OSMANLI DEVLETİ GÜZERGÂHINDA BAZI NİRENGİ NOKTALARI
|
Dr.
Hasan YAĞAR (E)1.Sınıf
Emniyet Müdürü |
Yediden yetmişe
hepimizin bildiği üzere Osmanlı Devleti; Asya, Avrupa ve
Afrika olmak üzere üç
kıtada yaklaşık iki buçuk milyon metrekarelik bir sahada birçok
ırk, din ve mezhep
mensubuna yaklaşık altı asır egemen olmuş bir Atalar Devleti idi. Bilimi referans edindiği dönemlerde harikalar
yaratmıştı. Ne zaman ki bilimden uzaklaşıp safsatayı bilim, hurafeyi de din
edindiği vakit, gözetlemesi altında bulunduğu ezeli ve ebedi düşmanları derhal dalına
binerek budamaya başladılar. Zira Alparslan’ın 1071’de Muş ovasındaki Malazgirt’te
Romen Diyojen’i yenip ülkesine postalayarak gözlerine mil çekilmesine vesile
olmakla başlayan ve tamamen bir papaz organizasyonu olan Şark Meselesi (La
Question D’Orient) adlı projeyle, Müslüman olan Türklerin – zira Macarlar, Bulgarlar
ve Finliler Türk asıllı olmalarına rağmen Hıristiyan oldukları için bu projenin
dışında tutulmuştur- tüm hareketlerini dikkatle izlemeye koyulmuşlardı.
Bu projeye çok kısa değinilecek olursa denilebilir ki bu projenin üç temel öğesi
vardır: 1. Avrupa’ya
yönelen Müslüman Türkleri durdurmak 2. Müslüman Türkleri Avrupa’dan atmak 3.Müslüman
Türkleri, Bizans’ın Doğu Eyaleti demek olan, Anatolia (Anadolu)’dan atarak eski
yurtlarına geri çevirmek.Yani yok etmek. Bu projeye bakıldığında Ulu Önder Mareşal
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün neyi başararak hangi hesabı alt üst ettiği ve İstiklal
Harbi’nin maruz bulunduğu vahametin derecesi daha iyi anlaşılmış olur.
Kabul edelim ki bu projenin birinci aşaması İkinci Viyana Kuşatması; ikinci
aşaması da Balkan Savaşları ve devamındaki I.Dünya Savaşı ile gerçekleştirilmiş
oldu. Şükürler olsun ki üçüncü ve son aşaması, yukarıda ismini andığımız ve kıymeti
pek de anlaşılamamışa benzeyen müstesna ve mübarek bir insan tarafından yerle
bir edildi. Dikkate şayandır ki bu insan
bir İlâhi lütuf olarak tam da Osmanlı Devleti’nin yer altı ve yer üstü tüm
servetlerine el konulduğunun ilanı demek olan “Düyun-u Umumiye” (Genel Borçlar)
tezgâhının kurulduğu yıl olan 1881’de doğmuştur. Fevkalade ilginç Değil mi?
Hasta Adam: Yukarıdaki paragrafta özetlediğimiz sona doğru yaklaşılırken o haşmetli İmparatorluk,
9 Ocak 1853’te Petersburg sarayında “Hasta Adam” olarak ilan edilmiştir. Zira
Grandüşes Helena, sözünü ettiğimiz sarayda çok özel maksatlı bir “Suare” “Akşam
Kabulü” tertipleyerek Rus askerî ve mülki erkân yanında tüm ileri gelenleri ve
zadegân ile birlikte kordiplomatik erkân ve Çar Nikola’yı da davet etmişti.
Eğlence ve neşenin
doruğa çıktığı bir sırada Çar Nikola, davetliler arasında bulunan İngiliz Elçisi
Sir Hamilton Seymur’u bir kenara çekerek 1841’den beri tahakkuka çalıştığı
emelini açıklayarak:”Türkiye işleri pek karışıktır. Bu memleket kendi kendine
parçalanıyor. Yıkılışı pek felaketli olacaktır. İngiltere ile Rusya’nın bu mesele
üzerinde tam bir anlaşmaya varmaları, birinin ötekine haber vermeden kesin bir adım
atmaması lazımdır” dedi. Kurnaz bir diplomat olan Seymur’un, anlamazlıktan gelerek
“Lütfen beni aydınlatınız” demesi üzerine,
Çar, “Bakınız! Kollarımızın arasında ağır hasta bir adam var. Bu, değerlendirilmelidir”
diyor. Böylece diploması diline bu tabir kazandırılmış oldu ki, bu tarihten
sonra Avrupalılar bizden bahsederken hep bu tabiri kullandılar.
Bu olaydan sonra Seymur’la ikinci defa görüşen ve İngiltere’nin hem fikir
olmadığına kanaat getiren Çar o paralelde bir teklifte bulunur: “ Hasta adamın
yaşamasını hepimiz istiyoruz. Ben de, emin olunuz ki, sizin kadar onun ölmemesini
istiyorum. Ancak, ansızın kollarımızda ölüvermesi, bir Avrupa Harbine sebep
olabilir. Bu karışıklık esnasında İngiltere İstanbul’a yerleşmek isterse, şimdiden
buna göz yumamayacağımızı açıkça söyleyebilirim. Ben de İstanbul’u işgal etmeyi
düşünüyorum. Fikirlerimi İngiltere’ye bildiriniz” der. İngiltere’nin kesin
fikrini öğrenince de teessürünü bildirerek, Hasta Adamı İngiltere ile şöylece
paylaşmak istiyordum: “1.Sırbistan ile Bulgaristan Rus himayesinde bağımsız birer
devlet olacaklardı. 2.Girit ile Mısır’ı İngiltere’ye verecektik. 3.Boğazlarda bir
Bizans İmparatorluğu kuracaktım” der. Seymur da “ Haşmetmeap, hasta olduğunu söylediğiniz
bu devleti parçalamak değil, kuvvetli komşularının korumasının bir vazife olduğunu
söylememe müsaadelerinizi istirham ederim” diye cevap verir.( bk. Tahsin Ünal,
Türk Siyasi Tarihi, 1700-1958, Genişletilmiş 5.Baskı, s.252, Ankara,1978). Çanakkale
Muharebelerinin cereyanına bakıldığında, İngiltere’nin Ruslardan pek farklı düşünmediği
aşikârdır.
Yukarıdaki “Hasta Adam” tespitini maalesef doğrulayan iki enteresan olaydan
söz ederek sözü tamamlamayı düşünüyoruz.
Bunlardan bir tanesi Selanik Vakıası, diğeri de Çerkez Hasan Vakıası olarak
Tarihimizde yer alan ve devletin gerçekten hastalandığını gösteren iki kötü örnek
olarak karşımıza çıkmaktadır:
Selanik Vakıası: Takvimler 06 Mayıs 1876 ‘yı göstermektedir. Selanik’in Avrethisar ilçesinden
bir Bulgar kızı, gönül verdiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı
kabul eder. Selanik’e gelmek üzere çarşaflı
bir halde trenle yola çıkar. Kondüktör Yahudi Çek’in oğlu ile tren temizlik görevlilerinden
Deşila, kızın Selanik’e gelmekte olduğunu Selanik’teki Bulgarlara önceden
duyurmuş olduklarından 150 kadar Bulgar ve Rum istasyonda toplanıp trenin
gelmesini beklerler. Maalesef o tarihlerde o koskoca Osmanlı Devleti irtifa
kaybetmiş olduğundan Türklük ve Müslümanlık her din ve ırktan aşağı görülmeye başlanmıştır.
İşte Bulgarlar, kendilerinden bir kızın Müslüman olup bir Türk ile evlenmek
istemesini din ve milliyetlerine bir hakaret saymakta, buna engel olmak
istemektedirler. Tren gelir gelmez hemen
kızın etrafını sararlar. Kız, jandarmalara müracaat ederek Bulgarların tecavüzüne
mani olmalarını ister. Jandarmalar mani olmak isterler fakat kalabalığa karşı bir
şey yapamazlar. Kızın, “Dokunmayın, ben Müslüman’ım” diye feryat etmesine aldırış
etmeden, mani olmak isteyen 10 kadar Müslüman erkeğini de döverek, kızı zorla
Amerikan Konsolosu Perikli Lazar’ın resmi arabasına atarlar. Perikli Lazar’ın kardeşi
Nikola’nın da yardımıyla Amerika Konsolosluğu’na götürürler. Olaya şahit olan Müslümanlar
“Kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir
kadının çarşafını yırtarak, zorla jandarmaların elinden alınıp götürülmesi dine,
millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz” diyerek kalabalık bir kitle
halinde gidip olayı hükümet makamlarına haber verirler. Selanik Valisi Refet Paşa
yavaş davranır. “İcabına bakarız” diyerek gelenleri savmak isterse de;
gelenler, “kız gelmeyince dağılmayız. Zaten bizim bu ataletimizden ötürü kâfirler
tepemize çıkıyorlar” deyip dağılmayı reddederler. Hatta etraftan gelenlerle
Saatli Cami’de toplanırlar. Nasihat için gelenleri zorla yanlarında alıkoyarlar.
Bu arada Alman Konsolosu Mösyö Abot ile Fransız Konsolusu Mösyö Mulin yapılan tüm
ihtarlara rağmen, “olayda mühim bir şey yoktur” diyerek camiye girerler. Hâlbuki
kızı kaçıranlar arasında Perikli Lazar’ın kardeşi Nikola’dan başka Abot’un
amcasının oğlunun da bulunduğu biliniyordu. Halk kendiliklerinden camiye gelen
bu konsolosları bırakmadı ve camiye hapsetti. Vali Refet Paşa, konsolosların hapsedilmiş
olduğunu duyunca telaşla camiye gitti. Halka, konsolosları bırakmalarını söyledi
ise de, söz dinletemedi. Bunu başaramayan vali bu kez, kızın serbest bırakılması
için konsoloslardan iltimas rica etti. Abot, Perikli Lazar’a iki defa pusula yazıp,
kızın serbest bırakılmasını istediyse de, kız bırakılmadı. Bunun üzerine halk camiye
hücum edip konsolosları öldürdü. Bir süre sonra da kız serbest bırakıldı. Ama olan
olmuş ve her kes müteessir ve pişman olarak dağılmıştı.
Devletlerin İstanbul’daki elçileri, olayı haber aldıklarında kendi aralarında
bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda,
olayı, mensup oldukları devletlere yazarak, donanma isteyip icabında karaya
asker çıkarmak suretiyle Selanik ve havalisinin işgal edilmesine karar
verdiler. Elçilerden bu karar haberini alan muhtelif devletlerin gemileri
derhal Selanik limanına geldiler. Tabii olarak, derhal faaliyete geçen Babıâli,
Vali Refet Paşayı azletti ve rütbesini söktü. Bu arada, olayda ismi geçen 53 kişiyi
ağır hapse, elebaşı kabul edilen 5 kişiyi de derhal idama mahkûm ettikten başka,
maktul konsolosların mensup oldukları devletlere teessür ve taziyetini
bildirdi. Konsolosların ailelerine bir de yüklüce tazminat ödemeyi kabul etti.
Ve böylece devletlerin karaya asker çıkarmasını
önlemiş oldu.
Ancak tüm bu kepazelikler yetmiyormuş gibi bir de, 1872’de karar altına alınmış olup,“Üç
İmparator İttifakı” adıyla bilinen Avrupa Statüsü’nün muhafazasını bozmaya yeltenen
olursa mani olunacağını içeren; Almanya, Rusya ve Avusturya-Macaristan Başbakan
ve Dış İşleri Bakanlarınca “Berlin Memorandumu “ adıyla imzalanan bir muhtıra gözdağı
mahiyetinde Babıâli’ye tebliğ olundu. Yıl 1876. (Adı geçen eser; s.284-286). “Haydi,
buyurun cenaze namazına”. Akabinde II. Abdülhamit padişah olacaktır.
Şuna işaret edelim ki, olayı Bulgarlar ve Rumlar yarattıkları halde onlara
hiç dokunulmadı. Dokunulamadı. Koca devletin tebaasından üstelik kadın olan
biri alenen ve dahi zorla hem de bağırtıla bağırtıla kaçırılıyor, sonrasında
kanlı olaylara sebep olunuyor ama bu failler cezasız kalıyor. Asla unutmayalım
ki, bunun yegâne sebebi, devletin eski ihtişamını yetirmiş olmasıdır. Başka hiçbir
şey değil. Şayet eski ihtişamı var olsaydı böyle şeylere teşebbüs etmek kimin
haddine düşerdi. Demek ki Aslan cidden hastaymış.
Çerkez Hasan Vakıası: 16 Haziran 1876’da Mithat Paşa’nın sarayında Bahriye Nazırı
Ahmet, Sadrazam M. Rüştü Paşa, Serasker (Genel Kurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa,
Mithat Paşa, Hariciye Nazırı Hacı Reşit Paşa, Meclis-i Ali azalarından Şerif Hüseyin
Paşa, Maliye Nazırı Yusuf Paşa, Maarif Nazırı Saffet (Cevdet) Paşa, Sadaret (Başbakanlık)
Müsteşarı Sait Paşa, Mirat-ı Hakikat (Gerçeğin Aynası Gazetesi) müellifi ve Ticaret Nazırı Damat
Mahmut Celalettin Paşa toplantı halinde idiler. Padişah Abdülaziz zamanında
saraydaki Çerkez kızlarından birinin kardeşi veya yeğeni olan Hasan adlı bir
genç, himayeye mazhar olarak Harbiye’ye girer. Adı geçen, Harp Okulu’ndan mezun
olunca Bağdat’a tayin olmuş olmasına rağmen, Saray’ın iltimasıyla yaver olarak İstanbul’da
kalır. Serasker Hüseyin Avni Paşa, bu iltiması tanımayarak, “Her ailenin çocuğu
gibi Hasan da tayin edildiği yere gitmeli” diyerek ayak direr ve Hasan’ı baskı
altında tutmaya başlar. Hatta yanına çağırtarak uyarıda bulunur. Daha bu ilk görüşmede
Hasan’ın Serasker’in üzerine yürüdüğü, fakat orada bulunan kardeşinin mani olduğu
rivayet edilmektedir. Bir süre sonra da Hasan,
Şehzade Yusuf İzzettin’in yaveri olur. Yine bir gün Yusuf İzzettin’le Küçüksu Mesiresinde
iken, oraya gelen Serasker’i ikinci defa öldürmeye teşebbüs ettiği, fakat yine
mani olunduğu kaydı söz konusudur. Bu olaydan sonra Serasker, Hasan’ı Bağdat’a
gitmesi şartıyla yüzbaşılığa terfi ettirmiş ise de Hasan yüzbaşı olmuş, fakat yine Bağdat’a gitmemiştir. Buna hiddetlenen Serasker
Hasan’ı tutuklatır. Hasan Bağdat’a gitmeye razı olduğunu söyleyerek Serasker’in
izniyle 10 Haziran 1876’da hapisten çıkar. Çıkar çıkmaz Serasker’i öldürmek maksadıyla
Serasker’in sarayı etrafında pek dolaşır, ancak saraya girmeyi başaramaz.
Fakat bundan sonraki takiplerinde 16 Haziran’da vükelanın (Bakanların), Mithat
Paşa’nın sarayında toplanacağını öğrenmiştir. Tabii olarak Serasker Hüseyin
Avni Paşa’nın bundan hiç haberi yoktur. Mithat Paşa’nın sarayına girerek
Serasker’i öldüreceğine akıl kestiren Hasan, hazırlığını tamamlar. Edindiği 5
adet tabanca ve birkaç tane kama ile Mithat Paşa’nın sarayının önüne gelir. Kapıcılar,
hademeler ve yaverlerin ayrı ayrı odalarda toplanıp oyuna dalmış olduklarından
yararlanarak kimseye görünmeden yukarıya çıkar. Vükela’nın kapısında bekleyen nöbetçiye
Serasker’e verilmesi gereken bir telgraf olduğunu söyleyerek toplantı salonuna
girmeyi başarır. Bakanlar çalışmaya koyulmuş olduklarından içeri girene bakan
bile olmaz. Salona giren Hasan, hızlı adımlarla ve bir elinde tabanca bir
elinde kama olduğu halde “Davranmayın! Davranma Serasker Paşa!” diye bağırarak
karşıda minderde oturan Hüseyin Avni Paşa’nın göğsüne üç el ateş eder. Hüseyin
Avni Paşa aldığı yaralardan ötürü yere yığılır. Neye uğradıklarını bilemeyen paşaların
kimisi kapıdan dışarı, kimisi de yan odalara kaçarak kapıları kapatırlar. Hüseyin
Avni Paşa can havliyle sürünerek sofaya kadar sürüklenerek gitmiş ise de, Hasan
peşini bırakmayarak o da sofaya çıkar.
Bu sırada Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa mütecavizi arkadan tutmuş ise de
Hasan onu da kama ile kol ve bacaklarından yaralar. Ahmet Paşa, Sadrazamla Halit
Paşa’nın bulunduğu odaya kaçar. Bu esnada hâlâ ölmemiş olan Hüseyin Avni Paşa’yı
ve korkusundan bayılıp yere düşen Hariciye Nazırı Hacı Reşit Paşa’yı kurşunla vurarak
her ikisini öldürür. Hasan’ı yakalamak üzere içeri giren Mithat Paşa’nın hizmetlilerinden
Ahmet Ağa da vurularak öldürülür. Sesler üzerine yukarıya çıkan yaverler ve
jandarmalarla Hasan arasında çatışma başlar. Bu çatışmada bir jandarma eri ile
bir yüzbaşıyı da öldürür. İki jandarma erini de yaralar. Böylece Çerkez Hasan ikisi
nazır olmak üzere beş kişiyi öldürmüş, üç
kişiyi de yaralamıştır. Cephanesi tükenen Hasan ağır yaralı olarak teslim olur.
Hapishanede yaralarını tedavi etmek isteyenlere: “Gerek yok, zaten ya beni kurşuna
dizecekler ya da idam edecekler” diyerek tedavileri reddeder. Gerçekten birkaç gün
sonra Beyazıt Meydanında idam edilir. (Adı geçen eser; s.323-325).
Bu olay da, gerek iç ve gerekse dış yansımalarıyla Koca Aslan’ın hastalandığına
tanıklık etmektedir. Demek ki elin adamı, adamın fendini iyi ve gerçek anlamda yoklarmış.
İstedik ki bu olaylar geleceğe ışık tutsun. Zira deniyor ki Tarih, geçmişin küllerini
devşirmek için değil, oradaki bazı dersleri yaşadığımız zamana ve ötesine taşımak
için okunur.
Demek oluyor ki devletler asla zaaf kabul etmez.