Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Saksağanın Kuyruğu

polis_dergi_mart_2013 (1)_020

polis_dergi_mart_2013 (1)_021 polis_dergi_mart_2013 (1)_022Bu tabirin, som zekâsına ve tereddütsüzlük dolu girişimlerine hayran olduğum bizim Karadenizli kardeşlerimiz için kullanılan bir tabir olduğunu hemen herkes bilir. Hani bir yakıştırma olarak derler ki, Temel ile Dursun evlerinin önünde güneşlenirken, karşılarındaki saksağanın kuyruğunun yere değip değmediği hakkında tartışmaya başlarlar. İnat bu ya, bir türlü anlaşamayınca da kavgaya tutuşurlar. Her halde o zaman birileri kendilerini ayırmış olacak ki, yıllar sonra İstanbul’da karşılaşınca hasret giderdikten sonra tekrar o “teydü teymedü”yü söz konusu ederek tekrar inatlaşır ve yine kavgaya tutuşurlar. Kim ne derse desin asla akilâne olmayan bu anlatımlar o pür zekâ insanımız için tamamen bir yakıştırmadır. Ama bazı meselelerde adeta joker gibi yararlanılan da bir öğedir.

Şimdi, “bayram değil seyran değil eniştem niye beni öptü” türünden olarak, bu da nereden çıktı denebilir. Bu bakış, başından sonuna kadar haklıdır. Hemen merakınızı gidereyim. Efendim bendeniz buraya, şu günlerde hem de vakti zamanında birilerinin hâşâ “Milletin Kâbe’si” diye tabir ettikleri TBMM gibi bir mutena mekânda bazı seçilmişlerin gündeme getirdikleri Türk-Kürt eşitsizliği hakkındaki fevkalade abes ve o kadar da tehlikeli bir söylem münasebetiyle gelmiş bulunuyorum. Diyor, gıpta ve tartılması kabil olmayan bir imrendi ile bakıyorum da bizimle birlikte bu yer küreyi işgal etmiş bulunun Hz. Âdem’in diğer evlatları uzayı keşfetme yolunda emekler sarf ederken bizler nelerle meşgulüz. O kuyruğu yere değip değmediği inadına konu olan saksağanların bu vesile ile bizlere kahkahayla güldüklerini duyar gibiyim.

Efendim ırk bakımdan üstünlük, Yüce Yaratıcının akıl melekesiyle donatmadığı diğer canlılar için geçerlidir. Tenzihen örnekleyecek olursak, denebilir ki Kangal köpeği, Denizli horozu, Kıbrıs eşeği, Avrupa menşeli olup marka haline gelmiş bulunan sağmal montofon veya hoştayn inekler ile Arap atları (v.d.b.) buna örnek gösterilebilir. Ama Kangal adamı, Denizli adamı, Avrupa adamı veya Arabistan adamı üstündür denemez. Çünkü Yaratan en son Mesajında Beşer denen yaratığı tek tip olarak nasıl yarattığını döne döne ve adeta her bir gözün ve dahi her bir idrakin derinliklerine sokarcasına beyan etmektedir. İlâhî Mesaj ise Beşeri insan yapmak maksadına yöneliktir. Yani doğuştan verdiği aklı ve idraki yanlış kullanabilme ihtimaline karşı bir de elçiler ve onların eliyle tebliğ ettiği bildirge ile bizleri inşa etmek istemiştir. Ne hazindir ki, maalesef buna rağmen inşa olunamayan akıl ve idraklere hemen her çağda rastlanmıştır. Ne yazık ki bugün de rastlanmaktadır. Her bakımdan tehlike kokan bu düşünce eğer cehalet değilse mutlaka dalâlettir. Kur’ânî olan dalâlet kavramı ise, akıl ve izandan yoksun her bir düşünce, heva, heves ve hırs dolu davranışı ifade etmektedir. Yani zımnen, karınlıklara gark olmuş bir zillettin ayak seslerini işaret etmektedir. A birader, hısım ve akrabalık suretiyle et ve tırnak olmuş bu insanlardan ne istiyorsunuz! Düşünmezimsiniz ki İlk defa 1071’de Malazgirt’te, daha sonraları Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen’de, Kütül Emare’de, İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da koyun koyuna yatan şehitler veren bu insanlardan ne istiyorsunuz! Daha da öte Kore’de ve hayatında hiç görmediği o yabancı diyarlarda evlatlarını toprağa tevdi eden bu milletten ne istiyorsunuz! Ha! Ne istiyorsunuz!  Ama asla unutmayın ve iyi tartıp sık dokuyun; arif olmakta, bu insanlar sizlerden fersah fersah öndedir ve size ders verebilecek evsaftadır. Hep birlikte övünç metaı edindiğimiz o kâğıttan mamul diplomalarımız hiçbir zaman her şey olamamıştır. Bundan sonra da olamayacaktır. Bu, asla unutulmamalıdır. Bakınız göreceksiniz.

Bir incir çekirdeğini dolduramaz bu tür konular nasıl da insanımızın önüne çıkarılır, cidden merak konusudur. Bir zamanlar adına türban denen bir bez parçası sebebiyle, bilgiye susamış kızlarımızı, birer ilim ve irfan yuvası olan üniversitelere almamak için entrikanın hem de daniskasına başvurulduğu cümlenin malumudur. Başvuruldu da ne oldu. Sonuç ortada. Bilmem o zevatı muhterem bu sonuçtan sonra nasıl bir haleti ruhiye içindedir gerçekten merak konusudur. Diğer taraftan ve aynı sakil düşüncenin eseri olarak İmam Hatip Okulu mezunu gençlerimize Polis Memurluğu dahi reva görülmedi. Hâlbuki bu gençler Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde olan birer okuldan mezundular. Öğretmenleri de diğer öğretmenlerde olduğu gibi aynı kaynaktan maaş aldıkları gibi aynı denetime tabiydiler. Diğer taraftan, hademesi, hizmetlisi ve sobasının yakıtı dahi yine aynı kaynaktan sağlanıyordu. Peki, o halde sıkıntı neydi? Bilmek mümkün değil. Zira konu akıl ve izandan yoksundu da ondan. Yoksa meselenin iç yüzünü bilmemek aptallık olur. Ha hemen kaydetmeliyim ki, benim iki çocuğum da bu okullar mağduru değil. Onlar diğer liselerden mezun oldular. Ola ki böyle bir saikla yazdığıma hükmedenler olabilir. Asla öyle değil. Bendeniz sadece akıldan yoksunluğu âcizane olarak anlatmaya gayret etmekteyim.

Diğer taraftan her bir meslektaşı gibi emek sarf edip aynı payeyi hak etmiş keza türbanlı bayan avukatların bu başörtüleriyle duruşmalara girmeleri, her gün hak ve adaletten dem vuran Barolar Birliği tarafından yasaklandı. Hele şükür ki aklıselim yargıçlarımız var. Danıştay’ın verdiği bir kararla bu abes uygulamaya şimdilik de olsa son verildi. Dileriz bu adalet timsali Birlik inadında ısrar etmez de bu işte de haklılık ve akıl egemen olur. Devlet kapısından nafakamı kazanmaya başladığım 60’lı yıllardan beri göre geldiklerim maalesef hep böyle şeyler olmuştur. Ama bu tür akıl, idrak ve izandan yoksun yaklaşımlar, çoğunluğu “ çarıklı kurmay” denen kişilerden oluşan sessiz toplumu içten içe rahatsız etmektedir. Ancak toplumumuzun kadirşinaslığa delalet eden bu sessizliği asla istismar edilmemelidir. Yoksa milletten Tahrir usulü bir yaklaşım mı beklenmektedir. Veya toplum böyle bir kalkışmaya bilerek kışkırtılmak mı istenmektedir. Dileriz öyle bir şey düşünülüyor olmasın. Unutulmasın ki, aynı gemide bulunan kışkırtıcılar, aklıselim olanlardan önce suya gark olurlar. Zira Tarih bu tür örneklerle doludur. Yayınımızın sayfa hacmi buna müsaade etmediği için işin o yönüne değinmek maalesef mümkün değil. Esasen bu işin mimarlığına soyunmuş görüntüsü vermekte olan zevatı muhterem bundan pekâlâ haberdardırlar. Dileriz, akıllar başlara devşirilir.

Bakınız benim anadilim Türkçe değildi. Merhum anneciğim de hal hatır sormaya veya tabii ihtiyaçlar olan ekmek, su vesaire istemeye ilişkin kelimelerden öte bir Türkçeye sahip değildi. Ama benim gelinim ve bizim aileden birçok yakınımın sıhriyetleri, kardeşlikten ve dindaşlıktan öte bir gözle görmediğimiz Türk ailelerle olmuştur ve olacaktır da. Bu, sadece benim vardığım sonuç. Benim gibi milyonlar var. Aynı şekilde Türk olan insanlarımızın da aynı mecrada su akıttıklarını kim inkâr edebilir. Peki, a birader tüm bu manzaraya karşı derdiniz ve dahi meramınız ne ola ki!

Ama galiba rahatlık batıyor. Aç ve perişan bir halde bu memleketi kanları pahasına bizlere terk eden şehitlerimizden de mi utanılmıyor? İstiklal Savaşımızın en çetin geçen ve 22 gün 22 gece devam eden ve çok şükür ki düşmanın hezimetiyle son bulan Sakarya Zaferi hitamında Gazi Mustafa Kemal’in iaşe amirini çağırtarak: “ Kumandan, bu aslanlar çok iyi bir ziyafet hak ettiler. Bunlara mükellef bir ziyafet hazırlansın” emri üzerine; iaşe amiri: ” Paşam vallahi onlara verebileceğimiz ancak kavurga olur” deyince, Mustafa Kemal gözlerini silerek “ Bana da aynısından getirin” der. İşte sizlere bu aziz vatanın kazanım serüveni. Ama biliyorum ki kavurganın ne olduğunu ahkâm kesenlerin çoğu bilmez. Beyefendiler ve dahi hanım efendiler kavurga denen şey buğday ve arpa tanelerinin sacda kavrulmuşuna denir. Bilmem hiç hayatınızda yediniz mi? Bendeniz çok yedim. Merhum anacığım Baskil’in Hacımehmetli köyü boz kırına beni davara yollarken ondan bir kısmını yamalı ceplerime, bir kısmını da azık torbama koyardı. Cumhuriyetten sadece 20 yaş küçük olan bizim kuşak böyle yaşadı ama siz onun esamisini dahi bilmeyecek durumdasınız. Ne kadar hazin değil mi? Eğer öyle olmasaydı hiç bu akıl ve izandan yoksun tavırlar içerisine girilir miydi?

Konumuzu destekler mahiyette olarak rahmet insanı olan Peygamberimizin bir hadisiyle söze son vermek istiyorum. İnsan kalitesini vurgulamak isteyen Hz. Peygamber’in dava arkadaşlarına şöyle beyanda bulunduğunu görüyoruz:” İnsanlar develere benzer. Bazen yüzü bir arada bulunur da, içlerinden binecek bir tane bile bulamayabilirsiniz”. (Buhari’den naklen Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı KUR’AN, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yayıncılık, İst. Haziran 2011, s. 715.)

Demek ki insanda ırk, soy-sop değil; nitelik, yani kalite ön planda gelir. Bu da heva ve hevesin değil; akıl, idrak ve izanın egemen kılınması suretiyle hayırda yarışmakla olur. Bundan ötesi şer ve bela getirir. Ve dahi insanı, yaratılmışların şereflisi olmaktan öyle bir uzaklaştırır ki sormayın gitsin. Bilmem hatırlatmaya gerek var mı?

Şayet sürçü lisan ettikse affola.