Güvenlik ve Demokrasi (II) |
Akın HATİPOĞLU (E) Emniyet Müdürü |
AVRUPA BİRLİĞİ MÜKTESABATI:
M.Kemal Atatürk cumhuriyeti
kurarken; her ne kadar bu güçlere karşı mücadele ettiyse de, topluma muasır
medeniyetin mümessilleri olarak gördüğü Batı’yı model olarak işaret etmiştir.
Yapmış olduğu devrimlerle (harf, kıyafet vd.) şekil ve ruh olarak, uygarlığın
merkezi olarak benimsediği Avrupa’ya öykünmüştür. Zaten Osmanlı’lar da
kuruluşlarından itibaren –Y Sultan Selim hariç- hep batıyı hedeflemişlerdir, geri
kaldıkları zamanlarda da hep Avrupa’ya öykünmüşlerdir.
1959’lu yıllarda temelleri atılan
AB’nin (o zaman AET) kurucu üyeleri arasında yer alan ülkemizin, 1999 Helsinki
Zirvesi ile de adaylığı teyit edilmiştir. Bu katılım ise; sosyal, ekonomik,
hukuk, siyasal alanda tespit edilen standartlara uyum sağlama konusunda
ülkemize sorumluluk yüklemiştir. Özellikle doksan yıla yakın süredir, iç
dinamikle demokratikleşme çabalarımızın çok yetersiz kaldığı ortadadır. Bu dış
dinamiğin demokrasi ve hukuk devleti olma çabalarımıza büyük katkısı olacağı
düşünülmektedir.
Ancak ülkemizin iç güvenlik mevzuatı
gerek de jure (hukukî) ve de gerekse
de facto (fiilî) olarak AB
kriterleriyle ciddî çelişki içerisindedir. İç güvenliğin sivil bir yapı
tarafından sunulması hizmetin kalitesini ilgilendirdiği kadar, belki de daha
fazla demokrasinin kalitesini ilgilendirir. Ağır silâhlarla donatılmış savunma
ve savaş gücünün, sivil idarece çok sıkı bir denetim altında tutulması
demokrasinin bir gereğidir.
Ülkemizin muhatap olduğu yaygın
terör eyleminde askerlerden kanun uygulayıcısı (law enforcement) olarak
yararlanmak gerekebilmektedir. Ancak bu görevin liberal demokratik ülkelerin
belirlediği aşağıda sayılan ilkeler çerçevesinde olması esastır:
· İnsan haklarının önceliği,
· Yasal olma,
· Olayın vahametine uygunlukta
orantılı güç kullanımı,
· Müdahalenin ve icrasının siyasî
otoritenin açık, kesin inisiyatifiyle yapılması,
· Sivil bir liderlik altında; sivil,
polis ve askerlerin uygun koordinasyonun sağlanması.
İç güvenliği sivilleştirmek için
jandarma, sahil güvenlik ve sınır birliklerini sivilleştirmek zorunludur. Bu
Türkiye’nin modernleşme yolunda karşı-karşıya olduğu en büyük demokratik meydan
okumalardan birisidir.
AB sürecinde iç güvenlikle ilgili
temel sorun, iç güvenliğin tamamen sivilleşmesi ile ilgilidir. 1997’den
itibaren yayınlanan Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ilerleme
raporlarında; Türkiye’de sivil-asker ilişkileri eleştirilmiş ve askerler
üzerinde tam bir sivil siyasî otorite denetiminin sağlanamadığı ve bu yönde
düzenlemelere gidilmediği vurgulanmıştır.
Bu eleştiriler karşısında da
hükûmetimiz 2008 yılı sonunda, bu
konudaki taahhüdünü aşağıdaki şekilde belirtmiştir:
“İç güvenlik hizmetinin, Hükûmetin belirleyeceği politikalar
doğrultusunda ve yine Hükûmetin denetim ve gözetiminde; ‘hukukun üstünlüğü’ ve
‘insan hakları ve hürriyetleri’ çerçevesinde, kolluk kuvvetlerinin profesyonel
ve uzmanlaşmış birimleri tarafından yerine getirilmesi esastır. Bu kapsamda, iç
güvenlik yönetiminin koordinasyonu ve sivil idarenin iç güvenlikte ilgili
görev, yetki ve sorumluluklarını etkin olarak yerine getirmesini güçleştiren
mevzuat hükümlerini ve uygulamaları değiştirecektir.”[1]
Görüldüğü gibi, AB ülkemizdeki
askerî vesayet rejimini, demokrasiye karşı çok ciddî bir tehdit olarak görüp, bu
uygulamaların değiştirilmesini istemektedir. Demokratik ülkeler askerin iç
güvenlikte görev alması konusunda gönülsüz veya çok kıskanç davranmaktadırlar.
Örneğin; ABD’de askerin bu yönde görevlendirilmesi, parlamento ve başkanın
yetkili kılması ile mümkün olabilmektedir.
(Örneklemek gerekirse; bundan birkaç yıl önce, kışlada cinnet geçiren bir
astsubay izinsiz binip kaçırdığı bir tankla otoyolda dehşet yaratıp, trafiği
allak-bullak etmişti. Fakat askerî bir şahsın yine bir savaş aracını izinsiz
bir şekilde kaçırmasına rağmen, telörgülerin dışına çıktığı için askerî polis
‘inzibat’ olaya müdahale edemeyip, sanığı durdurup zararsız hale getirip adlî
makamlara sevki, eyalet polisince yerine getirilmiştir.)
Halbuki bizde ise 28 Şubat 1997’deki
post-modern askerî darbenin ardından; çok başarılı hizmet üreten Özel Harekât
Polislerinin ağır silâhları toplatılarak askerî depolara konmuş, bu birimin
görevleri kısıtlanmıştır.
SONUÇ ve KANAAT
Şu anki güvenlik sistemimiz, kolluk
hizmetlerinin asker tarafından yürütüldüğü günlerin bir uzantısı olarak da
değerlendirilebilir. Bu alışkanlığın bir devamı olarak asker, sivil idareye
güvenmeyip hem iktidarı bölüşüp, hem de –jandarma ve sahil güvenlik
teşkilâtlarıyla da- vatandaşları kontrol altında tutmak istemektedir. 160 yıl
önce polis teşkilâtı kurulmuş olmasına rağmen, günümüze kadar güvenlik hizmeti
sivilleşememiştir.
1960’da Polis Kolejine girdiğimiz
yıllarda, henüz terör olaylarının adı bile yokken, tevhid-i zabıta (kolluğun
birleştirilmesi) konuları teorik de olsa gündemde idi ve bu konularla ilgili
seminer ve münazaralar yapılırdı. 27 Mayıs- askerî darbesinin sıcak günleri
olmasına rağmen bu konuların tartışılma ihtiyacı o zamanlarda da vardı.
Ancak o günlerde bu fikrin önündeki
engel finanstı. Devletin bütçesi henüz bu birleşmeyi sağlamaktan çok uzaktı.
Nitekim cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında yokluklardan ötürü asker, adeta
ucuz silâhlı işgücü görülüp, üzerine vazife olmayan; gümrük, orman, demir
yolları gibi birimlerin güvenliğinden de sorumlu tutulmuştur. Artık finans
yapımız gelişmiş,[2]
fikir düzeyinde kalmış bu yaklaşımların
-hem iç hem de dış dinamiklerin etkisiyle- bir an önce fizibilitelerinin
yapılma vaktinin geldiği kanısındayım. Her ne kadar anayasamız; ülke
güvenliğinden İçişleri Bakanlığını yetkili kılmışsa da gerek de jure ve de
gerekse de facto olarak, sivil idarenin askerî güvenlik personeli üzerinde,
hiçbir yetkisi ve yaptırım gücü bulunmamaktadır. Söz konusu madde de;
göstermelik bir hukuk süsü gibi mevzuatımızda işlevsiz olarak yerini korumaktadır.
Jandarma teşkilâtı hiç yetkisi
olmadığı halde –bir ara varlığını da inkâr ettiği JİTEM adlı bir istihbarat
örgütü kurmuştur.[3] Bu örgüt marifetiyle illegal mücadele
yollarına sapmış, cinayet dahil her türlü suça bulaşmıştır. Bu iddiada
bulunanlara göre; son zamanlarda mercek altına alınıp faaliyetleri denetlenmeye
başlanınca, fail-i meçhul kayıplar son bulmuştur. Yaşadıklarımız ışığında bu
sav da pek havada kalmamaktadır. Tüm kuralları hiçe sayarak adeta bir
“teşkilât-ı mahsusa” havası ve anlayışı içerisinde çalışmalar yapıyor olması,
çok ciddî hukuk ve demokrasi sorunlarının kaynağı olmuştur. Frankenstein gibi
denetimsiz bir güç olan bu oluşum, daha sonraları kendisini yaratanları ve
mensuplarını da yargısız infazlarla yok etmeye başlamıştır. Bu uygulamalara
karşı çıkıp, adaletten yana tavır koyan jandarma mensuplarının da, kanla
beslenen bu mekanizmanın kurbanları olduklarını, mahkeme kayıtları ve medyadan
ibretle öğreniyoruz. Çok şükür kü; bu anlayış ve mensupları şu amda adalet
makamlarına hesap veriyorlar. Ancak tüm duruşmalar henüz sonuçlanmadığından,
bizim üzerinde yorum yapmamız pek doğru olmaz.
Bu ve benzeri uygulamalar, belki de
askerin varoluş sebebinden kaynaklanmaktadır. Çünkü suç işleyen kişi/kişiler,
işlediği suçlar ne kadar vahim ve sansasyonal olsa da, bunlar hukuk kurallarını
ihlâl etmiş “sanık”lardır. Yakalanıp
leyh ve aleyhlerindeki her türlü delil toplanıp, kanıtlanmak suretiyle adlî
makamlara tevdii edilmeleri gerekir, karar yargınındır. Sivil bir kuruluş olan
polisin gözünde, bu kişiler sadece sanıktırlar.
Halbuki dış güvenliğimizden sorumlu
askerin konseptine göre bunlar “düşman”
olup, yok edilmesi gereken zararlı unsurlardır. Bir an önce ve en etkili
şekilde tenkil edilmeleri gerekir. Bu görevi yerine getirirken; yasaları ve
prosedürü önlerinde pratik olmayan ve uyulması gereksiz kurallar gibi görürler.
Çünkü asker yapısı gereği böyle eğitilir. İnsanlar “dost” ve “düşman” kuvvetler
olarak ikiye ayrılır, düşmana uygulanacak kurallar bellidir.
Diğeri ise; uzun ve zahmetli bir
yoldur. Ancak hukuk ve demokrasinin gereği de bu yoldur. Şurası unutulmamalıdır
ki; hukuk ve yargılama sistemi devletin ve insanların işini zorlaştırıp,
sürüncemede bırakmak için yokturlar; hukuk hukukdışı davrananlara bile
lâzımdır.
Ö n e r i : Yukarıdan beri olan açıklamalarımızdan anlaşılacağı gibi;
Osmanlı’dan beri gerek ordumuzun siyasal alışkanlığı ve de gerekse
cumhuriyetimizi zorluklar içerisinde kuran asker kökenli yöneticilerin
eserlerini ayakta tutmak için alışkanlıkları doğrultusunda iç güvenlik
yaklaşımları ve onu güvenmedikleri sivil idare ile paylaşmak istememeleri ve
ortaya çıkan çarpık uygulamalar 21.yy. değerleri ve gerçeğiyle, hele-hele üyesi
olmaya çalıştığımız AB kriterleriyle hiçmi-hiç bağdaşmamaktadır.
1923’de %75’i köyde yaşayan
nüfusumuzun bu oranı günümüzde tersine dönmüş, eğitim düzeyi ve millî gelir
artmış (Bkz. Dipnot:4), iletişim ve ulaşım çağında herkes her yere ve her tür
bilgiye kolayca ulaşabilmektedir. Gizli-saklı bir şey kalmadığı gibi “kol
kırılır yen içinde kalır” anlayışı, günümüz şeffaf toplum anlayışı ile bağdaşmamaktadır, anlamı da yoktur. Korporatist
bir devlet anlayışı yerine, ferdi ve ferdin gelişimini esas alan hümanist
yaklaşımlar günümüzün ve gelişimin anahtarı durumundadır. İnsanları;
ideolojilerine, inançlarna veya inançsızlıklarına göre kategorize edip
değerlendirmek demode faşist uygulamalardır.
Bu anlayışı sırtımızdan atmak zamanı çoktan gelmiştir.
Askerimize gelince; bizim ordumuz
dünya klasmanında bir ordudur. Çünkü çok derinlere dayanan bir geçmişi ve
kültürü vardır. Fakat işlevi ve varoluş nedeni dışına çıkıp “toplum mühendisliği”
yapmaya kalktığında yanılıp, ters tepki almakta ve sonuçta kendisini
yıpratmaktadır. Nitekim 27 Mayıs 1960’dan sonra yaptığı her askerî müdahale;
zincirleme müdahaleler ve murat ettiğinin tersi sonuçlar doğmasına yol
açmıştır. Artık bunlar tartışmasız gerçeklerdir. Dünyayı bir asır öncesinin
olgularına göre algılayıp değiştirmeye kalkmanın sonucu hüsrandır.
Onun için ordumuz kışlasına dönüp,
esas fonksiyonuna kafa yormak zorundadır. Günümüzde topyekûn savaş ve düzenli
orduların savaşı yerine; destablizasyonu esas alan “düşük yoğunluklu
çatışmalar” devridir. Konsepti kısaca böyle tanımlayabileceğimiz günümüzde;
kıvrak, esnek, ateş gücü yüksek ve derhal reaksiyon verebilen yapılara ihtiyaç
vardır. Teçhizat ve donanımı hiç de eksik olmayan ordumuza ait medya
haberlerinde; kararlarda ve uygulamada gerekli esnekliği ve uyumu
sağlayamadığını üzülerek öğreniyoruz. Ancak bu karamsar tabloya rağmen
askerimizin, kendi iç dinamiğiyle bu sorunları aşıp şanına yaraşır bir görev
anlayışı içine gireceğine inanıyorum, yeter ki kendini ilgilendiren konulara
odaklanıp daha çok zaman ve enerji sarf etsin.
Buraya kadar açıklamalardan;
göstermelik bir maddeyle İçişleri Bakanlığına bağlıymış gibi görünen, esasen
hiç de bağlı olmadığını gördüğümüz; jandarma ve sahil güvenlik teşkilâtı ,
ordunun iç güvenlikteki anti-demokratik bir uzantısı olup, günümüz ihtiyacına
cevap vermekten uzaktır. Yararlı, fedakâr ve başarılı hizmetlerini
yadsıyamayız. Ancak örgütler de tıpkı canlı organizmalar gibi kendilerini
yenileyip üyum kapasitelerini arttırmazlarsa entropy’[4]e
yenik düşerler, olan budur.
Çözüm olarak; bu teşkilâtları
tamamen dağıtıp, ordudan bağımsız, tamamen sivil idarenin otoritesi ve denetimi
altında, hesap verirlik unsurlarının işlediği, sivil iç güvenlik kuruluşları
haline getirilmelidir. Çözüm radikal olmak zorundadır. Lağv edilecek bu
teşkilâtın personel ve imkânları, yeni oluşuma –isterseniz kır polisi diyelim-, kaynak olabilir. (Almanya’daki Landespolizei
gibi)
Keza Sahil Güvenlik Teşkilâtı da,
tamamen sivil otoritenin emrinde, ABD modeli “Coast Guard” gibi örgütlenebilir.
Millî Savunma Bakanlığına bağlanacak
ordumuz vazifesi olmayan işlerden sıyrılıp, kendi işine yoğunlaşmış –özellikle
de sınır dışı operasyonlarda- varlığını saygınlığıyla birlikte hissettireceği
düşüncesindeyim.
[1] Bkz. Özetleyerek; Çağın Polisi Sayı.95; İç Güvenliğin Sivilleştirilmesi
[2] 1923’de Fert Başı Millî Hasıla: $40.-idi. Günümüzde: $10.600.- olup, GSYH. $16.126.- dır.
[3] Yeri gelmişken belirtelim ki; kanun uygulayıcısı durumunda olan ne polis ne jandarma teşkilâtının “istihbarat” birimi kurmaları yanlıştır. Bu kuruluşlar ancak “haberalma” faaliyetinde bulunabilirler. İstihbarat birimleri bu teşkilâtların dışında ve bağımsız olması işin mahiyetinin gereğidir.
[4] Herhangi bir sistemin, evrenle birlikte düzensizlik ve bozulmaya olan eğilimidir.