ANADOLU’NUN
KİLİDİ
|
Meliha ÜNLÜ[*] |
ARDAHAN’IN YURTSEVERLİĞİ
Ardahan, çok eskilerden beri yurtseverlik örneği
sergilemiştir. Üç kere Rus, ardından Gürcü ve Ermenilerin işgaline; katliama
uğramasına karşın vatan sevgisinden hiçbir şey kaybememiş, düşmana karşı daima
kimliğini, kültürünü korumayı bilmiş, satılmamıştır. Ardahan’ın
yurtseverliğini, yine halkın bağrından çıkan âşıkların 93 Harbi sırasında ve
daha sonraki yıllarda söyledikleri şiirlerden anlamak mümkündür. Ardahan /
Çıldırlı Âşık ŞENLİK, 93 Harbi’nde halkı Ruslara karşı direnişe çağırdığı
koçaklamada şöyle sesleniyor:
Ehl-iİslam olan işitsin bilsin:
Can sağ iken yurt vermeyiz düşmana.
İsterse Uruset (Ruslar) ne ki var gelsin,
Can sağ iken yurt vermeyiz düşmana.
Ne yazık ki Türk ordusunun ve halkın büyük direnişine
rağmen 1878’de Ardahan, Kars ve Batum savaş tazminatı olarak Ruslara bırakılmış
ve bu yöreler uzun bir süre (40 yıl kadar) Rus işgalinde kalmıştır. Bu döneme
Ardahan’da, Kırk yıllık kara günler denmektedir.Aynı yıllarda buralara atanan
Rus vali ve kaymakamlar, Ermeni ve Gürcü nahiye müdürleri, halkı göçe
zorluyor;Türk kimliğini yok etmeye çalışıyorlardı. Ayrıca Azerbaycan’la bu
yörelerin iletişimini kesmek, Türk dünyasını bölmek için toprak mülkiyetini
kaldırarak buralara Rum ve Ermenileri, Rusya’dan getirdikleri Malakanları
yerleştirdiler.
Çevredeki
rüştiye mektepleriyle medreseleri kapattılar. Türk halkının büyük bir kısmı
bunun üzerine İç Anadolu’ya, Posof’a vb. yerlere kaçarak canını kurtarmaya
çalışmıştır. “Kaçakaçlık” denen bu göçlerde sürülerini, evini barkını, birçok
değerli eşyasını bırakmak zorunda kalmıştır. Çok büyük trajediler yaşanmıştır,
Kaçakaçlık’ta… Kimi yavrusunu yitirmiş, kimi yollarda hastalanmış menzile
varamadan ölmüştür.
Ardahan
ve Kars, işgal yılları boyunca bağımsızlık aşkıyla yanıp tutuşmuş, bir an önce
işgalden kurtulma ümidiyle yaşamıştır. Narmanlı Âşık Sümmanî işgal altındaki
yerleri pasaport alarak gezdikten sonra (1900’de) aşağıda iki dörtlüğünü
verdiğimiz koşmayı söylemiştir:
Bin üç yüz on altı, mülki Kağızman,
Göründü gözüme seyran eyledim.
İbtida Kötek’te eyledim iskân
Muhibbi sadıkı yâran eyledim.
Yiğirmi üç yıldır kan yaş dökerler,
Moskof’un elinden kahri çekerler,
Albayrağa hasret boyun
bükerler
Necatini, virdi zeban eyledim.
** **
Ardahan
ve Kars’ın, her şeye rağmen kurtuluş ümidini hiçbir zaman yitirmediğini,
çektiği acıları bayrağının gölgesinde dinlenerek hafifleteceği günleri dört
gözle beklediğini Posoflu Âşık ZÜLALİ de şöyle dile getirmektedir (1904):
Biz bu ulmetler içinden çıkarız bir gün olur;
Şarka garba yıldırımlar çakarız bir gün olur.
Kafkas,Buhara, Kırım’dan çevrilen hisarları,
Vurur millî külünk ile yıkarız bir gün olur.
Türk doğarız, Türk gezeriz, Türk yaşarız dünyada;
Devrilen Moskof elinden çıkarız bir gün olur.
Der Zülâlî, Volga, Tuna, Ceyhun, Araslar gibi
Tuğyan eder deryalara akarız bir gün olur.
Aşağıda ise Ardahanlı
bir halk şairinin, Rus zulmünden kurtulma isteğiyle yazdığı bir destanı da
Allah’a yakarışını veriyoruz:
Üçüncü orduya arzu çekeriz,
İnşallah düşmanın kaddin*bükeriz,
El ele verince dağlar sökeriz,
Mevlâm bu Urus’tan kurtar İslam’ı.
** **
Şimdi sizlere dayım Mevlüt Sarıdede’den derlediğim yine
Âşık Şenlik’le ilgili bir yurtseverlik hikâyesini verelim:
ÂL’OSMAN’I İSTEREM
İşgal yıllarında (93 Harbi’nden sonra) Âşık Şenlik, bir
atışma için gittiği Kars’tan Çıldır’a yayan dönerken bir bölük Rus askeriyle
karşılaşıyor. Askerlerin başındaki kumandan (general), Şenlik’in omzundaki sazı
görünce onun bir halk şairi olduğunu anlayarak atını durduruyor. Askerlerine
dönüp:
─ Bana öyle bir asker getirin ki hem Türkçeyi hem
Rusçayı çok iyi bilen biri olsun, diye emir veriyor.
Askerlerin geçmesi için yolun kenarında bekleyen Âşık
Şenlik’i, tercümanı aracılığıyla yanına çağırıyor. Rusça:
─ Biz kaç yıldır bu topraklardayız. Yeni binalar
yaptırdık, buraları mamur hâle getirdik. Sor bakalım âşığa Osmanlıyı mı yoksa
Rus Çarlığını mı istiyor? Bu sözleri duyan Âşık Şenlik sazı eline alarak şöyle
cevap veriyor:
Hulusi kalbimden bilsen fikrimi,
Men Allah’tan Âl-Osman’ı isterem.
Merhamet sahibi, ol rahmi*gani*,
Nesli mürsel*, hökmi hanı isterem.
Süleyman mülkünde berkarar*duran
Muhammet vekili makamı nuran
Hıfzının ezberi ayet-i Kuran
Selavatlı ol Sultanı isterem.
Emri Hak yedinden çekilmiş kalem
Varmış bir ettiğim yetişti belam
Hükmünde saltanat mülkünde âlem
Divanı şevket* şanı isterem.
Sultan Hamit-Şahım şahlar serveri
Dilinde selavat zikri ezberi
Kaftan kafa*zikri zeminden beri
Hükmetmeye birce anı[1] isterem
Gam günüdür bu sefil Şenlig’in şadı
Çıkmıyor gönlümden Âl-Osman adı
Gidipdi dünyanın lezzeti tadı
Mahşer günü bu mekânı isterem
Kumandanın yüzünün asıldığını gören Şenlik, bu şiirini
tamamlar tamamlamaz aşağıdaki dizeleri söylüyor:
Payıdar olma zalım
Yigide neyler ölüm
İşde boynum sal gılıç
Doğruyu söyler dilim.
Rus kumandanı, beş- altı dörtlükten oluşan ve her
dörtlüğünde Osmanlıyı, padişahı ve kendi kültürünü öven dizeleri Şenlik’in
sazından dinledikten sonra bu şaire saygı duyarak askerlerine şöyle diyor:
─ Eğer Şenlik bizden korkarak bizi övüp tercih
etseydi, ben onun şairliğinden şüphe eder ve onun boynunu vurdurturdum. Ama gördüm
ki bu şair gerçek bir Türk ve vatan aşkıyla yanıyor. Bizden zerre kadar korkup
çekinmeden gerçek duygularını dile getirmiştir. Bu karakterde insandan kimseye
zarar gelmez. Aksi olsaydı çekinirdim ve az önce dediğim gibi onu vurdurturdum.
Şenlik, saygıyı hak eden gerçek bir şair olduğunu kanıtlamıştır. Bu şairi cezalandırmak değil, ödüllendirmek
lazım.
**
**
1918’de Ardahan’da incelemelerde bulunan tarihçi Ahmed
Refik (Altınay), buralardaki Rus ve Ermeni zulmünü tespitinde şöyle diyor:
"Ardahan halkı Türk ve Müslüman… Ahalinin Osmanlılığa ve Türklüğe o
derece muhabbetleri var ki, çarşı boyunca, üzerinde ‘Muhabbet Kıraathanesi’
yazılı yerlerde devamlı gramofon çalıyorlar, millî türküleri zevk ve âhenkle
dinliyorlar. (...) Milliyet duygusu, Türklük sevgisi buralarda pek yüce!”
“Türklüğün
en çok hâkim olduğu yerler buraları. Lisan, açık ve güzel Türkçe. (...)
Türküler hep aşka ve mertliğe dair...”
(Ahmed Refik Altınay, Kafkas Yollarında)
93 HARBİ’NDE VE I. DÜNYA SAVAŞI’NDA “KAÇA KAÇLIK”
93 Harbi, Balkanlarla birlikte Kafkaslar için de bir
felekettir. Çünkü 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Evliye- i Selase
(güneybatı Kafkasya) Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Bu işgalde özellikle
Ardahan ve Kars’a bağlı Türk köylerinin hemen hepsi yakılıp yıkılmış, Türk
okulları kapatılmış ve toprak mülkiyeti kaldırılarak halk göçe zorlanmıştır.
Böyle olunca insanlar, hem bu mezalimden kurtulmak hem de
çocuklarını kendi kültüründe yetiştirebilmek için kaçmak zorunda kalmıştır. Bu
kaçışa, göçe yöremizde “Kaça kaçlık” denir.
500.000 vatandaşın zorunlu göçüne sahne olan “Kaça kaçlık” insanlık tarihinin
ayıplarından biridir. Yüzlerce aile yerinde yurdundan olmuş, yanlarına altın ve
para dışında hiçbir şey alamayarak yollara düşmüştür. Yollarda kimi soğuktan
donarak kimi hastalanarak kimi açlıktan ölmüştür. Ne yazık ki menzile varanların sayısı azdır.
“Kaça kaçlık”ta
sırtındaki bebeğinin donarak öldüğünden ya da kolları uyuştuğu için kucağındaki
bebeğinin düştüğünden habersiz annelerin hikâyesini çocukluğumda çok
dinlemiştim. Yine yolları Ermeni ya da Rum çeteciler tarafından kesilen ve
altınları ellerinden, göğüslerinden zorla alınan; kundaktaki bebeklerin,
annelerinin kucaklarından koparılarak süngülere takılıp havada döndürüldükten
sonra, uzaklara fırlatılıp öldürüldüğünü anlatan hikâyeler hâlâ kulağımdadır.
Bu yüzden türküleri de mânileri de içlidir Ardahan’ın:
Neler gördüm
Taş bağrım deler gördüm
Guzusuni gaybetmiş
Goyunu meler gördüm
**
Gah gidah baş
bulağa*
Suyi bir hoş
bulağa
Sen dertli, men
yaralı (Ay anam)
Ahıdah yaş bulağa
(Aman aman)
Şimdi de göç yollarında yanan yüreklerin feryadı olan
ağıtların birinden alınan aşağıdaki iki dörtlüğü veriyoruz:
Elveda günüdür çimenli dağlar,
Göllerde yeşilbaş sonalar kaldı.
Ak suvaklı sedri mermer otağlar,
Her taşı gevherden binalar kaldı.
…Takdir-i ezeldir beyhude yanma,
Sefil Ceyhunî’yi derdi yok sanma,
Sılayı terk etmek gam değil amma
Emektar atalar,
analar kaldı.
(AkkomluÂşık Ceyhunî)
Bu konuda yaşamı hakkında pek bilgi sahibi olamadığımız
şair Merdinli (Göleli) Nalbant’ın şiiri
de dikkat çekicidir:
HASRET KALDIM BEN
Merdin*-sıla derler benim yurduma
Dağına taşına hasret kaldım ben
Gezdiğim ol düzler turna mekânı
Ol turna kuşuna hasret kaldım ben
Gölgemi koyverdim KartalDağı’na,
Yüreğim ses verir irem bağına,
Göle Ovası’na Kür Irmağı’na,
Toprağı, taşına hasret kaldım ben.
Acı Suyu yudum yudum içende,
Sarme Dağları’nı bele geçende,
Turnalar gelip de sonra göçende,
Yazına, kışına hasret kaldım ben...
Göleli
Nalbant’ım deftere yazar
Hilebaz yâr ile olmuyor bazar
Tükenir günlerim gör azar azar
Sılama boşuna hasret kaldım ben
1893’te Meşe Ardahan’a o zamana
kadar görülmemiş büyüklükte bir dolu yağmış ve maddi ve
manevi zararlar vermiştir. Bu dolu afeti, yalnız bizim köyümüz olan Nakala’ya uğramamış,
âdeta onun sınırlarında dönüp durmuş. Aşağıda bu olay üzerine söylenmiş bir
destandan parçalar veriyoruz:
DOLU DESTANI
Bin üç yüz on beşte, iş bu tarihte
Bir zelzele düştü cümle âleme
Zelzele ne idi vasfedem kardaş
Sizler kulak verin bu serencama
Serencam dinlersiz duyarsız hâli
Hüda’nın hışmının olmaz emsali
Hakk’ ın emri ile yağdı bir dolu
Onu gören insan düştüler gama
Gama düşende hep
dedi: El-aman
Kaptancı dağından koptu bir duman
İndi Dikanlara yağdı bir zaman
Oynadı bulutlar gürledi sema
Sema gürler yıldırımlar atarken
Dediler kaynadı Kerkedan Dikan
Budandı evelik batbata tiken
O güzel ekinler töküldü kuma
Kuma tökülende ekinle bostan
Mahvoldu tarlalar degmeden tırpan
Dedim ki ben bunu eylerim destan
Dedi artık sakın eksik söyleme
(…)
Ağlayıp bu gönül kurtulmaz yastan
Aşk şarabı içip olmuşum mestan
MAZLUMİ yadigâr kıldı bir destan
Yazıp yollamalı Haleb’e Şam’a
(Hanaklı Âşık MAZLUMİ)
I. Dünya Savaşı’nda seferberlik başlayınca Ruslar, o
zamana kadar yaptıkları yetmezmiş gibi Türk aydınlarını, ileri gelenleri
toplayıp Sibirya’ya sürmüştür. Enver Paşa’nın, ordusuyla Sarıkamış’a geldiği
sırada büyük bir ümide kapılan yerli halk, Sarıkamış Felaketiyle yeniden
ağıtlar yakmaya başlamıştır. Bu yenilgi üzerine Ruslar, Osmanlı’ya
gösterdikleri bağlılıktan ötürü Türk halkını cezalandırmaya, Ermenileri de
kullanarak yerli halka yine zulmetmeye başlar. Artık, Rus’un desteğini alan
Ermeni çeteciler Ardahan ve çevresinde (Çıldır, Göle, Hanak) büyük bir kıyıma
girişmiştir. Yeniden yerli halk çeşitli zamanlarda saldırıya uğrar;
bebekler, hamile kadınlar bile insanlık dışı muameleyle
katledilir. Bu kırgında Rus Kazaklar ve Ermeniler tarafından 150 Türk köyü
yağmalanmış, 20.000’e yakın Türk katledilmiştir. Bunun üzerine yerli halkın bir
kısmı yine kaçarak yerini yurdunu terk etmiş, kış ortasında dağlara
sığınmıştır. Aşağıda 1915 Ardahan Kırgını’nı anlatan ağıttan bir bölüm
veriyoruz:
Bin üç yüz otuzda kanun ayında
Karakış içinde koptu velvele
Böyle imiş meğer takdirin işi
Çöllerde kaldı hep çel çocuk leşi
Sabah ilen Urus girdi şehere
“Kırın!”deyü emreyledi leşkere
Ümmet-i Muhammet hep giydi kara
Al
kana boyandı düzün Ardahan
1917’de Rusların çekilmesiyle bu kez Gürcü ve tekrar
Ermeniler tarafından saldırıya uğrar ve halk yeniden vahşice katledilir.
Ardahan’ın Halil Efendi Mahallesindeki “Yanık Cami”, bu vahşetin en canlı
tanığıdır. 3 Ocak 1917’de Ermeni çeteciler bu camiye topladıkları 373 Müslüman-
Türk’ü camiyle birlikte diri diri yakmışlardır.
Cinayetlerin çoğu, Ermenilerin kurduğu Can- Feda teşkilatınca
işleniyodu. Çıldırlı Âşık ŞENLİK,
aşağıdaki dörtlükte bu teşkilatın başına şöyle seslenmektedir:
Millet komitanı Vağarşak ağa,
Sabreyle başına gör neler gelir!
Yığıpsan başına bir bölük dığa*,
Deme ki onlardan bir hüner gelir
Bu felaket günlerinde Azebaycan’dan "Bakü Müslüman
Cemiyet-i Hayriyesı”nin, Ardahan ve ilçelerinde birer şube açarak çok sayıda
yetime el uzattığını unutmuyor, ayrıca
yine fakir düşen Türk halkın yardımına koşan
"Kardaş Kömeği” i minnetle anıyoruz.
Kaça kaçlıkla ilgili anıları ben ilkokuldayken I. derece
yakınlarımdan ve hısımlarımdan dinledim: Kar tipi- yağmur çamur demeden sürekli
kaçan, elinden tuttuğu çocuğunu kaybedenlerin; kolları uyuştuğu için bebeğinin
düştüğünü kilometrelerce sonra fark eden ya da bir nehri geçerken çocuğunu suya
kaptırarak geri alamayan, sırtında donan bebeğine ninni söyleyen anaların
hikâyesini… Daha neler, neler…
O günleri
Yusufelili Öğretmen Mustafa Âdil Özder şöyle anlatıyor*: 1914 yılı sonbaharıydı. Yedi yaşındaydım.
Bağlar bozulmuş, pekmezler, reçeller, küme ve pesdiller yapılmıştı. Ardanuç ve
Hod köylerinden göçen ve çoğu kadın, yaşlı ve çocuklardan meydana gelen
kafileler köyümüzden geçiyordu. Bir gün biz de gideriz, gâvurlara kalır diye,
çardakta sıra sıra asılı duran kümeleri çekip aşağıda gördüğüm Ardanuçlu
çocuklara attığımı ve onların da kapıştığını iyi hatırlıyorum. 1915 yılı kışı
boyunca bu göçler devam etti. Bahar gelince Rusların çevre köyler kadar
sokuldukları söylendi. Babam hasta yatağındaydı. Bizim köyde de göç hazırlığı
başladı. Halid Beyin cephane götürüp boş dönen atlılarına bibim rica etmiş;
onların yardımıyla biz de Çoruh’un öte yakasındaki Zor köyüne geçtik. İnekleri
dışarıya salarak evimizi barkımızı bırakıp yola çıkmıştık. 1915 yılı nisan ayının
il günleriydi. Bir iki ay Zor’da kaldık. Sonra Ersis’e geldik. Burada toplanan
Erkinisliler, geceleri, Çoruh üzerindeki tel halattan karşıya geçip, Rus
tarafında kalan kendi tarlalarından güzün ekilmiş ekinlerin başaklarını
kırparak çuvalla Ersis’e getiriyorlardı. 1916 kışına bu kasabada girdik. Halid
Bey kuvvetleri çekildikçe Artvin ve Oltu bölgesinde Rus işgali genişliyordu.
1916’nın ilk haftasında tekrar yola
koyulduk. İspir, Bayburt, Kelkit, Alucra, Reşadiye,Tokat ve Zile üzerinden
ağustosta Sungurlu’ya gelip yerleştik. Bu göç yollarında soğuk, açlık ve
çeşitli hastalıklardan nice insan telef oldu. Sungurlu’da dört sene kaldık.
Artık muhacirler yerlerine dönüyordu. 1920 senesinin ağustos ayında biz de
memlekete döndük. Evler harap olmuş, eşyalar talan edilmiş, her şey yok
olmuştu. Oltu- Kars arasında Ermeni savaşı sürüp gidiyordu”
ARDAHAN’DA
KITLIK YILLARI
Yukarıda
değinmeye çalıştığımız Kaçakaçlık ve göçler sırasında yerli halk, elinde ne var
ne yok yitirmiştir. Birkaç yıl sonra geri dönenler ise evlerinin harap
olduğunu, eşyalarının talan edildiğini, sürülerinden geriye bir şey kalmadığını
görür. Böyle olunca Ardahan ekonomik yönden çok sarsılır. Kaçakaçlık sırasında
servetinin hemen hepsini kaybedenlerden
biri Hacı Mevlüd’ün oğlu Hacı Kadir ve torunu olan benim
dedem Ali Ağa’dır. Kaçtıkları sırada ambardaki özel bir bölmede sakladıkları
değerli eşyalar (altınlar, altın tabaklar, kemerler vb.) talan edilmiş,
ellerinde kalan biraz altınla yeniden hayvancılık etmeye başlamışsalar da hayvanların
çoğu kuraklık yıllarında (1907’de, 1933’te) telef olmuştur. 1907 kuraklığının
ardından (1908’de) baş gösteren salgın hastalıklar nedeniyle de çok sayıda
insanın öldüğü, hayvanın telef olduğu söylenmektedir.
1933’te
yaşanan kuraklıkta halk, kepek yemekten öylesine yılmış ki bu yılgınlık,
Hanaklı Âşık Mazlumi’nin olduğu sanılan Kepek Destanı’nda yer bulmuş. Bu
destanın yalnız bir dörtlüğüne ulaşabildik:
Kepek çıhdi diye ilan yazıldı
Ciger kebap oldi
bağrım ezildi
Ac susuz bu millet
yola düzüldi
Begim yanduh bu kepegin elinden
Kaynak:
Hanak Ortakent’ten dayım Mevlüt SARIDEDE
Ardahan’da yaşanankuraklık ve ardından baş gösteren
kuraklık tekerlemelere bile konu olmuştur:
Ali Dayinin Atlari
Ali Dayinin atlari
Kişniyir de kişniyir
Arpa saman isidiyir
Ali Dayi ağlıyir
Arpa saman yoh diyir
Kilimci kilim tohur
Çocuk elif ba ohur
Bu konuda kendi
ailemi örnek verebilirim. Büyük hayvan sürüleri olan, hayvan ticaretiyle her
sonbahar kese kese altın kazanan ve altınları ancak tepsilere koyarak
sayabilen, kısacası, Kaça kaçlık’tan önce durumları çok iyi olan ailem, hem
Kaça kaçlık’ta sürülerini kaybetmiş hem değerli eşyalarını, altınlarının bir
kısmını kaybetmiş; sonraki yıllarda ise kuraklığın da etkisiyle belini bir
türlü doğrultamamış. Zamanla azalan hayvanlarının başına bile çoban tutamaz
hâle gelmişler. Bunun üzerine dedem Ali Ağa, oğullarına:
-Artık
hayvanları siz otaracaksınız, başka çaremiz kalmadı, demiş. Bu sözleri duyunca
büyük bir üzüntüye kapılan İnayet Halam, dedeme:
-Baba, ben
Hacı Mevlüd’ün torunları hayvan otarıyor dedirtmem, gitsin okusunlar, demiş.
Parmağından çıkardığı çok değerli bir yüzüğü büyük amcama vererek onu okuması
için Erzurum’a gödermiş. Enver Amcam,
kısa sürede polis olup para kazanmaya başlayınca dedem diğer oğullarını da
okutmaya çalışmış. Yalnız çok zor şartlarda da olsa okuyup hayatlarını kazanmışlar.
Kimi Yıldız Teknikte okuyup Makine Mühendisi (Behram Öztürk), kimi İstanbul
Hukukta okuyup avukat (Muammer Öztürk, daha sonra Fevzi Öztürk), kimi
Cilavuz’da*okuyup öğretmen olmuş (babam Ensar Öztürk).
Kim bilir
o yıllarda daha ne trajediler yaşandı Ardahan’da. Yine işgal yıllarında yaşanan
kuraklıkta içine düştüğü yoksulluktan ötürü yavrularının açlıktan ölmemesi için
böcekleri toplayıp pişiren anaların öyküsünü duymuştum çocukluğumda.
Görüldüğü
gibi Ardahan çok çile çekmiş, âdeta cehennemi bu dünyada yaşamıştır. Çektiği
çileyi ancak mânilere, türkülere yansıtabilmiştir. Bu yüzden çoğu şiirinde
hüzün vardır Ardahan’ımın:
Gah gidek baş
bulağa*
Suyi bir hoş
bulağa
Sen dertli, men
yaralı (Ay anam)
Ahıdah*yaş bulağa (Aman aman)
Yaşadığı
bunca kötü olaya, şanssızlığa rağmen gururundan hiçbir şey kaybetmemiş,
kültürünü koruyabilmiş, kişiliğinden ödün vermemiştir.
BİZİM GÖZÜMÜZLE ARDAHAN
Ardahan, Anadolu’nun kuzey-doğu kalesi, serhat şehri
Ardahan… Çok savaş, çok ihanet görmüş, sırtından vurulmuş, kaça kaçlık yaşamış,
gün olmuş kıtlıkla boğuşmuş, sürüleri açlıktan telef olmuş. Esir düşmüş,
balasından atasına kadar katledilip viran olmuş Ardahan. Caan Ardahan!
Atalarımız “Üç göç bir yangın yerini andırır” demişler. Göçü göç üstüne vurmuş
Ardahan. Hâlâ da göç vermeyi sürdürmektedir. Bütün olumsuzluklara karşın
vatanını gözünden sakınmış, daima canından öte görerek Türkiye’nin kuzeydoğu
kilidi olmayı gururla sürdürmüş “Of!” bile demeden, kimseye küsmeden, kederi
kader bellemiş ARDAHAN.
Bugün, ekonomik yönden Türkiye’nin en geri kalmış
illerinden biridir. Nasıl olmasın ki bir yandan az önce saydıklarımız, bir
yandan sert, acımasız bir iklim ve doğa koşulları… Çok duymuşsunuzdur tipide
yolunu kaybedip donanların hikâyesini. Ayrıca, ne yazık ki bir yüzyıl içinde
(1828- 1921’e) üç kere Ruslar, ardından Gürcüler ve Ermeniler tarafından işgal
edilmiştir.
İşgaller, göçler Ardahan’ın belini bükmüş, onu ekonomik yönden güçsüz
bırakmıştır. Yoksulluğun, yüzüne bir şamar gibi çarpmasına rağmen hiç
eğilmemiş, gururundan taviz vermemiştir Ardahan.
Gün olur da bir
gün yolunuz düşerse Ardahan’ın bir köyüne, misafirperverliğin ne demek olduğunu
orada görürsünüz. Sizi tanıyıp tanımaması hiç önemli değildir. Değil mi ki
misafirsiniz, 70- 80 yaşıdaki insanlar ayağınıza kalkar, yerini verirler size.
Evin en güzel köşesi, yemeğin en lezizi, yatak- döşeğin en temizi sizindir.
Çeyizlerden hiç açılmamış, kullanılmamış çarşaflar çıkarılır güzel kokulu.
Ardahanlı kendi yemese olur ama sizi doyurur.
Artık, Ardahan’ın elinden tutmak Türkiye Cumhuriyeti’nin
görevidir. Çünkü ekonomik durumu Ardahan’dan çok daha iyi olan birkaç ilimiz-
ki onlar da bizim canımızdır- yıllardır farklı yaklaşımlarla dikkat çekiyor.
Biz, bu vatandaki her karış toprağın paha biçilmez kadar
değerli olduğunu çok iyi biliyoruz:
Bu toprak bizim yurdumuzdur
Deli gönül yücesine çıkar
Bir üveyik olur uçar gider
Ardahan’dan Edirne’ye
Edirne’den Ardahan’a kadar
(Cahit KÜLEBİ)
Bu toprağın değerlerinin korunması için çaba
gösterilmelidir. Ardahan ekonomisini canlandırabilecek olan Üniversitemizin,
teknolojik ve maddi imkânsızlıklarının ortadan kaldırılmasına yardımcı
olunmalıdır.
Geçmişi 5- 6 bin yıla dayanan Ardahan, en eski yerleşim
merkezlerinden biridir. Bu yüzden tarihte birçok kez vilayet olan Ardahan’ın il
olması yadırganmamıştır. Bugün de bir
üniversiteye sahip olması yadırganmamalıdır.
Ardahan Üniversitesi geliştirilmelidir. Çünkü:
1. Göçlerin bir nedeni de ailelerin,
çocuklarını üniversitede okutabilme kaygısıdır. Üniversite dışarıya göçün
azalmasını sağlayacak,
2. Üniversitenin şehrimize ekonomik yönden
azımsanmayacak bir katkısı olacak, şehirde sosyal hayat canlanacaktır.
3.
Ardahan’ın zengin kültürünü inceleyecek bir halk edebiyatı kürsüsü, süt
ürünleri enstitüsü, dokumacılık enstitüsü, Kafkas arıcılığıyla ilgili bir
Arıcılık Fakültesi neden olmasın?
4. Artık bilgi çağında yaşıyoruz. Bilgiyi
elinde tutan, üreten, bilgi teknolojilerini satabilen uluslar önde gidiyor. Bu
yarışı, memleketin her köşesinde yaygınlaştırmak, bu yarışa katılmanın bize
sunulan bir seçenek değil bir zorunluluk olduğunu insanımıza benimsetmek
zorundayız. İşte bunu başarabilmenin bir yolu da kaliteli bir üniversite
eğitimidir.
5.Yine
üniversiteli bir Ardahan, Kafkaslara ve Doğuya açılan aydınlık penceremiz
olacak,
6. Üniversite sayesinde Ardahan’ımız kendi
kültürünü çağdaş kültürle harmanlayıp gelişecek,
7. Diğer üniversitelerde olduğu gibi Ardahan
Üniversitesinde yürütülecek bilimsel araştırmalar sayesinde inşallah
teknolojiye hizmet edilecektir.
Bu
üniversitemizde dünya bilim, sanat ve siyaset tarihine geçecek nice değerlerin
yetişmesi dileğiyle…
________________________________
* kadd: Boy,pos.
* rahmi: Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete
müteallik.
* gani: Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden
fazla istemiyen. Varlıklı, bol.
* mürsel: 1. (Resel. den) İrsal olunmuş, gönderilmiş,
yollanmış. 2. Nebi. Peygamber.
* berkarar: Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
* şevket:Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişahamahsus
heybet ve saltanat.
* kaf: Ufuk [1]anı: Onu.
*bulah: Çıldır’da pınar ya da kaynağa verilen ad.
* Merdin: Ardahan’ın ilçelerinden Göle’ye eskiden verilen
bir ad.
*dığa: Rus delikanlısı.
* Yunus Zeyrek, Elviye-i Selâse’nin Son Yılları-I, Bizim
Ahıska, 14- 15- 16. Sayı.
* Cilavuz: Kars’taki Köy Enstitüsünün eski adı.
* bulah: Çıldır’da pınar ya da kaynağa verilen ad.
*ahıdah: Akıtalım.