ÇOCUK VE SİLAH
|
Dr. İ. Hüseyin GÜLŞEN (E) 1. Sınıf Emniyet Müdürü |
Bizler İstanbul’a dedemin sağlığında gelmişiz.
Tarihini sorduğumda yedi düvele hükmeden koskoca bir imparatorluk çökmüş,
imparatorluk yokluk içinde, sıkıntılı günler yaşarken bütün ümitlerin
tükenmekte olduğu bir anda, ufaktan doğan bir güneş vatanın üstüne kâbus gibi
çöken kara bulutları yok edip, tüm dünyaya Türk’ün asla tutsak edilemeyeceğinin
mücadelesini vererek, egemenliğimize kavuşup, Cumhuriyeti ilan ettiği
günlermiş.
Dedem o günleri anlatırken, sanki tekrar
yaşıyormuşçasına heyecanlanır, sesini yükseltir, işte o zaman gözyaşlarına mani
olamazdı. Hele hele Çanakkale’yi anlatırken bir başka
olurdu. O Çanakkale ki binlerce şehidin vatan uğruna gözünü kırpmadan canını
verip, destanlar yazdığı gazilerinde harman olduğu, tüm dünyaya da;
- “İşte böyle yapılır, Çanakkale geçilmez.” dedirttiği
günlermiş.
Tarihlere hükmeden, bir çağı açıp, bir çağı kapayan,
dirayetli, ileri görüşlü, keskin zekalı ve karizmatik
bir kişiliğe sahip, daha çocuk yaşta padişah olmasına rağmen içinde bulunduğu
tehlikeyi sezip, Edirne’ye çekilen babası II. Murat’a, yaşının küçük olması
nedeni ile de tecrübesiz olduğundan babasından ordunun başına geçmesini ister,
ancak babası II. Murat, bunu kabul etmeyince, daha o günlerde ilerde nasıl bir
devlet adamı olacağının işaretini, babasına;
- “Baba padişah isen ordunun başına geç, yok eğer padişah
ben isem emrediyorum derhal ordunun başına geç” diye emir veren Fatih Sultan
Mehmet’ti o. İstanbul’un Fatih’i onun adı ile anılıyordu, camileri, kemerleri,
külliyeleri, tarihi eserleri ile canlı bir tarih gibiydi. Aslında İstanbul’un
her köşesi bir başka güzeldi. Fatih semti büyük bir yangına sahne olmuş,
bilhassa “Sarı Güzel” diye anılan yer tamamen harap olmuş, viraneye dönmüştü.
Zamanla buralara daha modern binalar yapılmış, daha sonraları buraları herkesin
ikamet için arzuladıkları yer olmuştu. Zaman hızla akmakta, her yer gelişmekte,
her yer yenilenmekte idi, her şeyde olduğu gibi.
Rahmetli annemin beni ilkokula yazdırdığı günü hiç
unutmam. Sonrası mı? Ortaokul, lise eh pek fena sayılmaz, top oynamaktan fırsat
bulsaydık daha iyi olacaktı. Semt büyük ama oyun oynadığımız arsalara
birer-ikişer apartmanlar dikiliyorlardı. Binalar bizi pek ilgilendirmiyor
muydu? Aksine farkında olmadan belki de kızıyorduk. Bir gün okul dönüşü top
oynadığımız arsaya gittiğimizde birde ne görelim, işçiler ellerinde kazma-kürek
toprağın bağrını deşiyordu. Ne olduğunu anlamadan yanımıza o zamanlar pek moda
olan papyon kravatlı, lacivert takım elbiseli , fötr
şapkalı biri geldi. Kendinden emin bir tavırla;
- “Artık burada oyun oynayamayacaksınız, kendinize başka yer
bulun.” diyerek, adeta bizi azarlarcasına yanımızdan uzaklaştı.
Bu duruma fena halde içerlemiştik,
“Şöyle ağız tadıyla oyun oynayacak yerde kalmadı”
diye söyleniyorduk.
Artık eskisi gibi semtlerde koşup oynayacak yerde
kalmadı. Dün oyun oynadığımız arsada bir bakıyorsun kazma, kürek, iş
makineleri, sanki topraktan hınç alırcasına, bilmem kaç katlı apartmanlar
yapmak için homurtular çıkarmakta.
Peki apartmanda oturacak olanların çocukları, onlar
nerede oynayacaklar, nerelerde coşup koşacaklardı, bunları hiç düşünen yoktu.
Binalar ile bizde yeni arkadaşlar ediniyor, gittikçe
kalabalıklaşıyorduk, işin tuhafı yeni dostlar edinirken, aynı zamanda oyun
oynama şansımız azalıyordu. Hem sahalar azalıyor, hem de arkadaşlar
çoğalıyordu, oyuna devam.
Tamer’i gene böyle mahalle arası arkadaşlarla top
oynarken tanıdım. Mahalleye yeni taşınmışlardı. Babası o zaman ki adı ile
Eyüp’e yakın bir yer olan defterdardaki Feshane’de
çalışıyormuş, annesi ve küçük kardeşi ile kısa zamanda herkesin sevgisini ve
saygısını kazanmışlardı.
Tamer de benim gibi ortaokula gidiyordu. Güzel
oynuyordu topu, kısa zamanda oyunlarda aranan isim olmuştu. Zaman
su gibi akıp gitmekte idi.
Bir gün mahalle arasında top oynarken bir anda nasıl
oldu bilmem yeni yapılan apartmanın alt katındaki cam kırıldı, bir an dona
kaldık, hepimiz korkmuştuk. Çünkü komşular her seferinde bizleri ikaz ediyor,
rahatsız olduklarını söylüyorlar, hatta zaman zaman
polise şikayet edeceklerini vurguluyorlardı.
- “Camı kim kırdı” diye hepimiz birbirimize bakarken, camı
kırılan apartmanın kapısı yavaş yavaş açılmaya
başladı. Karşımıza çıkan şahıs mahalleye yeni taşınmış, hiç birimizin
tanımadığı, görmediği birisiydi. Başında sekiz köşeli şapkası, yakası kapalı, nudal düğmeli, üzerinde birkaç bröve bulunan, maneva kayışlı ceketi, uzun çizmeleri, golf pantolonuyla
karşımızda duruyordu. Bu Polis amca idi, sadece karşılıklı bakışıyorduk. Bir an
o insana güven veren, sıcak ve babacan tavrı ile hayretle;
- “Ne oldu?” diye sorunca, hepimiz acaba içimizden
hangimiz cevap verecek diye bakarken,
Tamer birden bir adım öne çıkarak, kendinden emin bir
tarzda;
- “Polis amca top oynuyorduk, kaza ile camınızı kırdık,
kusura bakmayın, özür dileriz, hemen camı taktırırım” diye heyecanlı heyecanlı konuşmayı sürdürüyordu.
Sahi camı kim kırmıştı, Tamer neden böyle yapmıştı, diye düşünürken;
Polis amcanın gür sesi ile irkildim.
- “Camı sen mi kırdın?” diye sordu ve hemen arkasından
- “Üzülme canım bende küçükken çok cam kırmıştım, hadi benimle
beraber gel, camcı bulalım. Benim görevim var, sen camcıyla geri dönersin.”
diyerek apartmanın merdivenlerinden ağır ağır inerken
belindeki tabancası dikkatimizi çekmişti. Aynı anda ben ve Tamer aynı yere
bakıyorduk, tüm komşularda bize.
Polis amca yanımıza geldiğinde Tamer de ceplerini
karıştırıyordu. Onu gören bende başladım ceplerimi karıştırmaya, kuruşları bir
araya getirmeye çalışıyor, bir yandan da polis amcayı inceliyordum.
Bizim bu halimizi gören bu iyi insan,
- “Bırakın şimdi onları borcunuz olsun, büyüyüp para
kazandığınız zaman ödersiniz, bir an evvel gidelim.” diye bizi ikaz etti.
Sanki camcı bizi bekliyormuş gibi
uzaktan gülümsüyordu. Camcının dükkanına vardığımızda
polis amca;
- “Usta bizim
evin camı kırıldı. Benim görevim var, al şu parayı” diyerek camın ederinden
daha büyük parayı camcıya verdi,
- “Artanı eve
bırakırsın, çocuklar seni götürecek, fazla geç kalmayın” diyerek yanımızdan
uzaklaştı.
Şaşırmıştık, sevinmiştik,
heyecanlanmıştık, daha düne kadar bizi polis ile korkutmamışlar mıydı? Bu nasıl
bir işti. Camcı arkada biz önde eve doğru yürüyorduk, hiç konuşmuyorduk. Bir
ara Tamer ile göz göze geldik ama konuşmadık. Ama ikimizin de içimizde polis amcaya,
polisliğe karşı bir sevgi yumağı oluşmuştu. Biz de büyüyünce polis olalım.
İnsanlara hizmet edelim, düşkünlere, yardıma muhtaç olanlara, yardım
isteyenlere, herkese güven ve mutluluk dağıtalım diye düşünmeye başlamıştık.
Ama ikimizde birbirimizden habersiz aynı şeyleri düşünmüştük.
Camcı camı taktı, polis amcanın
verdiği paranın üstünü Teyzeye bıraktı, evden çıkarken bizde kırılan camları
almış dışarıdaki çöp bidonuna taşıyorduk. Günler ayları, aylar yılları
kovalıyordu. Polis amcayı ne zaman nerede görürsek görelim, hemen hatırını
sorar, onu sevgi ile seyrederdik.
Askerlik geldi çattı, gene her zaman
ki gibi başımız darda kaldığında yanına koştuğumuzda polis amcaya koştuk. Sahi
polis amcanın adı neydi? Ama ne önemi var, Ahmet, Mehmet, Ali diye. O polis
amcasıydı çoğu kişinin. Derken askerlik geldi geçti, oda ayrı güzellik.
Askerden yeni geldik, “ne yapacağız” diye Tamer’le konuşurken birden Tamer’e
“hadi gel polis amcaya gidelim, onunla konuşalım, onunda düşüncesini alalım”
dedim ve biz çoktan polis amcanın evinin yolunu tutmuştuk bile.
Evinin kapısının zilini heyecanla
çaldık, kapı açıldığında çizgili pijamasıyla, elinde çay bardağı ile bizi
karşıladı. “hayrola çocuklar buyurun” diyerek bizi içeri davet etti, ancak biz
biraz utanarak, biraz da sıkılarak önce içeri girmek istemedik. Ancak; “hadi
girin” deyince hemen ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik, oturmasını
bekliyorduk ki bize gayet nazik bir şekilde; “siz misafirsiniz, siz buyurun”
diye iltifat etmişti, bizde hemen elini öpmek için uzandığımızda; “sağ olun
diyerek tokalaşıp, bize sarıldı. O an polis amcanın eşi de odaya girmişti. Onun
elini öpüp, hal hatır sorarken yenge hanım; “çocuklar size bir çay getireyim”
diyerek ayrılmak istedi. Belki çocukların sadece polis amcalarının duymasını istedikleri
bir konuyu görüşecekler anlayışı ile mutfağa doğru yürümeye başladı, bizde bunu
hissettiğimiz için hemen; “teşekkür ederiz, zahmet olacak, hemen gideceğiz”
dediysek de, yenge hanım çoktan mutfağa ulaşmıştı. Polis amca kanepeye oturup
elindeki çay bardağından bir yudum aldı, derin bir nefes alarak; “ee söyleyin bakalım derdiniz nedir? deyince ben ve Tamer aynı anda
sözleşmişçesine “Biz polis olmak istiyoruz” dedik.
İşte o an polis amcayı görmek lazımdı.
Hiçbir şey söylemeden bize bakıyordu. Bir ara gözyaşlarını silmek için perdeyi
aralayıp camdan dışarı bakar gibi yaptı. Bizde öylece kalmıştık ki çay geldi.
Eşinin böyle hüzünlendiğini, duygulandığını gören yenge hanım; “ilahi bey çocuk
gibisin, bak yeni nesil geliyor. Onları daha güzel günler bekliyor, ne güzel
mutlu ki sizden nöbeti devralacaklar. Sizlerin yüzünü kara çıkarmayacaklar,
daha güzel günler hepimizi bekliyor” diyerek ortamı yumuşatmaya muaffak olmuştu. “Peki çocuklar,
yarın benim yanıma gelin. Gerekli belgeleri hazırlayalım, biran önce işler
hızlıca yapılsın. Sağlık kontrolü, tahkikatlar, resimler, velhasıl polis amca
her şeyimizle yakından ilgileniyor, biran önce neticeye ulaşmayı en az bizim
kadar bizim kadar oda istiyordu. “Zaman her şeyin ilacıdır” demişler, kim
söylemiş bilmem ama, çok doğru söylemiş.
Bir gün Tamerle parka doğru giderken
Bakkal Şükrü beyin küçük oğlu Ali arkamızdan koşuyordu; “Tamer amca Tamer amca,
polis bey sizi arıyor” diye bağırıyordu.
Önce merak ettik ki yolun başında bizim polis amcayı görmüştük. Biz ona doğru
koşarken oda bize doğru geliyordu. Nefes nefese kalmıştı. Ama yüzü gülüyordu,
mutlu haberin izleri vardı gururlu bakışlarında; “müjde çocuklar yazınız geldi.
Polis oldunuz polis oldunuz.” diye sevinçten ağlıyordu.
Aslında bizde ağlıyorduk hep mutlu bir
sevinci paylaşırken. Hemen tebligatlar yapıldı. Tayin yerimiz İstanbul’du. Buna
hem biz hem de ailelerimiz sevinmişti. Zaman zaman
polis amcayı ziyarete gidiyor, gidemediğimiz zamanlarda telefon ile arıyorduk.
Polis amca öksürüyordu. Yaşlanmış, o eski hali kalmamıştı. Olsun o bizim polis
amcamızdı, ona bir şey olmamalıydı. Her zaman bizi gördüğünde çok mutlu
olduğunu söyler, bizimle gurur duyardı. Bir gün polis amcanın evine gittik.
Evde misafir olduğunu görünce eve girmek istemedik, hatta Tamer dış kapıda
kalıp beni öne sürmüştü, ama olur mu? Koca polis amca bizi görürde bırakır mı?
Hemen beni kolumdan tutup içeri çekerken; “Tamer nerede? Tamer nerede” diye
soruyordu. Zaten bunları da Tamer duymuş kapıya gelmişti bile. Bizi içeri alıp
misafirleri ile tanıştırdıktan sonra hep bizi övmeye, met etmeye başladı. Yenge
hanım buna alışıktı ama ya misafirler, onlar nasıl karşılardı?
Salonun dip tarafından sandalye
üzerinde oturup oturmadığı tam belli olmayan, güzel mi güzel bir kız vardı, hiç
konuşmuyor, sadece dinliyordu, zaten polis amcadan başkası konuşmuyordu ki. Bir
ara yenge hanım; “çocuklar çay içer misiniz?” diye sorduğunda, bizimki; “tabi tabi içerler” diye söze başladı ve salonun dip tarafında
oturan kıza seslendi; “kız Ayşe hemen çocuklara çay getir” diye kesin
talimatlar verdi. Çaylar geldi, sohbet derken bir ara Tamer ile Ayşe’nin
karşılıklı bakıştıklarını gördüm, ama gene de olur ya tesadüftür diye
önemsemedim. Bir müddet sonra izin isteyerek kalktık. Akşama göreve gidecektik,
biraz uyumaya çalışalım, geceler uzun.
Tamer hiç konuşmuyordu, aslında pek
konuşkan biri de değildi, ama bu kadarda değil. Akşam köşe başında üzerimizde
yeni aldığımız kıyafetler. Belimizde tabancamız göreve gitmek üzere buluştuk
ki, bi ara; “hayrola Tamer hasta mısın?, bir şeye mi sıkıldın?” diye sorduğumda “hayır” cevabını
alınca, pek üstelemedim.
Meğer sonradan öğreniyorum ki bizim ki
kıza abayı yakmış. Aradan geçen günler içinde pek ev ziyaretlerini sevmeyen
Tamer’in, ikide bir polis amcalara gidelim demesine çok şaşırdım. Sonunda
baklayı ağzından çıkardı, iş anlaşılmıştı. Konuyu hemen kendi anneme açtım,
onunda Tamer’in annesine açmasını istedim. Bir hafta, on gün kadar süren
konuşmalar sonucunda, Tamer’in babası bizimkilerinde gelmesi şartı ile polis
amcaları ziyarete gitmeye karar verdiler. Bu arada annem ve Tamer’in annesi
konuyu her ihtimale karşı polis amcanın hanımına açıklamışlardı. Tabi ki bunun
sonucu konudan polis amcanın da haberi olmuştu. Gün gelip çattığında mutlu sona
ulaşıldı ve Tamer ile Ayşe’nin evlilik hazırlıkları başladı. Bir telaş bir
telaş gidiyor, hayırlı olsun.
Düğün dernek derken bizimkiler
evlendiler. Tabi bu arada biz Tamer’i ancak görvde
veya yolda görüyoruz, kolay değil evlilik. Sağ olsun beni her zaman davet
ediyor, ama ben her seferinde bir bahane bulup atlatıyorum, kırmadan, dökmeden.
Bu arada polis amca emekli olmuş, sağlığı da pek iyi değil, devamlı uğrayıp hem
hal hatır soruyor, hem de; “bir ihtiyaçları var mı?,
yapabileceğim bir şey var mı” diye soruyorum. “sağ olsun yenge hanım her yerde
yetişiyor” diyordu. Derler ya hani “acı haber çabuk duyulur” diye. Telefondaki
ses hıçkırıklar içinde “polis amca polis amca” diyor başka bir şey demiyordu, anlamıştım.
Hemen arkadaşlara haber verip, amir beyden bir jeep
istedim, sağ olsun oda hemen verdi. Yola çıktığımızda hava kararıyordu.
Mahalleye geldiğimde sanki bir mahşeri kalabalık, yedisinden-yetmişine herkes
ağlıyordu. O an Tamer’i gördüm, başında şapkası yok, resmi kıyafetli ağlıyor,
hıçkırıyordu. Allah’ım sen yardım et, kime nasıl yardım edeyim, hemen Tamer’in
kaldırmak için yanına gittim; “Tamer, kardeşim topla kendini, yapacak çok iş
var, hem bak üzerinde resmi elbise var, bu durumda başkalarına, bilhassa
rahmetli polis amcaya nasıl görevimizi yapacağız” diye elimden geldiğince dil
döküyordum. O da toplamaya çalışıyordu kendini.
Fatih Camiinde bir musalla taşı,
herkes toplanmış, demek seveni bu kadar çok imiş, ne mutlu O’na, bir ara hoca;
“Rahmetlinin adı nedir? diye sorunca, birbirimizin
yüzüne baktık, derin sessizliği arka sıralardan hıçkırıkları boğazına
düğümlenmiş bir ses geldi;
“Raif, Raif” diye, ben bu sesi tanımıştım.
Rahmetlinin kırk yıllık hayat arkadaşıydı. Dualar okundu, gereken dini
vecibeler yapıldı ve polis amcanın son yolculuğu eller üstünde Edirne kapıya
doğru başladı, geride yaşlı gözler bırakarak. Hayat her şeye rağmen devam
ediyordu.
Şark
tayinleri gelmişti. Tamer;
- “Bir an evvel yapıp bitirelim bu işi hazır çoluk çocuk
yokken daha rahat olur” diyordu. Tamer’ler evleneli 6-7
sene olmuş ama bebekleri olmamıştı, pekte konuşmuyordu bu konuda.
Gün deldi
Tamerler şarka gittiler. Zaman zaman telefonla
konuşuyor, sağlık haberlerini alıyordum. Arkadaşlar bir gün telefondan beni
aradıklarını söylediler, hemen koştum, telefondaki sesi hemen tanımıştım, bu
Tamer’di;
-“ Müjde müjde artık amca oluyorsun,”
diye bağırıyordu. Çok sevinmiştim, yenge hanıma selamlarımı söyleyip, telefonu
kapatıp, tekrar açarak anneme müjde vermek istedim, ama yanılmışım Tamer anneme
çoktan müjdeyi vermişti bile.
Tamerlerin
bir oğlu oldu. Adını da Raif koydular, iyi de yapmışlar. Annem müjdeyi alınca,
Tamer’lerin yanına gitmek için hazırlıklara başlamıştı bile. E nede olsa onunda
torunu sayılırdı.
Tamer
havalara uçuyordu, bir oğlu olmuştu. Her gün onunla oynuyor, boş zamanlarını
hep ona ayırıyordu, zaten telefonla aradığımda, oyundan fırsat bulup telefona
bile geç geliyordu. Tamer’in bir kötü huyu vardı. Raif’i hep tabancayla
oynamaya alıştırmıştı. Eve gelince hemen silahını boşaltıp, oğluna veriyor ve evin
içinde saatlerce kovboyculuk oyunu oynuyorlardı. Ne tehlikeli bir oyun, birkaç
kez ikaz ettiysek de pek fayda vermedi. Raif her geçen gün biraz daha büyüyor,
güçleniyordu. Eskiden gücünün yetmediği şeylere artık gücü yetiyordu.
Tamer bir
yaz günü yorgun, bitap vaziyette eve geldiğinde kapıdan girer girmez, telefon
çalmaya başlar. Ayşe telefona bakıp, Tamer’e seslenerek;
- “Telefondan seni istiyorlar” der. Tamer de her zamanki
alışkanlığı ile silahını çıkarıp masanın üzerine bırakıp, telefonla konuşmaya
başlar. Raif ortalıkta yoktur, o an için bir tehlike söz konusu değildir, ancak
bu bağrışmalar sırasında Raif uyanmış, salona doğru ilerlemeye başlamış;
- “Baba baba bum bum” diyerek salona girmişti. Uzun süren telefon konuşması
Tamer’in dikkatini çekmiş olmalı ki, Raif’in masanın üzerindeki, tabancayı
aldığını görememiş, işte ne olduysa o anda olmuştu, bir anda ortalığı inleten
silah sesi ve arkasından kulakları sağır eden feryatlar, feryatlar dinmeyen
feryatlar.
Tamer
vurulmuştu, çok kan kaybediyordu. Arkadaşları onu hemen hastaneye kaldırmışlar.
Koşuşturmalar, kan vermeler, ağlamalar boşunaymış her şey boşuna. Ayşe
fenalaşmış, onu da başka bir arabayla hastaneye kaldırmışlar. Raif hiçbir
şeyden habersiz masanın yanında ağlıyormuş, komşular onu alıp kendi evlerine
götürmüşler. Biz bunları akşam saatlerinde acı bir telefon sesi sonrası
öğrendik, beynimizden vurulmuşa döndük. Perişan bir halde Tamer’in cenazesini
beklerken konu komşuya haber salıyorduk. Acı dolu, çaresiz, hüzünlü bir
bekleyiş. Öğleye doğru resmi cenaze arabası göründü, adetmiş evinin önünden
geçirmek, büyükler öyle söylüyordu. Son veda.
Fatih
Camisine geldik, gene musalla taşı, gene gözyaşları, küçük Raif annemin yanında
şaşkınlık içinde ne olduğunun farkında değildi. Yıllar önce adaşı olan polis
amcayı son yolculuğuna çıkardığımız bu yerde şimdi babasının son yolculuğunu
bilinçsizce seyretmekte idi. Bütün mahalle oradaydı, ağlayanlar, ağıt yakanlar,
hepsi Tamer’e yanıyorlardı.
Polis amca,
rahmetli Raif Bey, Tamer’i çok severdi. Kızı gibi sevdiği akrabası olan Ayşe’yi
en ufak bir serzenişte bulunmadan vermiş, hatta düğünleri içinde çok emek
vermişti. Tamer de Ayşe de yeni doğan bebeklerine, ona olan saygılarından,
sevgilerinden Raif adını koymuşlardı. Kader’e bak.
Tamer’de
rahmetli gibi geride gözü yaşlı sevdiklerini bırakarak polis amcanın yanına
doğru sanki koşarcasına gidiyordu. Bu gidiş çoktan polis amcaya malum olmuştur.
Acaba Raif’te büyüyünce babası gibi polis olur mu? Bilmem ama ne zaman annemle
onları ziyarete gitsem, şapkamı alır, başına takar, “ben polisim” diye
babasının resmine bakar ve selam verirdi.
Her şey
gönlünce olsun, minik Raif, ruhun şad olsun Tamer’im, sen hep kalbimizdesin.
Çağın Polisi Dergisi- Sayı 115, Sayfa 40-44