Tarihsel Süreç-Ulusal Kimliği ve Milliyetçiliği Oluşturan
Etkenler
|
Kader ÖZLEM[*] |
Balkan coğrafyasının etnik açıdan bir mozaiği andıran
yapısı ve Fransız İhtilali’nin getirisi olan milliyetçilik kavramının bölgede
yol açtığı patlama, Osmanlı Devleti yönetimi açısından büyük bir tahribat
yaratmıştı. Bölgeye tarihsel perspektiften genel olarak bakıldığında; en uzun
istikrar döneminin barış, hoşgörü ve kardeşlik gibi temel insani değerlerin
ışığı altında Osmanlı Devleti zamanında yaşandığı görülmektedir. 19. yüzyılda
Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık mücadelesi veren Balkan ulusları,
20.yüzyılda ise kendi aralarında savaşarak bu girişimlerine devam etmişlerdir.
Soğuk savaş dönemi göreli bir istikrar sağlasa da “Demir Perde” ortadan
kalktıktan sonra, söz konusu uluslar yine birbirlerine girmişlerdir. Balkanlı
halklar, Osmanlı döneminde yaşadıkları huzuru ve rahatı bir daha
bulamamışlardır.
Balkanları
çatışma sürecine iten nedenlerin başında “milliyetçilik” olgusu gelmiştir.
Milliyetçiliğin yurtseverlik ekseninden çıkıp, “büyüklük” idealleriyle
birleşmesi aşırılılıkları da beraberinde getirmiştir. Balkan uluslarının en
büyük açmazları da burada ortaya çıkmaktadır. Küçük ulusların büyüklük
kompleksleri, irredentist/yayılmacı politikalara yol açarken; bu politikaların
olumsuz sonuçlarına yine ulusun kendisi katlanmak zorunda kalmıştır. Tarihsel
süreç içerisinde Balkanlar’da hemen hemen her milletin bir büyüklük ideali
olmuştur. Ne var ki, ‘düşünce’ ile ‘fiiliyat’ arasındaki tutarsızlık; hayal
kırıklıkları ve felaketleri de beraberinde getirmiştir. Realizm ve yurtseverlik
temelinde şekillenmeyen bu milliyetçi anlayışların tarihsel hezimetlerine son
iki yüzyılda birçok defa tanıklık edilmiştir.
Balkanlar
her ulusun barınabileceği bir bölge değildir. Zira “burada barınabilen dünyanın
her yerinde barınır” önermesi kanaatimizce doğruluk değeri taşımaktadır. Etnik
iç içe geçmişlik, katı milliyetçi refleksler, dış güçlerin bölgeye müdahaleleri
ve kendilerine birer uydu edinmeleri, ekonomik anlamda kalkınamamışlık gibi
hususların bir araya gelmesi bölgesel çatışmaların alt zeminini oluşturmuştur.
Sorun özü itibariyle, Balkan uluslarının Osmanlı Devleti’nin zamanla
çekilmesinin ardından ortaya çıkan otorite boşluğunu ve anarşik atmosferini,
işbirliği için bir fırsat olarak görmek yerine; “sıfır toplamlı” bir denkleme
indirgeyip çatışma için gerekçe olarak algılamalarıdır. Etnik dağılımın
dengesiz olması ise Balkan uluslarının öz kültürlerine sıkı sıkıya
bağlanmalarına neden olmuş ve farklı aktörlere karşı savunma içgüdüsüyle
hareket etmelerine yol açmıştır. Hâlbuki aynı halklar, Osmanlı egemenliğinde
kültürlerini serbestçe yaşayabilme imkânına sahip olduklarından, böyle bir
kaygı taşımamaktaydılar.
Osmanlı
Devleti’nden bağımsızlıklarını almaya çalışan Balkanlı ulusların o dönem
itibariyle milliyetçi tutumlarına baktığımız zaman, haklılık temelinde
şekillendiği söylenebilir. Kendi geleceğini tayin etme, özgürlük ve bağımsızlık
gibi hususlar Balkan uluslarının 19. yüzyılda başlıca talepleri olmuştur.
Bunlar her ulusun doğal istekleri olarak değerlendirilse de, yaşanan süreç
masumane bir şekilde cereyan etmemiştir. Sorun, söz konusu milletlerin
bağımsızlık sürecinde kutsal bir davayı yürüten sujenin asil ve haklı
eylemlerinden ziyade; birer çapulcu, yağmacı gibi hareket etmeleri noktasında
düğümlenmektedir. Bunun örnekleri bölgedeki sivil Türklere yönelik yapılan
baskın ve tecavüzlerde net bir biçimde görülmüştür. Bu noktada denebilir ki,
isyancılar bağımsızlık mücadelelerinde “özgürlük savaşçısı” edasıyla değil;
adeta terör örgütü militanları gibi hareket etmişlerdir. Diğer bir deyişle,
isyancılar bağımsızlık savaşıyla tedhiş hareketleri arasındaki ayrımı görmezden
gelmişler, tabi oldukları otoriteden ve onun asli tebaası olan Türklerden
intikam alma içgüdüsüyle hareket etmişlerdir. Ayrıca, isyanların sonucunda
kazanılan bağımsızlıklar yürütülen haklı bir davanın zaferi değil; başkalarının
hediyesi sonucu elde edilmiştir.
Balkan
uluslarının ulusal kimliklerinin ve milliyetçilik anlayışlarının
şekillenmesinde din unsurunun büyük bir etken olduğu açıktır. Bu süreçte dini
kurumlardan önemli ölçüde faydalanılmıştır. Bunun yanında Hıristiyan din
adamlarının birer militan gibi hareket ettiklerinin altını çizmek gerekir.
Bölgenin Ortodoks Hıristiyanlarında milliyetçilik anlayışının daha kuvvetli ve
irredentist olduğu gözlemlenirken; Katoliklerde Ortodokslara oranla daha ılımlı
bir hava hâkimdir. Türkler ve diğer Müslüman topluluklarda ise Osmanlı’nın
mirası olan insani değerlere sahip çıkma ve ‘ihtiyatlı bir şekilde bir arada var
olma’ arzusunun ön planda olduğu söylenebilir. Yine Balkan halklarının ulusal
kimliklerinin şekillenmesinde, “Balkan” kimliğinin açık bir biçimde
reddedilmesinin de etkisi vardır. Bölgede -Türkler ve Bulgarlar dışında- hemen
hemen bütün halklar “Balkanlı” kimliğini aşağılayıcı bir sıfat olarak kabul
etmektedir. Bağımsızlık hareketleri, 1913 Balkan Savaşları, 1993 Yugoslavya’nın
parçalanma süreci ve bunların ortaya çıkardığı sonuçlar uluslar arası ilişkiler
terminolojisine “balkanlaşma” kavramının girmesine neden olurken; yine bu
gerekçelerden dolayı bölge insanları “uygar Batı” (!) tarafından Batı’nın
içindeki Doğulular olarak nitelendirilmekten kurtulamamışlardır. Kendilerine
yönelik bu yaklaşımlara rağmen, Balkanlıların öz kimliklerini reddetmeleri trajikomik
bir tutumun yansımasından başka bir şey değildir. Bu halklar Batı’ya karşı
‘aşağılık psikolojisi’ içindeyken; aynı bölge içerisinde yaşadığı unsurlara
karşı ise ‘üstünlük kompleksi’ ile hareket etmektedir. İşte bu durum; bölge
aktörlerini, “aşağılık” psikolojisi içindeyken “büyük bir ağabeyi” örnek
almaya, “üstünlük” psikolojisi içindeyken de bölgede komşularını ve
ötekileştirdiklerini (bu unsur başta Türkler ve diğer Müslüman gruplardır)
ezmeye yöneltmiştir.
Balkanlı
halkların ulusal kimliğini oluşturan bir diğer önemli unsur da Türklerdir.
Türklerin Batı’ya doğru genişlemeleri Balkan halklarını harekete geçirmiş;
ancak durdurmaya yeterli olmamıştır. Aslı itibariyle, bölgeye yabancı olmayan
Türkler; Bulgar, Peçenek ve Kuman (Kıpçaklar) Türklerinin ardından Oğuz
Türklerinin de ‘İskân Politikası’ kapsamında bölgeye gönderilmesiyle,
demografik dengeleri kendi lehlerine çevirmişlerdi.[1] Daha genel bir ifadeyle, Türkler bölge
halkları kadar bölgede eski ve kökleri olan bir kavimdir denebilir. Uzun bir
zaman Türklerin yönetimi altında kalan Balkan ulusları, 19. yüzyılda bölge dışı
devletlerin destekleriyle Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık mücadelesine
girişmişlerdi. Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik kavramı, Osmanlı
Devleti gibi çok uluslu imparatorluklar üzerinde olumsuz sonuçlar yaratmıştı.
Bölgede devlet otoritesinde zafiyet belirtileri ortaya çıkarken, Türk ve
Müslüman nüfusa yönelik insanlık dışı eylemler kendisini göstermiştir. Bunun
sonucu olarak, Rumeli’den Anadolu’ya doğru geçmiştekinin aksine bir göç
hareketi yaşanmıştır. Ancak Osmanlı Devleti döneminde Balkanlar’a yerleşen
Türkler, İslamiyet’i de bölgeye taşımış; Arnavutların ve Boşnakların da
Müslüman olmalarıyla iki doğal müttefik kazanmışlardır. Bu iki topluluğun da
zamanla diğer unsurlarca ötekileştirilmek istendiğini vurgulamak lazımdır.
Kısacası, Balkan uluslarının kimlik oluşumunda bölgede yüzyıllardır süregelen
Türk hâkimiyetinin yanı sıra, günümüzde dahi bölgede bulunan hatırı sayılır
oranda Türk/Müslüman nüfusun[2] önemli etkisi bulunmaktadır.
Günümüzde
Balkan Milliyetçilikleri
Balkan
ulusları, yukarıda genel olarak çizilen karakteristiği günümüzde dahi muhafaza
ediyor olsalar da; zamanla dönüşüm yaşadıkları muhakkaktır. Balkanlılar,
bağımsızlık hareketlerine giriştiklerinde Batılılar için birer taşeron iken;
1913 ve 1993’te bölgede yaşananlarla birlikte barbarlığın ve geri kalmışlığın
timsali olmuşlardır. Balkan uluslarının bu sıfatlarla eşdeğerde görülmesi için
çok sayıda gerekçe vardır. Ancak, başka birçok alanlarda olduğu gibi burada da
Avrupa’yı örnek almışlardır. Diğer bir deyişle, bölge insanları barbarlığı
Avrupa’dan ithal etmişlerdir. Avrupalıların kimliksel ve düşünsel bağlamda
Balkan imgelemesi bu çerçevede şekillense de; öte yandan reel politik eksende
Balkanlılara kucak açmak zorunda kalmışlardır.
Soğuk
Savaş döneminde sosyalist ideoloji, bölgeye göreli bir istikrar getirmiştir. Bu
dönemde etnik hesaplaşmalar güncelliğini yitirmiş olsa da; tam anlamıyla
ortadan kalkmamıştır. Bu geçici istikrar döneminde dahi, Balkan Türkleri ve
Müslümanları için göç olgusu geçerliliğini korumuştur. İki kutuplu sistemin
çözülüşüyle birlikte uluslararası sistemde meydana gelen yapısal değişim,
bölgesel anlamda bir çözülme/değişim sürecini de beraberinde getirmiştir. Bu
yeni süreçte kimi devletler kanlı bir şekilde dağılırken; kimileri de yapısal
reformlar yapma yoluna gitmiştir. Bölgede yeni dönemde ortaya çıkan etnik
hesaplaşmalar, sadece totaliter devletlerce bastırılmış etnik kimliklerin,
küreselleşme sürecinin etkisiyle kendilerini yeniden ifade etme istemleriyle
açıklanamaz. Etnik bir volkanı andıran bölge için böylesi hesaplaşmalar,
tarihsel birikime sahip olağan bir durumdur.
Tarihsel
deneyimler göstermiştir ki; Balkanlar hâkim bir otoritenin altında olmadan,
kaynayan bir kazanı çağrıştırmaktadır. Farklı bir ifadeyle, bölgenin istikrar
çizgisinde olması egemen bir gücün varlığına bağlıdır. Kısmen de olsa Osmanlı
Devleti ve Sovyetler Birliği bu görevi başarıyla yerine getirmişseler de;
bölgeye damgasını vuran Osmanlılar olmuştur. Todorova’ya göre, günümüz
Balkanlar’ı Osmanlı Devleti’nin mirasıdır.[3] Soğuk savaş sonrası dönemde Bosna Hersek
ve Kosova örneklemlerinde yaşanan gelişmeler Batı’nın müdahalesini zorunlu
kılmış; bölgede istikrarın yeniden tesisi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönem
itibariyle, Balkanları “kazanan aktör” olarak Avrupa Birliği göze çarparken;
Osmanlı Devleti ve Sovyetler Birliği’nin veliahtları olan Türkiye ve Rusya
bölgede manevra kabiliyetini önemli ölçüde kaybetmişlerdir.
Avrupa
Birliği, Balkanlara açılma stratejisi kapsamında bölge ülkelerine üyelik
perspektifleri vermiş ve bu süreçte gerekli reformları yerine getirebilecek
liberal hükümetleri desteklemiştir. Yeni dönem bölge siyasetinde
milliyetçiliğin ve iki kutuplu sistemden kalma sosyalist-milliyetçi anlayışın
etkisi ülkeden ülkeye değişim göstermiştir. Genel olarak, milliyetçiliğin
Avrupa Birliği üyelik sürecinde içe kapanık, pasif bir hale getirildiği
görülmektedir. Ne var ki, söz konusu durum milliyetçiliğin tasfiye edildiği
anlamı da taşımamaktadır. Zira Balkanları Balkanlar yapan husus, milliyetçi
ideolojinin varlığıdır.
Diğer
taraftan Balkan milliyetçiliği için yeni bir paradoks kendisini göstermektedir:
Avrupa Birliği’ne girmeye can atan Balkan halkları ve bu halkların milliyetçi
taraftarları. Mesele grupların kimliklerini nasıl ifade ettikleriyle yakından
ilintilidir. Hıristiyanlık ortak paydasında yükselen ve ekonomi-politik
zaruretlerle ayakta duran AB, Balkan ülkelerine açık kapı bırakırken bir nevi
Balkan kimliğini kendi değer yargıları içerisinde içselleştirmeye
çalışmaktadır. AB’nin bu politikası sonucu Katolik-Ortodoks ayrımının anlamını
kaybettiği görülmektedir. Bu durum salt kimlik olgusuyla değil, yeni dünya
düzeninin gerekleri de hesaba katılarak açıklanabilir. Balkan ulusları ise
kimliksel olgudan ziyade ekonomik gerekçelerden dolayı AB üyeliğine sıcak
bakmaktadır. AB üyeliğine pragmatik bir perspektiften bakmaya çalışan Balkan
milliyetçileri, devletin egemenlik yetkilerinin kısıtlandığı noktasında karşı
çıkmaktadırlar. Bunun yanında üzerinde durulması gereken bir diğer soru da
hangi milliyetçi anlayışın kendi milleti dışında bir otoriteye boyun
eğeceğidir. Bunun çözümü biat etmekte değil; ettirebilmekte yatmaktadır. Avrupa
Birliği’nin, Osmanlı Devleti ve Sovyet Birliği’nin yanlışlarından ders alması
gerekmektedir. Aksi halde, sorunlu bir bölge Birlik için sorun olmaya devam
edecektir.
Yeni
dönemde bölge milliyetçilerinin etnik sorunlar üzerinde daha fazla
yoğunlaştıkları görülmektedir. Bulgaristan’da, Bosna Hersek’te, Kosova’da, Batı
Trakya’da ve Sancak’ta bunun bariz örneklerine rastlanmaktadır. Bu bölgelerin
dikkat çeken özelliği Türk ve Müslüman grupları barındırmasıdır. Genel bir
ifadeyle denilebilir ki, Balkan milliyetçiliği yeni dönemde dahi Türk-Müslüman
karşıtlığı temeline dayanmaktadır.
Değerlendirme
Balkanlarda
geniş bir altyapıya sahip olan milliyetçilik olgusu, Fransız İhtilali ve
sonrasındaki sürece bölgenin kaderine damgasını vurmuştur. Büyüklük idealleri,
Balkan kimliğinin reddi, din olgusu, aşağılık-üstünlük kompleksleri, bölgede
ötekileştirilen unsurlar olan Türk-Müslüman karşıtlığı gibi etkenler üzerinde
şekillenen Balkan milliyetçiliği, yeni dünya düzeninde değişim/dönüşüm
sürecinin içerisine girmiştir. Günümüzde dahi, milliyetçilik bölgede
popülaritesini kaybetmemiş; ancak bastırılmış ve pasif bir görünüme
kavuşmuştur. Bunda AB üyelik perspektiflerinin önemli ölçüde etkisi
bulunmaktadır. Önümüzdeki süreçte, bölgedeki Hıristiyan unsurların kimliğinin
ve milliyetçilik anlayışlarının şekillenmesinde dışsal bir unsuru olan
Türk-Müslüman karşıtlığının önemini koruyacağı anlaşılmaktadır.
[1] Osmanlı
İmparatorluğu’nun dini temelde şekillenen bir devlet olduğu göz önüne
alındığında; nüfus değerlendirmeleri açısından esas ölçüt olarak kabul edilmesi
gereken unsur, Müslüman tebaanın durumudur. Ne var ki, söz konusu durum
Müslüman örnekleminde de değişmemekte; Müslümanlar demografik olarak
çoğunlukta bulunmaktaydı. Daha detaylı bilgi ve istatistikî veriler için bkz.
Yıldırım Ağanoğlu, “Osmanlı’dan Rumeli’ye Balkanların Makûs Talihi Göç”,
İstanbul: Kum saati Yayınları, 2001, s. 42–43.
[2] Türklük ve
Müslümanlık kavramları birbirinden farklı olsa da, başta Sırplar olmak üzere
bölgedeki diğer gruplar için de bu iki kavramın birbirine eş değerde tutulduğu
gözlemlenmektedir. Ancak bunun istisnai durumları da mevcuttur: Müslüman bir
Arnavut, Türk olarak algılanmazken; Türk olmayan Müslüman Boşnak, bir Sırp’ın
gözünde Türk’tür.
[3] Ayrıntılı bilgi
için bkz. Maria Todorova, “Balkanları Tahayyül Etmek”, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003; Kader Özlem, “Maria Todorova’nın Çözümlemesinde Balkanlara,
Türklere ve Batılılara Kavramsal, Siyasal ve Kültürel Yaklaşım”, Balkanlarda
Türk Kültürü, Sayı:61, 26–27