Üst Menu
Search
Generic filters

Ana Menu

Türkiye’nin Egemenlik Anlayışı

 

TÜRKİYE’NİN EGEMENLİK ANLAYIŞI

image001

Dr. Hasan Yağar

(E) 1.Sınıf Emniyet Müdürü

İnkılap Tarihi ve Sosyal Bilimler Doktoru

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün diliyle, egemenlik kavramının karşılığı hâkimiyettir. Eski kuşak olmamızdan mı, yoksa Tarih tahsil etmiş olmamızdan mıdır nedir bilmiyorum, Atatürk’ün kullandığı kelime bana daha çok haz ve şevk vermektedir. Ancak ve mademki söz konusu kavram topluma mal olmuştur, o halde bunun da bize şevk ve o derece haz vermesi gerekir. Bunun aksinin abesle iştigal olacağı izahtan vareste olsa gerek. Tabi bu hususta söyleyeceklerimiz bu anlamdaki şeyler değil. Bu söylediklerimiz, sadece başlarken ve bir girizgâh olarak bilinçaltımızdan açığa çıkmasına mani olamadığımız bir yansıma. Esas söyleyeceklerimiz, tabii olarak günceli de içeren bazı önemli tespitler olacaktır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, bu gün de olduğu gibi o günlerde de hümanist geçinen işgalci ve istilacıların elinden; “Ya İstiklal, Ya Ölüm!” anlayışıyla ve dahi dâhili ve harici tüm kahpeliklere rağmen söke söke koparıp aldığı bu aziz vatan toprakları üzerinde kurduğu kutlu devletin temelini, halk ve onun siyasal anlamda oluşturduğu millet egemenliğine dayandırdığı cumhurun ve dahi cümle âlemin malumlarıdır.

Milleti oluşturanların ise kanun ve nizam önünde yekdiğerine göre hiçbir fark ve ayrıcalığı olmayan bireylerden müteşekkil halk olduğu aşikârdır. Ne var ki, kendisine geleceğin vebali ve sorumluluğu demek olan egemenlik erki tevdi edilmiş olmasına rağmen bu insanlar, bu vebali omuzlayacak ve icabı halinde göğüsleyebilecek bir donanıma sahip kılınmamıştır. Bu ihmaldeki rol sahiplerine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Bunların başında ise, eğitim-öğretim kurumlarının geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı? Diğer taraftan cami ve minberlerin[1] de bir eğitim aracı olarak kullanılacağı, Atatürk’ün 07 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir’de Zağanos Paşa Camiinde irat ettiği ve “Balıkesir Hutbesi” olarak bilinen söylevinden sonra halkla yaptığı sohbetiyle sabittir[2]. Ama gelin görün ki, 900’lü yıllardan beri Müslümanlığı kabul eden bu millete, dualar da dâhil olmak üzere dinleri Arapça öğretile gelmiştir. Atatürk’ün, bu yanlışı önlemek için kendi zati ödeneğinden finanse ettiği Kur’ân’ı meallendirme ve Hadis külliyatını dil bakımından güncelleme faaliyeti ve başarısı dahi maalesef bu hususta sadra şifa getirmemiştir. Her türlü kin ve ihtirastan uzak saf ve temiz vatandaşımız, özellikle din konusunda ve dahi Atatürk’ün yukarıda değindiğimiz çabasına rağmen iğfal ve ifsada uğratılabilmiştir. Bu konuda söylenecek çok şey var ama konumuzun esası bu olmadığı için detaya girmeyeceğiz.

Dinin, ulvi kabul edilerek siyasete alet edilmemesi için 05 Şubat 1937 tarihli anayasa değişikliği ile “Altı Ok” olarak bilinen ve laiklik ilkesinin de içinde yer aldığı Cumhuriyetin altı ilkesinin anayasal hale getirilmesine[3] rağmen, halkın din bezirgânlarının elinden kurtarılması maalesef mümkün olmamıştır. Hâlbuki hem cumhurî rejim, hem de dinde “hür irade” olarak kendisini gösteren, ancak Batı kökenli şekliyle dilimize geçmiş bulunan laiklik dahi Kur’ân’ın tespit ederek insana tavsiye ettiği birer kurum halindedir. Ancak halkın illa da dinini Arapça öğrenmesi bir bakıma dayatıldığı içindir ki bu iki kurum da adeta güme gitmiştir. Gitmeye devam edeceği ise bazı görüntülerle ortada boy göstermektedir. Binaenaleyh, eskilerden vazgeçtik de, bu gün dahi Cumhuriyetin gayr-i İslami olduğu hemen her platformda dile getirilmektedir. Haydi, buyurun cenaze namazına! Neden halkın anlayacağı dilde değil de, anlamadığı dilde dinin öğretilmesine çaba sarf edildiği buradan daha iyi görülmüyor mu?

Öte taraftan eğitim ve öğretim kurumlarında, rejimin ve onun ebed müddet kılınması konusunda ciddi anlamda gerekli olan bilgilerin acaba hangileri öğretilmektedir. Herkesin malumu olduğu üzere, öğretiyoruz denilenler ise sadece anlatılmaktadır. Peki, hayatî olan bu konu, acaba, ansiklopedik en önemli konulardan daha önemli değil midir? Kırsalı oluşturan halk kitlesini ise kaderiyle baş başa ve cumhuriyet ilkeleri hakkında yukarıda değindiğimiz zihniyete sahip insanların tasallutuna maruz bırakmışken, mevcut egemenlik göstergesinden daha nasıl bir gösterge beklenebilir ki? Sanki bu hengâmenin yegâne müsebbibi o ter temiz insanlarmış gibi bir de onların kanaat ve tercihlerine dil uzatılarak kendi reylerini onlarınkinin üstünde tutmak emelinde olan bazı sanatçılar (!) dahi İstanbul’da, şurada burada boy gösterebilmektedir. Rezalete bakın. Bunlara soracak olursanız hemen hepsi som Atatürk’çü. Oysa Atatürk’ün koyduğu ilkelerden bir tanesini dahi doğru dürüst bilmezler bu âlicenaplar. Eğer biliyorlarsa beri gelsinler… Bence içeriğini değil, sadece adını biliyorlar. Bazılarının adını dahi yanlış telaffuz etmekteler. Mesela İnkâlapçılık ilkesini, kelpleşme (köpekleşme) anlamına gelen “inkilâp” olarak söylemekteler. Haydi, gel de kahrolma. Nasıl ki, İslamcılar işi takke ve tespihe tahvil etmişler, beridekiler de rozete ve palavraya tahvil etmişler. İşte hal-ü pür melal! Durum bu iken, daha nasıl bir egemenlik beklenebilir ki?

Siz devlet olarak, kendisine egemenlik hakkı tevdi ettiğiniz insanınızı bu doğrultuda yetiştirmek bakımından kendisine bir şeyler vermemişseniz bu insanlardan daha ne bekleyebilirsiniz ki? Hani bir gün Karadeniz havalisinde trafik kontrolü yapan bir trafik memuru tesadüfen ehliyetnamesi bulunmayan bir sürücüyü durdurup ehliyetnamesini vermesini isteyince bizim sürücü o meşhur şivesiyle: “ Aman ağabey vallahi çok ayıp ediysun. İnsan vermediği şeyi hiç ister mi?” deyince trafikçi kardeşimiz kendisini haklı bulur ama tabii olarak kazın ayağı öyle olmadığı için tüm sızlanmalara rağmen “Suçüstü Zaptı”[4] tuttuğundan olmalı ki: “Ağabey işte şimdi daha da ayıp ettun. Ama canun sağ olsun” der ve mahkemenin yolunu tutar. Şimdi bu örneklemede olduğu gibi, egemenliğin özü ve önemi konusunda yeterli bilgiye sahip kılmadığınız insanlara egemenlik aracını kullandırıyorken, bilgisizliği sebebiyle yaşadığı acemiliğinden ötürü yalpa yapınca da kendisini adeta tahkir ediyoruz. Oysa tahkire müsebbip bu konu, yani egemenlik erkinin özü ve önemi konusunda ihtiyaç duyulan bilgiler “Vatandaşlık Bilgisi”nin en başında yer alması gereken ve “olmazsa olmaz” olarak kendisini gösteren birer temel öğedir. Kendisine her hal ve şartta lazım olacak bu ve bu derece önemli daha başka bilgilerle donatılmak söz konusu iken, bir bakıma fantezi sayılabilecek bazı donanımlarla donatmanın ise her nedense peşini bir türlü bırakmıyoruz. Kanaatimize göre, Hayat Bilgisi dersinin genişçe bir bölümü, bu hususu içeren konulara ayrılarak “Egemenlik ve Önemi” gibi bir program olarak uygulanmalıdır. Kaldı ki egemenliğin bir de dışa göre olan bir boyutu vardır. Bilindiği üzere, dışa yansıyacak egemenlik göstergesinin boyutu ise iç egemenliğe göre limitlenmektedir. Bu denli önemli olan bu konunun sade vatandaşımızın zihnindeki belirtisi ise sadece beğendiği bir partinin başa getirilmesinden ibaret olduğu, muhtelif zaman ve mekânlardaki yansımasıyla sübut bulmuş ve dahi bulmaktadır. Beğenme ölçülerinin ne denli yaşamsal ölçütlere dayandığı ise Türkiye’nin en büyük bilinmezleri arasında yer almaktadır. Bundan da anlıyoruz ki, nüfusun büyük bir ekseriyetini oluşturan sade vatandaşımızın oy’unun ne denli önemli olduğu öğretilememiştir. Bu işin deneme yanılmaya tahammül göstermeyecek derecedeki önemi ve boyutu behemehâl ve tez elden vatandaşa anlatılmalı ve dahi öğretilmelidir. Eğer bu yapılmayacak olursa hiç kimsenin bir tek kelime söylemeye hakkı olmaz. Durum bu olunca da doğacak sonuca herkesin rıza göstermesi belki kader olmaz ama aklın gereği olur. Ne var ki, işin sıklet merkezi bu olmasına rağmen, her “sandık”tan sonra kabahat, değindiğimiz noktalarda yoğunlaştırılmaktadır. Kısacası kabahat yine egemenliğin kaynağı olanlara bulunur. Peki, bu bulguda kocaman “ACABALAR” egemen değil midir?

Bu naçizane tespitlerimiz, örgün eğitimin mimar ve mühendislerinin hüküm ferma oldukları eğitim-öğretim kurumlarının ihmal ve eksiklerinden doğan faktörlerdir. Atatürk’ün yukarıda değindiğimiz aktivitelerine göre cami ve minberlerin de birer eğitim-öğretim enstrümanı olarak kullanılması gerekliliğine rağmen acaba o cenahta ne ihmal ve eksikler var. Bir de o tarafa bakmak niyetindeyiz.

Daha önce de bazı yazılarımıza konu ettiğimiz üzere, o cenahta maalesef bir inattır gidiyor. Bu inadın temeli ise, hiç de bir yarar ve sadra şifası olmayan Arapça anlatımda ısrar etmekle birlikte cumhurî yönetimin ve dahi laiklik prensibinin gayri İslami olduğu yavelerinin, her fırsat düştüğünde, gündeme getirilmesidir. Rahmetlik Bülent Ecevit’in vaazları merkezileştirmesinin temelinde, minber ve kürsülerin bu yavelere direkt ve dolaylı olarak alet edilmesinin yattığı, herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu uygulamayı bir türlü kabul etmek istemeyenlerin; konuşulanların anlaşılmasını önlemek amacıyla ilk zamanlarda, hoparlörlerdeki ses tonunun karmaşık hale gelmesini sağlamak üzere her türlü teknik müdahaleye başvurdukları ise cami müdavimlerinin malum-u âlileridir. İstatistiksel tespitlerle sabit olduğu üzere, Cumhuriyet dönemindeki irili ufaklı cami mevcudiyeti; İmparatorluk dönemindeki cami mevcudiyetinin fevkalade üstündedir. Ne var ki, buna paralel olarak cemaat yetiştirilememiştir. Binaenaleyh, bir taraf dine karşı cephe alırken, diğer taraf-ki bunlar güya dini sahiplenmek isteyenlerdir-dini halkın anlayamadığı bir dille anlattıkları içindir ki; mütedeyyin olsun gayri mütedeyyin olsun insanımızın gerçek dinden uzak kalmasını maalesef sağlayabilmişlerdir. Dinin okullarda okutulmasına karşı çıkanların bunu, Atatürk adına yaptıkları cümle âlemin malumlarıdır. Oysa bakınız Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu konuda ne diyor : “Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin ahkâmını eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir (okuldur). Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lazım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik ve bilimsel fennî telkin kudretine sahip olacak güzide ve gerçek büyük âlimler yetiştirecek yüksek kurumlara da malik olmalıyız”.[5]

Buna ilave olarak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk 07 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Zağanos Paşa camiinde irat ettiği hutbesinin bir yerinde:”…Efendiler camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihninin başlı başına çalışması lazımdır. İşte biz de burada din ve dünya için geleceğimiz ve istiklalimiz için ve en çok milli egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım…”[6]demektedir. Peki, acaba camilerimiz bu minval üzere midir? Hey hat ne gezer. Keşke öyle olsaydı.

İlahi buyruğa rağmen, yeknesak cemaat yetiştirme bazında olarak ve dahi toplumun eşit öteki yarısını temsil ve teşkil eden kadınımız, okuldan uzak tutulduğu gibi ne yazık ki camiden de uzak tutulmuştur. Bu uygulamanın isyancıları olarak günümüzde Cuma namazına katılmak isteyen kadınlarımızın bu hususta haklılıkları, unutmayalım ki, ayetle sabittir. Nitekim Yüce Yaratıcı Cuma suresinin 9. ayetinde şöyle buyurmaktadır:” Ya eyyühllezine âmenü izâ nudiye lissalati min yevmil cumati ilâ fesev ilâ zikrillahi vezerul bey’e zalikum in kuntum ta’lemun” . İlahi emrin dilimizle anlatımı şöyledir : “Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allah’ı anmaya koşun, alım satımı bırakın, bilseniz bu sizin için daha iyidir”.[7] İlahi buyruğun içeriğinde sadece inanlar dendiği halde ve inanalar arasında şüphesizdir ki kadınlar da bulunduğuna göre, haftalık bu namazı sadece erkeklere özgülemek ne demek oluyor. Peki, bu uygulama, hâşâ, Allah’a kafa tutmak değil de nedir. Vay efendim kadın camiye gelirse fitne olurmuş. Vay senin fitnelik dolu kalbine. Mübarek mahlûk, sen, seni yaratandan daha mı iyi biliyorsun da, toplum üyelerini, daha bebekken kucağında emzirerek yetiştiren mimarları böyle bir emirden uzak tutarak bu konuda da cahil kalmasını sağlıyorsun. Yemin olsun ki, bu bedbahtlar Allah adına yalan söylemekteler. Hani Atatürk adına yalan söyleyen bazıları gibi. Bu sonuncuları da, daha önceki bazı yazılarımızda söz konusu ettiğimiz için burada ayrıca detaya girmek istemiyoruz. Bu hususta, internetin bazı sitelerinde münteşir “İmanometre” başlıklı yazımıza özellikle bakılabilir.

Polis okullarının daha Polis Meslek Yüksek Okulu haline getirilmediği dönemde Malatya Polis Okulunda Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersini okutuyorken Milli Egemenlik konusunu işlediğimiz bir derste, ister istemez bu konuda hâkimiyet lafzını da kullandığımda, İmam Hatip Okulu –ki o yıllarda bu okullardan öğrenci alınıyordu- mezunu bir öğrencimiz hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu söyleyerek, anlatımın isabetsizliğini bir bakıma dolaylı da olsa ima ettiydi. Bunun üzerine Allah’a ait hâkimiyetin otantik/mutlak hâkimiyet olduğunu, bizim söz konusu ettiğimiz hâkimiyetin siyasi, dolayısıyla beşeri hâkimiyet olduğunu, ikisinin yekdiğeriyle karıştırılmaması gerektiğini uzun uzun anlatma fırsatı yakalamama imkân verdiği için o öğrencimize teşekkür etmeyi de ihmal etmemiştim.

İşte buyurun, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 04 Mart 1923 tarihinde Tevhid-i Tedrisat/ Öğretimin Birleştirilmesi (Öğretimde Teklik) Kanununun çıkarılmasıyla birlikte temeli atılarak din konusunda da idealist ve çağdaş görüşlü birer Cumhuriyet bekçisi yetiştirilmesi amaçlanan bu okullarda yetiştirilen gençlerin nasıl iğfal edildiğini görüyor musunuz? Bu okulların maddi manevi varlığı sonuna kadar istismar edilerek, ebeveynlerinin, “çocuğum dinini/diyanetini de öğrensin” diye o okullara yönlendirmesi de o denli istismar edilerek esas amacından tamamen uzaklaştırılmış ve söz konusu kanundan beklenen her şey ne yazık ki güme getirilmiştir. Tüm bunların siyasi ikbal uğruna yapıldığını ise aklıselim olan hem körler hem de sağırlar da dâhil olmak üzere herkes bilmekte ve mevcut sonuç hakkında, sanıyorum, cümbür cemaat herkes esef etmektedir.

Peki, böyle bir hengâme içerisinde idame-i hayat eden okumuş/okumamış hangi vatandaştan ideal bir egemenlik anlayışı beklenebilir. Beklenir deniyorsa, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişi ile bu bir “şin”olur. Yani her türlü ahlaksızlık demek olur. Dalkavukluktan tutunuz da her türlü abes ve çirkinlik burada neşv-ü nema bulur demektir.

Sözün özüne girerek konuyu toparlamak gerekirse denebilir ki, hilkatten/ilk yaradılış’tan bu güne kadar sosyal bir varlık olan biz beşerin her hal ve ortamda gereksinim duyduğumuz inanç ve din konusu, orijinalitesi mutlak surette korunmak suretiyle, diğer evrensel bilimlerle birlikte ve dahi rasyonel ölçü ve prensipler yordamıyla insanımıza öğretilmediği sürece, mevcut manzaradan kurtulmanın mümkün olmayacağı, tarihin tanıklık ettiği olgulara emsal teşkil etmeye devam edecektir

Halkımız, egemenlik erkinin tüm gerekleriyle donatılmadığı sürece kendisinden bu konuda rasyonel bir sonuç beklenemez. Unutulmamalıdır ki, çağın ve dahi muharebe ve savaşların gerektirdiği teçhizatla donatılmamış orduların zafer kazandığı hiç görülmemiştir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk sırada yer alan öğesini oluşturan “egemenlik savaşçısı” olarak cepheye sürülmüş bir ordu durumunda olan halkı, buna göre teçhiz edilmeyecek olursa gelecekte de aynı hengâmenin yaşanacağına asla şüphe edilmemelidir.

Sonuçların sebeplere göre oluştuğu, bilimsel tespitlerle sabittir. Bunları yapabilmiş bir Türkiye özlemiyle.

KAYNAKÇA: 1) KOCATÜRK, Utkan, Atatürk ve Türk Devrim Kronolojisi,1918–1938, TİTE Yayını, A.Ü. Basımevi, s.245.         2) Söylev ve Demeçler II. Cilt. s.94. 3) ATAY, Hüseyin, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Şubat 1995, Ankara, s. 553.

[1] Minber, camilerde hutbe okunmak üzere birkaç basamaktan oluşan bir mekân olup, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlik yıllarındaki öğrenciliği sırasında çıkardığı mecmua (dergi)nın adı da MİNBER’DİR.

[2] KOCATÜRK, Utkan; Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi, 1918–1938, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, A.Ü. Basımevi, 1973; s.245.

[3] KOCATÜRK, Utkan; a.g.e. s.384.

[4] O yıllarda sürücü belgesini polis verdiği gibi, sürücü belgesi olmayanlar hakkında ise “Suçüstü Zaptı” tutulmaktaydı. Binaen aleyh, o yıllarda, yürürlüğü 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ile kaldırılan 6085 sayılı Karayolları Trafik Kanunu yürürlükte olup bu kanun hükümlerine göre, sürücü belgesi bulunmayanlar hakkında “Meşhut Suçların Takibine Dair Kanun” hükümleri iteliyordu.

[5] Söylev ve Demeçler, c.II, s.94.

[6] Söylev ve Demeçler, c.II, s.94.

[7] ATAY, Hüseyin, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Şubat 1995-Ankara, s.553.