Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Cumhuriyeti Yaşatanlar

image002Türkiye, Balkan harbinden sonra ciddi anlamda göç hareketlerine maruz kaldı.  Bu göçlerden bir kısmı belli anlaşmalara dayanırken, bazen de bir kaçış niteliğinde olmuştur.

1923-1925 yılları arasında Yunanistan’dan Türkiye’ye olan göç hareketi Türk-Yunan tarafları arasında yapılan bir anlaşma sonunda gerçekleştirildi. 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalanan Türk-Rum ahali mübadelesine ilişkin sözleşmenin, 25 Ağustos’ta her iki ülke tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesinden sonra, göçmenlerin mübadelesine başlandı.

Bu anlaşmayla Türk ve Yunan tarafı homojen yapıya sahip milli bir devlet oluşturmayı hedef aldıklarından, zamanla ortaya çıkan bazı sorunlar karşılıklı göç uygulamasını durdurmadı. Ne var ki savaştan henüz kurtulmuş olan Türkiye, Türk mübadillerin iskânında olağanüstü çaba sarf etmek durumunda kaldı. Zira, Yunanlıların işgal ettiği bölgeler birer harabe halindeydi; hemen hepsi iskân bölgesi olarak belirlenen bu yerlerde gayri Müslimlerin terk ettiği evler de göçmen iskânına müsait değildi. Diğer yandan göçmen mübadelesinde acele edilmek zorunda kalınması, isabetli bir imar ve iskân plânının yapılmasına zaman bırakmamıştı. Ayrıca mübadeleye tâbi göçmenlerden başka diğer göçmen, mülteci ve yangın zedelerin de iskân edilmesi gerekiyordu.

Türk göçmenlerin ihtiyaçları sadece TBMM Hükümeti, Kızılay ve halkın yardımlarıyla karşılanırken, Anadolu’dan Yunanistan’a giden Rum göçmenlerine yardım eden yedi ayrı Amerikan teşkilâtı vardı. Bunun yanı sıra, Milletler Cemiyeti de, Yunan Milli Bankası başkanını davet ederek altı milyon sterline kadar uzun vadeli borç verebileceğini bildirmişti. Türk mübadiller, “Yunanistan’ın gördüğü yardımdan yoksun olarak, savaş yıkıntılarını taşıyan topraklara, tüm doğramaları ateş yakmak için kullanılmış” evlere yerleşmek zorunda kalıyorlardı. Göçmenlerin iskânı özellikle 1924 yılının en önemli sorunlarından birisini oluşturmuş, hatta Ekim ve Kasım aylarında TBMM’de soru ve gensoru önergeleri şeklinde gündeme getirilmişti.

image006

Bu gelişmeler sonrasını, Mustafa Kemal Atatürk’ten dinleyelim; 

“Efendiler, 8 Kasım günü, Meclis’te gensoru görüşmelerine devam edildi. Feridun Fikri Bey’in “Meclis soruşturması” nın kabulü ile ilgili konuşması, birçok konuşmacının sözleriyle karışarak hayli uzadı. Ondan sonra Yunus Nadi Bey kürsüye çıkarak : “Efendiler, dedi, memleketin rejimi söz konusudur. Cumhuriyet rejimi söz konusudur. Her şeyden önce bu meseleyi görüşmek lâzımdır! “. Yunus Nadi Bey, Rauf Bey’in bir gün önceki sözleri üzerinde durarak, “millî hâkimiyet mi Cumhuriyet’in gelişmesinden doğmuştur? Yoksa Cumhuriyet mi millî hâkimiyetin gelişmesinin sonucudur?” Şeklinde bir nazariyenin tartışılmasının, yersiz olduğunu açıkladı.

Rauf Bey’in “Değil halifenin, saltanatın, bu makamın haklarını elinden alabilecek olan herhangi bir makamın aleyhindeyim” şeklindeki sözlerini, Yunus Nadi Bey, şöyle yorumladı: “Rauf Bey’e göre bu makamın hakları vardır. İfade açıktır. Saklı hakları vardır. Sakın kimse almasın, günün birinde belki lâzım olacaktır. Hâlbuki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu çıkmıştır. Bütün makamlar tespit edilmiştir. Bütün durumlar kanunda yerini almış, belirtilmiştir. Ama hâlâ efsaneden safsatadan söz ediyor.”

Bundan sonra Yunus Nadi Bey Şunları söyledi : “… Cumhuriyet’i beğenmeyen kimseler vardır. Açıkça söyleyemediklerini düşüncelerinde besleyen yaratıklar vardır ve bunlar içimizdedirler. “…

Yunus Nadi Bey, Rauf Bey ve arkadaşlarının gösteri yaparcasına davranışlarından, müfettiş paşaların istifalarından ve Meclis’in içinde oyun oynanılmayacağından söz ettikten sonra, dedi ki: “Özel ve gizli tertiplerle bazı maksatları gerçekleştirebiliriz kuruntusuna kapılarak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin köşesinde oturarak bu türlü şeyleri yapmak saygısızlıktır. Kabul edemeyiz, efendim”.

Yunus Nadi Bey, Refet Paşa’ya ilişerek Şunları söyledi:

“Yüksek malûmunuz olduğu üzere, Refet Paşa Hazretleri, altı yedi ay önce, basında yer alan gösterişli ve yersiz… bazı açıklama ve demeçlerle milletvekilliğinden istifa etmişlerdir. Garip bir olaydır. Gerekçe olarak eklemişlerdi ki, milletvekilliğinden çekilmelerinin sebebi, karanlık odada, yalnız arkadaşları arasında bir millî ant mı ne, bir şey varmış. Orada toplanan arkadaşları iş başına getirecekmiş. Efendim, çok merak ettim bu işi.”

Afyonkarahisar Milletvekili Ali Bey, yerinden söze karıştı ve : “Yani generaller hükûmeti” dedi. Yunus Nadi Bey : “Çok merak ettim bu işi :” diyerek sözüne devam etti ve dedi ki : “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu vardır. Cumhuriyet kurulmuştur. Hükûmetin nasıl teşkil edileceği orada yazılıdır. Bütün bunları idare eden bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Hayır, bunlar yeterli değildir. İstenir ki, Refet Paşa milletvekilliğinden istifa etsin ve gitsin hükûmet kursun; yakın arkadaşlar toplansın… Ne kanaattir bu?”

“Efendim, dağ başında mıyız? Demirci Efe’yi alıp gelip de hükümet mi kuracaktı? Meclis yok mudur? Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yok mudur? Bu ne mantıksızca harekettir.”

Refet Paşa, Yunus Nadi Bey’e cevap vermek üzere kürsüye çıktı. Kendisini savunmaya çalışırken, Rauf Bey ile aralarında bir fikir birliği olduğundan, Rauf Bey’in söylediği her şeyin onun hesabına da kaydedilmesi gerekeceğinden söz ettikten sonra : “İki asker milletvekilinin Meclis’e dönmelerini istemişsem, acaba Çin’de olduğu gibi bir cumhuriyeti mi yapmak istemiş olurum?” dedi. Refet Paşa’nın sözlerine, birçok milletvekili oturdukları yerden kısa cevaplar vermeye başladılar. Hemen hemen karşılıklı tartışmaların yapıldığı bir konuşma oldu. Nihayet, kürsü başka bir muhalif konuşmacıya bırakıldı. Bundan sonra kürsüye çıkan Mahmut Esat Bey  (İzmir Millet Vekili), “…Günlerden beri sürmekte olan ve sonu bir türlü gelmeyen görüşmelere ne inkılâbın ve ne de milletin tahammülü vardır” dedikten sonra “durumun inkılâp adına, inkılâbı ileri götürmek adına hükümeti düşürmek” ten ibaret olmadığını belirtti. Mahmut Esat Bey, her Şeyden önce gidilecek yolların belirtilmesi gerektiğini, o takdirde daha samimî ve daha kesin olarak yürünebileceğini söyledi ve Rauf Bey’in görüşüne temas ederek şöyle bir değerlendirme yaptı : “Millî hâkimiyet başka bir konudur. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet rejimleri ve istibdat daha başka konulardır. Bunlardan bir kısmı devlet şekilleridir. Diğerleri millet iradesinin kullanılması ve uygulanmasıdır. Bu dört şekil içinde, millî hâkimiyetin çeşitli yollarla uygulandığını görüyoruz. Hatta bir parça istibdat şeklinde bile vardır. Meşrutiyet’te biraz daha fazla, Cumhuriyet’te daha fazla. . Bundan dolayı, burada iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir, Millî hâkimiyet Cumhuriyet’in gelişmesinin eseridir denemez. Çünkü millî hâkimiyet, şekil değildir. Ruh ve öz meselesidir.”

image004

Mahmut Esat Bey, Rauf Bey’in şahsî görüş diye ortaya attığı sözler üzerinde, gerektiği kadar durduktan sonra : “Türk inkılâbı yükseliyor. Ancak, bu inkılâbı süratle hedefine, milletçe beklenen hedefine ulaştırabilmek için, bir an önce gerçek durumun açıklık kazanması lâzımdır. Türk milleti, ortada, demokrasi adına çekilmiş bir kılıç gibi bunu beklemektedir” sözleriyle konuşmasına son verdi. Bundan sonra, Adalet Bakanı Necati ve Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey’ler, muhalif konuşmacıların sorularına uzun konuşmalar yaparak cevap verdiler.

Maliye Bakanı Mustafa Abdülhâlik Bey, konuşmasına başlamadan önce, Rıza Nur Bey’den, zabıttaki sözlerinden bazılarının açıklanmasını istedi. Rıza Nur Bey, Yanyalı’ların Türklüğünü şüpheli gösterecek şekilde sözler söylemişti. Abdülhâlik Bey, Rıza Nur Bey’in düşüncesindeki yanlışlığı şöyle düzeltti: Doktor Bey altı yüz yıl önce, Arnavutluk’un bir parçası olan Yanya’ya giden atalarımın orada bıraktıkları torunlarını, başka bir soydanmış gibi göstererek, onları itham ediyor. Hem de kim? Maalesef öyle saygıdeğer bir arkadaşım ki, altı yıldan beri mutaassıp bir milliyetçi olmuştur. Daha önce öyle değildi. Kendisi daha iyi bilirler. Ben o Yanya’lı dedikleri adam, Türklük için silâhla savaşırken, kendileri tam tersine Arnavutları “Türklüğe karşı” ayaklansınlar diye kışkırtmıştır.

Gerçekten de Rıza Nur Bey’in siyasî hayatında birçok mücadelelere katıldığı biliniyordu. Bu durumu milliyetçi olarak Millet Meclisi devrinde, ona hizmet ve çalışma alanları gösterilmesine engel sayılmamıştı. Fakat, Türklerin Rumeli’den çıkarılması gibi, her Türk’ün kalbinde sonsuz ve unutulmaz bir acı yaratan büyük felâket olayında aşırı milliyetçi Rıza Nur Bey’in, Arnavut âsileriyle birlikte Türklere karşı çalıştığını bilmiyorduk. Bu durum anlaşılınca Büyük Millet Meclisi’ni hayret ve dehşet kapladı.

Bundan sonra Maliye Bakanı öteki konular üzerindeki açıklamalarına geçti. Onun arkasından Tarım Bakanı Şükrü Kaya Bey söz aldı. Şükrü Kaya Bey, özellikle Tarım Bakanlığı’nı tenkit eden bir konuşmacıya cevap verdi ve ziraat işlerinin güzel cümleler, güzel sözler ve güzel mantıklarla gizlenecek bir şey olmadığını açıkladıktan sonra: “Bu, toprağa yazılan bir eserdir. Onun sayfaları açık ve herkes tarafından okunmaktadır” dedi ve ilâve etti : “Kalkıp da yüce Meclis’in huzurunda, Şöyle yapıldı, böyle yapıldı gibi demagoji yapılabilir mi? Bu ne cürettir?”

Ticaret Bakanı Hasan Bey ve Bayındırlık Bakanı rahmetli Süleyman Sırrı Bey’den sonra konuşma sırası Dışişleri Bakanlığı’na ve Başbakanlık’a geldi.

Efendiler, Başbakan İsmet Paşa, gensorunun genel olmasını teklif ettiği günden sonra, görüşmelere katılamayacak kadar hastalanmış, yatıyordu. Millî Savunma Bakanı Kâzım Faşa, İsmet Paşa adına kürsüye çıkarak gereken açıklamaları yaptı.

Artık gensoru görüşmelerine son verme zamanı gelmişti. Görüşme yeterliği kabul edildikten sonra, Feridun Fikri Bey’in Meclis soruşturması önergesi reddedildi.

19 oya karşı 148 oyla İsmet Paşa Hükümeti güvenoyu aldı. Bir kişi de çekimser kalmıştı. Efendiler, Meclis’te yenilmiş olanların gazeteci arkadaşları, bu sonucu elbette hiç beğenmediler. Daha küskün ve inatçı bir şekilde hücumlara geçtiler.

9 Kasım tarihli Vatan gazetesinin başmakalesi : “Bugünkü idare Şekli, adına göre milli hâkimiyetin en yüksek şekli olmuştur. Fakat hükümetçilerin zihniyeti biraz kazılsa, hemen hiç değişmemiş olduğu görülür” ve : “Bugün gerici kelimesi yeniden sık sık kullanılır olmuştur” şeklinde tenkitlerle doludur.

10 Kasım tarihli Vatan’ın “Meydan Muharebesi’nin Neticesi” başlıklı başmakalesinde Timurlenk’in fil hikâyesi tekrarlandıktan sonra, Hükümet’i düşürmeye çalışanların iyi hareket edemediklerinden yakınan şu düşünceler yer alıyordu : “Ankara’da ilk gensoru görüşmeleri başladığı zaman, ortada tenkitçi, azimli bir çoğunluk vardı.” “Tenkitçiler bu durumu idare edemediler. ‘Teşkilatsız kimseler olarak teker teker tenkitlerde bulundular.” “Teker teker yapılan tenkitler bile, sağlam ölçülerle yürütülemedi. Gensoru genelleşince, tatil zamanındaki not defterlerini açan olmadı. En keskin tenkitçiler bile, dillerinin altındakini söylemekten çekindiler.

Makale sahibi, duruma, politikacılık açısından bakarak, diyor ki : “Hükümetçilerin mükemmel bir ayarlama ile ve başından sonuna kadar iyi düşünülmüş bir plânla hareket ettikleri görülür.”

Burada, insanın makale sahibine şöyle bir soru soracağı geliyor:

Milletin kaderinin sorumluluğunu ellerine aldırmak istediğiniz kimseler, aylarca ve aylarca hazırlandıktan ve İstanbul’daki arkadaşlarıyla da uzun boylu görüştükten sonra, sizin de belirttiğiniz gibi, dillerinin altındakini söylemekten çekinecek kadar kendilerine güvenemezlerse, topu topu on dokuz buçuk kişinin Meclis’teki hareketini birleştiremeyecek kadar güçsüz olurlarsa, bu kimselerin devletin başına geçmeye lâyık oldukları düşünülebilir mi?

Efendiler, Tanin’in “Mirsad-ı İbret” sütunundan da birkaç cümle okuyacağım (1). Bu sütunu dolduran yazar, bütün memlekete Meclis’in manzarasını seyrettiriyor ve ona: “Eyvah! Bu da ötekiler gibi çıktı dedirtiyor.”

Pusuya yatan bu yazar, kulağına şu sözlerin fısıldandığını da işitiyor : “.. Eski yıkıntılarla yapılan bir binadan ne umarsın ki!…”

Acaba, bu yazıları yazmış olan kimse, o gün gerçekten böyle mi duygulanmıştı? Yoksa, bu anlamsız sözleri, milleti bize karşı kışkırtmak için bile bile mi yazıyordu? İster öyle, ister böyle olsun, her ikisi de doğru değildi. Bu türlü yazarlar Cumhuriyet’e kötülük etmişlerdir.

Efendiler, Tevhid-i Efkâr’ın da  mutat olduğu gibi “Faydasız ve kıymetsiz bir Zafer” diye yazdığı faydasız ve kıymetsiz yazıları devam ediyordu.

Saygıdeğer Efendiler, komployu konusunu açıklarken ve komplonun Meclis içindeki safhasını anlatırken, önemsiz gibi sayılabilecek bazı ayrıntılar üzerinde durdum. Bunda beni haklı bulacağınızı umarım.

Hatıra gelir ki, her hükûmet, her zaman bu gensoru önergesi ile sorguya çekilebilir. Bir gensoruya bu kadar önem vermek doğru mudur? Arz etmeliyim ki, söz konusu olan gensoru, normal bir gensoru değildi. Hazırlanan komplonun özel bir safhasıydı. Bu gensoru sahnesinden sonradır ki, muhalifler, maskelerini atmaya mecbur edildiler. Bilindiği üzere “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli eller tarafından çizilen programını da ortaya attılar.

“Cumhuriyet” kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye “Cumhuriyet” ve hem de “Terakkiperver Cumhuriyet” adını vermiş olmaları, nasıl ciddîye alınabilir ve ne dereceye kadar samimî sayılabilir?

Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları bu parti “Muhafazakâr” adı altında ortaya çıkmış olsaydı, belki bir anlamı olurdu. Fakat bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları elbette doğru değildi.

 “Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır” ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, asırlardan beri, cahil ve mutaassıpları, hurafeperestleri iğfal ederek, hususi maksatlar teminine kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk Milleti asırlardan beri, nihayetsiz felaketlere, içinden çıkabilmek için, büyük fedakârlıklar gerektiren, kirli bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sevk olunmamış mıydı?

Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında : “Biz Hilafeti yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi Hilafeti kaldırdı. İslâmiyet’e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecektir” diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı slogan bu gerici haykırışlarla dolu değildir denebilir mi?

Bakınız Efendiler, bu slogana bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce ( 10 Mart 1923 tarihinde) idam edilmiş olan Cebranlı Kürt Halit Bey’ e yazdığı mektuptaki Şu cümlelere bakınız : ” İslâm dünyasının ebedîliğini sağlayan ilkelere saldırıyorlar.” “Bu konudaki açıklamalarınızı arkadaşlara da okudum. Hepsinin gayretlerini artırdım.” “Batıyı örnek almak, tarihimizi, medeniyetimizi, kaybetmeyi zarurî kılar. “… “Hilafeti yıkmak, lâik bir idare kurmayı düşünmek, İslâmlığın geleceğini tehlikeye sokacak sebepleri yaratmaktan başka bir sonuç veremez”.

Efendiler, olaylar ve olup bitenler ortaya koydu ve ispat etti ki, “Terakkiperver ve Cumhuriyet Fırkasının programı en hain kafaların eseridir. Bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, yeni Türk Devleti’ni körpe Türk Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedef alan plânlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Tarih, (gizli maksatlarla hazırlanmış, genel ve gerici nitelikteki) Doğu isyanının sebeplerini inceleyip araştırdığı zaman, onun önemli ve belirli sebepleri arasında “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın dinî konularda verdiği sözleri, doğu’ ya gönderdiği sorumlu sekreterinin kurduğu örgütü ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.

Hatıra defterini “fazladan ve gece kılınan namazlar’ ın sevabını anlatan hadislerle dolduran bu sorumlu sekreter, doğu illerimizde dinî kışkırtmalarda bulunurken, partisinin programını uygulamıyor muydu? Masum halka, beş vakit namazdan başka, geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve nasihat eden, belki de ömründe hiç namaz kılmamış  olan bir politikacı olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu ?

Efendiler, yaptığımız inkılâbın genişliği ve büyüklüğü karşısında eski hurafelerin ve müesseselerin birer birer yıkılışını gören bağnaz ve gerici unsurlar, “dinî düşünce ve inançlara saygılı” olduğunu ilân eden bir partiye ve özellikle bu partinin içinde isimleri ün yapmış kimselere dört elle sarılmazlar mı? Yeni parti kuran kimseler bu gerçeği kavramış değiller midir? O halde, ellerine aldıkları din bayrağı ile, millet ve memleketi nereye götürmek istiyorlardı? Böyle bir soruya verilmesi gereken cevapta iyi niyet, gailet, kayıtsızlık gibi sözler, memleketi ileriye götüreceğim diye ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri için mazeret sayılamaz!

Efendiler, yeni parti kendine ad olarak seçtiği “Terakkî” ve “Cumhuriyet” kelimelerinin tam tersi olan anlamlarla gelişmiştir. Bu partinin liderleri, gericilere gerçekten ümit ve kuvvet vermiştir. Buna örnek olarak arz edeyim: Ergani’de, asilerin valiliğini kabul eden ve sonra asılmış olan Kadri, Şeyh Said’e yazdığı bir mektupta : “Millet Meclisi’nde, Kâzım Karabekir Paşa’nın partisi, şeriat hükümlerine saygılı ve dindardır. Bize yardımcı olacaklarına şüphe etmem. Hatta, Şeyh Eyüp’ün yanında bulunan sorumlu sekreterleri, partinin tüzüğünü getirmiştir…” diyor. Şeyh Eyüp de yargılanması sırasında : “Dini kurtaracak tek partinin, Kâzım Karabekir Paşa’nın kurduğu parti olup, şeriat hükümlerine uyulacağının, parti tüzüğünde ilân edildiğini” söylemiştir.

Efendiler, “Terakkiperver” ve “Cumhuriyet” kelimelerini kullanarak, bize ve milletin aydınlarına karşı din bayrağını gizlemeye çalışanların, memlekette genel bir gericilik ve ayaklanmaya yol açmak için içeride ve dışarıda türlü düzen ve kışkırtmalarla uğraşanların varlığından habersiz oldukları düşünülebilir mi? Yeni partiye girenlerin bütün üyeleri söz konusu olmasa bile, dinî vaatleri başarıya ulaşmanın en etkili unsurları sayan ve bununla ilgili sloganı tüzüklerine de koymuş olan kimselerin, Şahıslarımıza ve memlekete karşı yöneltilmiş olan suikastlardan habersiz oldukları kabul edilemez!

Diyelim ki bunların isyanın patlak vermesinden aylarca önce, memleketin şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan, “Cemiyet-i Hafiye-i İslâmiye” teşkilâtından, İstanbul’da Nakşıbendi Şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım için söz verildiğinden ve nihayet millî sınırlarımızın dışında bulunup da Doğu isyanını kışkırtanların bildirilerinde, Kâzım Karabekir Paşa’nın partisinden ümitle söz edildiğinden haberleri olmadığını düşünelim. Ancak, Bunların, Fethi Bey Hükûmeti zamanında, doğrudan doğruya Fethi Bey vasıtasıyla kendilerine, partilerinin zararlı, isyan ve gericiliği kışkırtıcı bir durum ve nitelikte olduğu bildirildiği zaman olsun, gerçeği görüp anlamaları gerekmez miydi? Hükûmetin ve benim tertemiz düşüncelerle yaptığımız bu uyarmalardan sonra olsun, gerçeği kavrayıp ona uymaları beklenirdi. Onlar tam tersine, bu defada “dinî düşünce ve inançlara saygılıyız” sloganını, büsbütün zıt bir anlamda yorumlamaya kalkıştılar. Sözde, bu sloganla, her dinin ve her dinden olanların düşünce ve inançlarına saygılı olduklarını belirtmek… geniş ölçüde hürriyetçi olduklarını anlatmak istiyorlarmış… Efendiler, böyle bir tutuma dürüst ve samimîdir denemez!

Politika dünyasında birçok oyunlar görülür. Fakat, kutsal bir ülkünün kendini ortaya koyduğu Cumhuriyet rejimine, çağdaş yenileşmeye karşı; cahillik, bağnazlık ve her türlü düşmanlık ayağa kalktığı zaman, özellikle yenilikçi ve cumhuriyetçi olanların yeri, gerçekten yenilikçi ve cumhuriyetçi olanların yanıdır. Yoksa gericilerin ümit ve faaliyet kaynağı olan saf değil..

Ne oldu Efendiler? Hükümet ve Meclis olağanüstü tedbirler almayı gerekli gördü. Takrîr-i Sükûn Kanunu’nu çıkardı. İstiklâl Mahkemeleri’ni kurdu. Ordunun savaşa hazır sekiz dokuz tümenini, uzun zaman isyanı bastırmak üzere görevlendirdi. “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” denilen zararlı siyasî kuruluşu kapattı.

Bütün bu yapılanlar, elbette Cumhuriyet’in başarısı ile sonuçlandı. Âsîler yok edildi. Fakat Cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bütün safhaları ile son bulduğunu kabul etmediler. Alçakçasına son bir teşebbüse giriştiler. Bu teşebbüsler İzmir suikastı olarak kendini gösterdi. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici pençesi, bu defa da Cumhuriyet’i suikastçıların elinden kurtarmayı başardı.

Saygıdeğer Efendiler, durumun ciddileşmesi üzerine, hükümetçe olağanüstü tedbirler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk defa ortaya koyduğumuz zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı. Takrîr-i Sükûn Kanunu’nu ve İstiklâl Mahkemeleri’ni, bir baskı vasıtası olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi benimsetmeye çalışanlar oldu.

Şüphe yok ki, zaman ve olaylar, bu nefret verici düşünceyi aşılamaya çalışanları, elbette utanılacak bir duruma düşürmüştür.

Biz, alınan fakat kanunî olan bu olağanüstü tedbirleri, hiçbir zaman ve hiçbir Şekilde kanunun üstüne çıkmak için bir vasıta olarak kullanmadık. Aksine, memlekette huzur ve güvenliği sağlamak için uyguladık. Biz o tedbirleri, milletin medenî ve sosyal alandaki gelişmesinde yararlı kıldık.

Efendiler, aldığımız olağanüstü tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmadığı görüldükçe, onların uygulamadan kaldırılmasında tereddüt edilmemiştir. Nitekim, İstiklâl Mahkemeleri, zamanında kaldırıldığı gibi, Takrîr-i Sükûn Kanunu da yürürlük süresinin sonunda, yeniden Büyük Millet Meclisi’nin incelemesine sunuldu. Meclis, Kanunun bir süre daha yürürlükte kalmasını gerekli bulmuşsa, elbette, bu milletin ve Cumhuriyet’in yüksek yararları içindir. Yüce Meclis’in elimize istibdat vasıtası verme gayesi güderek böyle bir karar aldığı düşünülebilir mi?

Efendiler, Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte ve İstiklâl Mahkemeleri’nin faaliyette bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclis’in ve milletin güven ve itimadının tamamen yerinde kullanılmış olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Memlekette yapılan, büyük isyan ve suikastlar bertaraf edilerek, temin olunan asayiş ve huzur, elbette, halkı memnun etmiştir.

Efendiler, milletimizin başına giymekte olduğu, cahillik, gaflet, taassup, yenilik ve medeniyet düşmanlığının belirgin işareti gibi görünen fesi atarak, onun yerine bütün medenî dünyaca başlık olarak kullanılan Şapkayı giymek ve böylece, Türk milletinin medenî toplumlardan zihniyet bakımından da hiçbir ayrılığı bulunmadığını göstermek kaçınılmaz oluyordu. Bunu, Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlükte iken yaptık. Bu kanun yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Fakat bu uygulamada, kanunun yürürlükte oluşu da kolaylık sağlamış oldu denirse, bu, çok doğrudur. Gerçekten de Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olması, bazı gericilerin, milleti geniş ölçüde zehirlemesine meydan vermemiştir. Gerçi, bir Bursa Milletvekili, yasama görevi boyunca, hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman Meclis’te milletin ve Cumhuriyet’in çıkarlarını savunmak için ağzına bir tek kelime bile almamış olan Bursa Milletvekili Nurettin Paşa, yalnız Şapka giyilmesinin aleyhine uzun bir önerge vermiş ve bunu savunmak için kürsüye çıkmıştır. Şapka giydirilmesinin “temel haklara, millî hakimiyete ve kişi dokunulmazlığına aykırı bir işlem ” olduğunu iddia etmiş ve bunun “halka uygulanmamasını sağlamaya” çalışmıştır. Ancak, Nurettin Paşa’nın, millet kürsüsünden alevlendirmeyi başarabildiği taassup ve gericilik duyguları sonunda birkaç yer de, o da yalnız birkaç gericinin, İstiklâl Mahkemeleri’nde hesap vermeleriyle söndü.

Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, Şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık v.b. birtakım unvanların kaldırılması ve yasaklanması da Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlükte iken yapılmıştır. Bu konularla ilgili yürütme ve uygulamaların, toplumumuzun, hurafelere inanan, ilkel bir kavim olmadığını göstermek bakımından ne kadar gerekli olduğu takdir olunur.

Bir takım Şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin kendine has niteliğini yanlış şekilde gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türkiye Devleti’nde Türkiye Cumhuriyeti’nde devam ettirilmeli miydi? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına pek büyük ve düzeltilmesi imkânsız bir yanılma olmaz mıydı? İşte biz, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olmasından yararlandık ise, bu tarihî hatâyı bir daha işlememek için; milletimizin alnını olduğu gibi açık ve ak göstermek için; milletimizin mutaassıp ve ortaçağ zihniyetinde olmadığını ispat etmek için yararlandık.

Efendiler, milletimizin sosyal, ekonomik, kısacası bütün medenî iş ve ilişkilerinde feyizli sonuçlar veren yeni kanunlarımız da, kadın hak ve hürriyetlerini sağlayan ve aile hayatını sağlamlaştıran Medenî Kanunda bu sözünü ettiğimiz devrede çıkarılmıştır.

Görülüyor ki, biz her vasıtadan yalnız ve ancak bir tek temel görüşe dayanarak yararlanırız. O görüş şudur: Türk milletini medenî dünyada, lâyık olduğu mevkie yükseltmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temeller üzerinde her gün daha çok güçlendirmek… ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek…”(*)

Mustafa Kemal ATATÜRK.

Mekanın Cennet olsun  ATAM.

(*) NUTUK. 1927.Mustafa Kemal Atatürk.