık ‘Herkesten yeteneğine
göre al, herkese gereksinimine göre ver’ dir.
4
Ağustos 1914’ te 1. Dünya Savaşında komünist partilerin savaştan yana tavır
almaları, uluslararası işçi hareketinin bölünmesini ortaya çıkarır. Ancak Marx
ve Engels’ in Manifesto’ nun 1882 Rusça baskısının önsözünde yazmış oldukları
‘Eğer Rus devrimi, Batıdaki bir proleter devrimin habercisi olur, ve bunlar,
özellikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya’ da ki mevcut ortak toprak
sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir’[5]
diyerek güvenlerini belirttikleri gibi, Lenin’in yirmi kadar Bolşevik’le
birlikte 3 Nisan 1917’ de Petrograd’ a varması ve savaş nedeniyle yoksul düşen
ve bedelin paylaşımını eşitsiz olduğuna dövünen halkın isyanını da yanlarına
destek olarak, Romanov Hanedanının devrilerek devrimi ilan etmeleri bu güvenin
yersiz olmadığını göstermiştir.[6] 25
Ekim’ de bu sözlerin Rusya ayağı tam olarak gerçekleşir ve Ekim Devrimi adını
alan bu ayaklanma ve Bolşeviklerin yönetimi ele geçirmesiyle birlikte Rusya’ da
Komünist yönetim, halkın desteğini alarak Lenin önderliğinde yönetime el koyar.
Osmanlı
Devletinde düşünce bakımından malların ortak kullanımını savunan sosyalist
düşünceyi halka empoze etmeye çalışan ilk kişi Şeyh Bedrettin’ dir. Herkesin
başkasının evlerine rahatça girmesi gerektiğini, mallarının diğer insanlarla
ortak kullanılmasıyla birlikte, ahlaksızlık derecesine vararak kadınların bile
ortak mal olduğu fikrini savunan Bedrettin etkilediği kitlelerle çıkarmış
olduğu eylemler neticesinde, devlet güvenliğini tehlikeye sokması neticesinde
idam cezasına çarptırılmıştır.
19. yüzyılın sonlarına
gelindiğinde, Osmanlı Devletinin komünlerle, dolayısıyla komünist düşünceyle
karşılaşması Genç Osmanlılardan Mehmet, Reşad ve Nuri Beylerin Paris’ te
komünlerle birlikte yapmış olduğu çalışmalardan sonra, yurda döndüklerinde
Namık Kemal’ in İbret Gazetesinde bu düşünceyi savunan yazılar yazmasıyla başlangıç bulur. Bunun yanısıra
Ahmet Mithat Efendinin Dağarcık adlı dergisinde, I. Enternasyonal
Kongrelerinde otuz milyonu aşkın taraftarın Avrupa’ yı titrettiğini yazdığı,
Enternasyonal yanlısı yazıları da bu kapsam içerisinde değerlendirilebilir.[7]
Bolşeviklerin
Osmanlı topraklarında itibar kazanmaları ise I. Dünya Savaşı sıralarında
gerçekleşir. Cihan Harbine denk gelen 1917 Ekim devrimi ile birlikte eski
Çarlık yeni Bolşevik Rusya’ nın savaştan çekilmesi ve İngiltere-Fransa
ikilisini yalnız bırakması Osmanlı topraklarında bir kısım düşünürlerin
ilgisini kuzeye ve komünizme yönelmesine sebep olur. Bununla birlikte
Pakistan’da Muhammed İkbal önderliğinde halkın elinde avucunda kalan son
eşyaları Hilafetin ve İslam siyasi dünyasının merkezi olarak görülen Osmanlı
Devletine, savaşta almış olduğu yaraları sarması için toplanıp gönderilirken
Rusya’ nın bu yardıma el koyarak sanki Bolşevik Rusya’ nın yardımıymış gibi
göstermesi de bu sempatik bakışın ayrı bir sebebidir. Ancak bununla birlikte bu
durumu sezen karşı düşüncedeki fikir adamları ise komünizme karşı din faktörüne
sığınarak savunma yapılması gerektiği fikrini ileri sürmüşlerdir. Halk arasında
ağızlarda dolaşan cümle ise ‘Komünizm de belki bütün dünyayı istila edecek,
ancak camiin kapısında duracaktır.’
olmuştur.
Osmanlı
Devletinin son dönemlerine doğru ülkede mevcut siyasi belirsizlik, farklı
yönetim modelleri arayışına gidilmesini netice vermiştir. İslam, Türkçülük,
Osmanlıcılık derken komünizmi destekleyenlerin sayısı da azımsanmayacak
derecededir. Özellikle Sovyet Rusya o coğrafyada yalnız kalmamak için müttefik
arayışına girmiş, en uygun durumda olan devlet olarak gördükleri Hasta Adam
Osmanlı üzerinde komünizm propagandası yapmaya başlamıştır. Öyle ki 1919
yılında İstanbul seçimlerinden sonra ilk Sosyalist mebus adayı, Mesai
Fırkasından Numan Usta meclise girerek, siyasi alanda bu düşünceyi savunmaya
başlamış, bunun yanında Halide Edip, 1920’ de İstanbul’dan Ankara’ya geçişte
kendisine eşlik eden Kuvay-ı Milliyeci jandarmaların Bolşevik olduklarını
aktararak askeri alanda da komünist ve Rusya sempatizanları olduğunu gözler
önüne sermiştir.[8] Bunlarla beraber ilk meclisin mebuslarından
olan Yunus Nadi ile birlikte birkaç mebus Bolşevik Kulübü kurarak çalışmalar
yaparlar. Bu çalışmalara ise en çok karşı çıkanlarından birisi de Mareşal Fevzi
Paşa’ dır.[9] Ayrıca Yeşil Ordu
ismiyle kurulan komünist teşkilat meclis içerisinde ve dışarısında faaliyetler
göstermeye başlar. Ancak Atatürk’ ün bu teşkilatın faaliyetlerinin yayıldığını
duymasıyla beraber teşkilata son verir ve aynı düşüncede faaliyet yapacak olan Türkiye
Komünist Fırkası’ nı kurdurur. Söylev’ de geçen şu cümleler Atatürk’ ün
kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir: ‘Bu derneğin zararlı bir biçim
aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm. Tanıdığım arkadaşları
aydınlattım. Görüşümü söyledim. Gereğini yaptılar.’[10]
Komünist düşüncede olanların siyasi alanda gelecekleri en üst makam olan
İçişleri Bakanlığına ise yine Atatürk’ ün, Tokat mebusu Nazım Bey’ in
adaylığını çektirtmesiyle sonuçsuz kalır.
Cumhuriyet’ in
ilk yıllarında kurulan ancak başarısızlıkla sonuçlanan komünist düşünce temelli
partiler olarak Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi, Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası, Türkiye Komünist Bolşevik Partisi’ ni sayabiliriz.[11] Bu
başarısızlıkların temelinde din faktörünü tamamen dışlayan ve yer vermeyen,
materyalist düşünce temellerine dayanan komünizmin aksine, Osmanlı Devleti’ nin
son bulmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti meclisinin halkın desteğini
sağlayabilmek, zor durumdan bir an önce kurtulup devlet otoritesini tekrar
sağlamak ve toplumun kültüründe bulunan birleştirici etken olan inanç eksenli
yaklaşımda manevi değerler ve din faktörünü kullanması yatmaktadır. Bunun yanısıra
komünist düşünürlerin Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulma aşamalarında komünizmin
etkisi altında kalmamasına gerekçelerini şöyle sıralamaktadırlar:
a)Avrupa’
nın 18 yüzyıldaki büyük işçi hareketi ve büyük işçi hareketinin sınıf
partilerine kan veren zenginliğinin Türkiye’ de olmayışı.
b)Büyük
bir savaştan çıkmış olmaktan kaynaklanan zayıf bir işçi sınıfı, zayıf bir
entelektüel hayat, zayıf bir aydın kesimi olması.
c)Aydın
sınıfının eleştirel değil, devlet yanlısı olması.
d)Sonraları
devlet politikası olarak işçilerin herhangi bir olumsuz müdahalesine mahal
vermemek için, işçi ücretlerinin ve sosyal haklarının yüksek seviyede
tutulması.[12]
İllegal
yollara yönelmeyen ilk dönem Türk komünist düşüncesinin legal anlamda en büyük
atılımı Türkiye Komünist Partisi’ nin kurulmasıdır. Başlangıç safhasında
üç koldan gelişen komünist parti faaliyetleri İstanbul Örgütü, Anadolu Örgütü
ve Mustafa Suphi’ nin önderliğini yaptığı Rusya’ daki örgüttür. 22 Ocak 1919’
da Kırım’ a ve Moskova üzerinden Türkistan’ a geçen Mustafa Suphi Beynelmilel
Şark Tebligat Şurası’ nı kurmuş ve Eskişehir’ de şubesini açmıştır.
Azerbaycan Sovyet Devrimi sonrası Bakü’ ye geçen Suphi Komünist Fırkasını
ittihatçılardan arındırma girişimlerinde bulunur. Buradan Türkiye’ ye
göndermelerde bulunmadan kalmaz. 1920 Eylülünün ilk haftasında Bakü’ de
düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı’ nın Temmuz ayı başında
yayımladığı İran, Ermenistan Ve Türkiye’ nin Ezilen Halk Kütleleri’ ne
başlıklı bildirisinde , Türk köylüsünün Anadolu hükümetine şüphe ile bakmasını
önermektedir. Bu ise Atatürk’ ün komünist faaliyetlere temkinli yaklaşmasının
bir diğer sebebidir.
Mustafa
Suphi, karısı, Sovyet Elçisi Budu Mdivani ve partililer 28 Aralık 1920’ de
Kars’ a gelirler. Ocak ayında Kazım Karabekir’ in çizmiş olduğu rota ile
Erzurum’ a ulaşırlar. Burada ise Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafa-i Hukuk isimli
anti-komünist derneğin tepkisiyle karşılaşırlar ve trenden indirilmeden
Ilıca’ya oradan da Trabzon’ a gönderilirler. Burada da tepkilerle karşılaşan
heyet, deniz yoluyla Batum’ a gitme isteklerini Vali’ ye iletirler. 28 Ocak’ ı
29 Ocağa bağlayan gece komünist düşüncede olanların ifadeleriyle, vapurla
gönderilen heyet, kayıkçının(!) kumpasına düşürülerek on beş kişi ile
Karadeniz’ de boğularak ölür. Daha sonra on beşler olarak efsaneleştirilirler.
Ankara hükümetine göre bu olay deniz kazası olarak kayıtlara geçer.
Önceleri
hükümet politikası sebebiyle her devletle dostluk ilişkileri kurmayı amaçlayan
TBMM hükümeti, Rusya’ nın kendisine empoze etmeyi amaçladığı komünist düşünceye
karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmuştur. Savaştan yeni çıkmış bir devlet
olmanın getirdiği ekonomik ve sosyal sorunları bir an önce çözümlendirmek
maksadıyla dış kaynakları kullanmış, bu kapsamda Rusya’ nın maddi
yardımlarından istifade etmiş, bununla birlikte komünist düşünceye karşı ise
dengeli bir politika ile yumuşatmıştır. Sonraları ise yönünü kuzey den çok,
Atatürk’ ün muasır medeniyetin kaynağı olarak gösterdiği batıya yöneltmiştir.
1929
yılına gelindiğinde Türkiye’ deki komünistler arasında ayrılıklar baş
göstermeye başlar. Türkiye Komünist Partisinden Şekip Hüsnü, Hasan Ali Ediz,
Baydar Ali Cevdet olmak üzere Aydınlık ağırlıklı kadro ile, Nazım
Hikmet, Mustafa Börklüce, Hamdi Şamalof gibi Doğu Emekçileri Komünist
Üniversitesi eğitimli kadrolar Muvafakat ve Muhalefet olarak
ikiye bölünürler. Ancak ilerleyen süreç içerisinde Muhalefet barındırdığı
eğitimli ve popüler üyeler sebebiyle Muvafakat’ a karşı üstünlük sağlar.[13]
Bu
sürece kadar legal olarak devam eden faaliyetler 1927’ den başlayan süreçten
itibaren illegal olarak başlar. 1927 ile 1932 yılları arasında çıkarılan
illegal dergiler artık içerikleriyle legaliteden çok illegaliteye yönelmişliğin
bir göstergesidir. Örneğin 1931 yılında yayın hayatına başlayan Kızıl İstanbul
dağıtmış olduğu gizli bildirilerde hükümete, yönetim ve seçim sistemine karşı
eleştirileri ağır bir dille halka aktarmıştır.[14]
Ancak 1932’ ye gelindiğinde TKP’ nin gizli çalışmaları hızla artarken beyin
takımında dört büyük tutuklama ile ağır kayıplar vermiştir.
Nazım
Hikmet Mart 1933’ ten Ağustos 1934’ e kadar Bursa Cezaevinde kalmıştır. Mayıs
1933 tutuklamaları sırasında Hamdi Şamilof ve Musolini Ahmet gibi muhalefet
önderlerinin sorgulanması haberleri, TKP’ nin en güçlü kanadı olan Muhalefet’
in komünist çevreler tarafından itibarını yitirmesine sebep olmuştur.
1929
dünya ekonomik buhranından, uyguladıkları Büyük Atılım-Planlı Kalkınma modeliyle
az bir kayıpla etkilenen Stalin’ in Sovyet Rusya’ sı, ekonomik olarak
yapılanmak isteyen Türkiye’ nin dikkatini çeker. 1931’ den itibaren özel
teşebbüse dayalı kalkınma modelinden devletçilik uygulamasına geçilir. Başbakan
İsmet İnönü’ nün kalabalık bir heyetle Moskova’ yı ziyareti Türkiye-Rusya
arasındaki ilişkiler açısından önemlidir. Ancak Türkiye’ deki komünistlerin
durumuna bakacak olursak durum içler acısıdır. İki ülke arasındaki ilişkilerin
bu denli yakınlaştığı ve geliştiği bu süreçte 1938’ te Harp Okulu ve Donanma
davaları ortaya çıkar. Nazım Hikmet 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılır. H.
Kıvılcımlı’ nın Donanmada yayınlarının bulunması ile ilgili davaya Nazım Hikmet
de dahil edilir ve cezasına 20 yıl daha ilave edilir. H. Kıvılcımlı 15 yıl
diğer sanıklar ise 18 yıldan 1 yıla kadar çeşitli cezalara çarptırılırlar.
I.
Dünya savaşı esnasında Türkiye’ de yavaş yavaş faaliyete geçmeye başlayan
komünist faaliyetler, II. Dünya savaşını izleyen süreçte, 1946’ da tüm bu
düşüncede ki partilerinin kapatılmasıyla metot değiştirirler. Artık
illegaliteye yönelmiş olan TKP, İstanbul ve Ankara’ da, Üniversite ve
Yüksekokul Öğrenci birliklerini kurdurur. Bunun sebebi ise kendilerine
karşı yapılan saldırılara karşı birbirleriyle bağlantı halinde olan çatışma
birlikleri oluşturmaktır.
Amerika ile
Rusya arasında başlayan soğuk savaş kaybettirdikleri ile beraber, Türk
komünistlere getirdikleriyle de anılır. Özellikle Türkçe Yayınlarla
birlikte kurulan Bizim Radyo bunlardan en önemli iki gelişmedir. Ancak
parti olarak bir faaliyet görülmemektedir. 1951 yılında yapılan tutuklamalarla
çökertilen partinin lider kadrosunun halen cezaevinde bulunması bunun önemli
sebeplerindendir.
1961
yılında Demokrat Partinin kapatılması, Başbakan Adnan Menderes’ in ve iki bakan
arkadaşının cuntacılar tarafından asılması neticesinde yeni bir süreç başlamış,
en özgürlükçü anayasa olan 1961 Anayasasının uygulamaya konmuştur. Bununla
birlikte tekrar demokratik bir süreç başlatma çabalarından istifade ile on iki
işçi sendikasının desteği ile Türkiye İşçi Partisi kurulmuştur. Ancak seçim
yasası gereği eksiklerini tamamlayamayan parti 1961 seçimlerine girememiştir.
Bu seçimlerden sonra, 1965 seçimlerinde on beş milletvekili sokarak ilk önemli
siyasi başarılarını kazanırlar.
Sürecek…
* Komiser Yardımcısı, Alibeyköy Şehit Atıf Ödül Polis Merkezi Amir Yardımcısı
[1] Kısakürek, N. Fazıl, Sosyalizm, Komünizm ve İnsanlık, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2000, s. 8
[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/Kom%C3%BCnizm
[3] Bowman, Paul, Kara Kızıl Notlar Dergisi, Eylül 2006
[4] Babalık, Naciye, TKP’ nin Sönümlenmesi, İmge Kitabevi, 2005 İstanbul, s.24
[5] Marx-Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 86
[6] Babalık, a.g.e, 28
[7] Akt. Babalık, a.g.e, s.33
[8] Adıvar, Halide Edip, Türk’ ün Ateşle Dansı, Cumhuriyet Yayınları, Ankara 1998, s.43-44
[9] Kadri, H. Kazım, Meşrutiyetten Cumhuriyet’ e Anılarım, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 287
[10] Atatürk, M. Kemal, Söylev, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s.58
[11] Tevetoğlu, Fethi, Türkiye’ de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1987, s. 118
[12] Babalık, s.43
[13] Akt. Babalık, s. 54
[14] İleri, R. Nuri , Atatürk ve Komünizm, Sarmal Yayınları, İstanbul 1994, s. 343